Stalin odama geldi

Nazlı Eray’ın Kayıp Gölgeler Kenti romanını okurken, aklınıza üşüşen soruların yanıtını ararken eğlenceli bir edebiyat işlemi yaptığınızın zevkine varın.

Gerçek nedir? Düş nedir? İnsan sanrı görebilir mi? Gördüğü sanrılar gerçeklerin, yaşadıklarının, hayallerinin izdüşümü müdür?

Gedikli bir Nazlı Eray okuru, onun şaşırtıcı içeriğine, ciddiyet ile ironinin köşe kapmaca oynayan kahramanlarına alışıktır. Gene de her roman edebi bilmeceyi yeniden çözdürür size.

Kayıp Gölgeler Kenti, iki kentte geçiyor; Prag ve Seul’de.

Onun romanlarında kentler de birer kahramandır, binaları dile gelir, yazara kendilerini yazdırırlar.

Eray’ın seçtiği kentler zaten tarihi kimlikleriyle bir yazarın anlatımını zenginleştirirler.

Elbet gideceği yer hakkında bilgiler edinir, daha da ötesi orayı yazan edebiyatçıları okumuştur. Ama heyecanla, yeni bilgiler, yeni notlar için gider: "Kore’ye giderken uçak kalabalıktı. Upuzun bir uçuş vardı önümde, geceden güne doğru uçacaktım, on saati aşacaktı uçuş mutlaka. O gün henüz Seul’ü de, Prag’ı da görmemiştim."

Şimdi yazar bilinenle bilinmeyeni aynı roman potasında eritip bize farklı bir gezi yaptırıyor. Fiziksel ve zihinsel olarak ikiye ayırabiliriz. Çağrışımlı atlamalarla, okurun tek düze bir ritme kapılmasını önler.

Seul’e uçarken, orayla ilgili bilgileri beklerken birden geriye döner: "Yaz sonu gördüğüm Sicilya’yı düşündüm uçuşun başında. Etna Yanardağı’nın dibindeki Catania’yı, nefis otelim Manganelli Palas’ı, otelin önündeki ufak meydanı, yol kenarlarındaki iki yüz yıllık binaları, kiliseler sokağını, havanın sıcaklığını, Etna’nın kente nasıl da değişik bir hava verdiğini düşündüm."

Yazar bekleyen biridir, tarihten birini, o gün tanıdığı bir insanı. Geldikten sonra romanın havası, esrarengiz sözcüğü ile açıklanabilir. Kore sokaklarında Liu ile birlikte yürürken, bizi gerçek dünyamızdan, birden metafizik bir ortama götürüyor Nazlı Eray.

İlgi çekici olan, ikisini de aynı gerçeklik duygusuyla ya da edebi gerçeklik duygusuyla okuyoruz.

Buda heykeline, tapınağa gidişi, kavanozlar içindeki küller, bizi bu dünya ile öteki dünya arasındaki köprü üzerinde gezdiriyor, düşündürüyor.

Sanırım kitap hakkında, doğru saptamalarla güçlendirilmiş, romanı derinlemesine kavrayan Hasan Bülent Kahraman’ın yazısını -ki gayet yerinde olarak kitabın kapağına konulmuştur- yazıma aldım:

"Nazlı Eray’ın büyülü, renkli ve sürprizlerle dolu dünyasının kapısı bu kez Prag’da aralanıyor. Geçmişin gölgeleriyle dolu bir kent: Prag. Kentin loş sokaklarında dolaşan yabancı bir kadın. Tahta kaplamalı duvarları, sessiz aynaları ve kristal avizeleriyle sonsuzla bugün arasındaki tuhaf bir irtibat bürosu: Cafe Europa.

Rusya’nın unutulmaz lideri Josef Stalin’in gizemli ve tehlikeli hayatının açılan sayfaları: Gençliği, ilk karısı Kato, 13 yaşındaki sevgilisi Lidia, Batum hapishanesindeki arkadaşları; yeraltı yaşamından Kremlin’e geçişi, ikinci karısı Nadya’nın esrarengiz intiharı. Çok sevdiği Kirov’un öldürülüşü. Seul’e uzanan bir yolculuk. Buğulu tapınaklar, tuhaf rahipler, içinde ölülerin küllerinin saklandığı sıra sıra kavanozlar ve ölülere yazılan mektuplar. Ve tekrar Moskova. İşkenceler hapishanesi Lubianka. İdam listeleri ve Stalin’in ölüm makinesi, yakışıklı Yezhov. Stalin’in ilk aşkı ve son gecesi. Bir fırtınanın hayatı."

Liu ile sadece manevi, uhrevi bir álemde dolaşmaz. Yiyeceklerden, kitapçılardan kahvelere kadar, geniş bir panoramada yazar.

Bir kahve garsonunun söylediği hoştur: "Benim uzmanlığım insan sayılır artık. Kırk yıldır burada garsonluk yapıyorum. Hissederim, anlarım."

Garson kulağına eğilir, bir şey söyler:

"- Bir başka misafiriniz daha var.

Yanı başımdaki sandalye hafifçe çekildi.

Dönüp baktım.

Felice Bauer gelmişti.

Kafka’nın nişanlısı."

Stalin
’in yaşamını, belki kuru bir biyografi kitabından okumuşsunuzdur. Sert bir liderin, Rusya’yı yeniden kuruşunun, kurarken de sert yönetiminin tarihini bilirsiniz.

Ne var ki, Eray’ın Stalin’i insanidir. Sibirya’da zor yıllar geçirmiş birinin aşkları, çocuklarıyla ilişkileri vardır bu romanda. Mutsuzluk, sadece devlete adanmış bir ömür. Burada bütün karşıtlıkları, çelişkileri ile Stalin’i bulursunuz, tüm insani özelliğiyle.

Peki bu katı, kimilerine göre zalim düzende kimlerin adı çok sık geçer?

Romanın önemli bölümü, yazarın bir ressam altındaki yazısıyla; "yeraltından güneşe doğru çıkışını" anlatıyor.

Roman şöyle bitiyor: "Odayı açıp Stalin’i yerde bulduklarını, iki gün ona hiçbir şekilde müdahale edilemediğini, yoldaşların gidip gelip ona uzaktan baktıklarını, bir beyin kanaması geçirmiş olan Stalin’in yanına korkudan doktorun bile yanaşamadığını, titremekten tansiyonunu ölçemediğini, ona dokunmaktan korktukları için gömleğini bile çıkartamadıklarını biliyordum.

Yemek servisi başlamıştı. Yemekten sonra kahvemi içerken yeniden Prag’a ve Cafe Europa’ya gittim sanki. Kristal avizeler benim için yanıyordu."

Kayıp Gölgeler Kenti
’nin son sayfalarında Stalin’le ilgili fotoğraflar var. Yazıyla görselliği birleştirip tadı artıracağınız bir buluş.

Bir anımsatmada bulunayım. Nazlı Eray, bu kitabı yazdıktan sonra Moskova’ya gitti, birçok ölüm emrinin imzalandığı Lubianka’yı gördü. Roman böyledir, hayalle gerçek, gerçekle düş-fantezi buluşurlar.

Buluşmanın başarısını unutmayalım.

KİTAPTAN

Nazlı Eray’ın kaleminden kitabın öyküsü

Ankara’da soğuk bir akşamüstü. Öyle bir gün ki, geçmişimle geleceğim birbirine karışmış; yaşamım hiç tanımadığım bir kişinin ördüğü kırçıllı yün kazağın arka yüzü gibi belleğime ve yüreğime yapışmış sanki. Ne tuhaf bir gün, yitirdiğim insanlar bana yakın, hayattakilerse daha uzakta görünüyor.

Yalnızım.

Tunalı’daki pasajdan içeriye, bir hayvanın yeraltındaki yuvasına girdiği gibi girdim. Eski sahaf dükkánı oradaydı. Josef Stalin’le ilgili toz içinde kalmış, sayfaları sararmış kitabı bulduğumda daracık dükkánın ölü ışığı çoktan yanmıştı. Bir yandan kitabı okuyor, bir yandan da oraya buraya serpiştirilmiş eski fotoğraflara bakıyordum. (...) Kitabın içine dalmış gitmişim...

Ertesi gün karar vermiştim. Nedenini tam bilemesem de, Prag’a bir uçak bileti aldım. Eski dünyaya gitmek istiyordum. Girişimi oradan yapmaya kararlıydım. Zamanın sildiği, yok ettiği izleri koklayan bir av köpeği gibi...

Sarah Bernhard ve Mucha kadınlarıyla otel odasında

"Sizin odanız burası" dedi, kapının yanındaki kadın, "yanlış gelmediniz."

Hayretle yüzüne bakıyordum. Sanki porselenden yapılmıştı. Odanın içine bakınca üçüncü bir kadının da, köşedeki ufak yazı masasının başına oturmuş, önündeki mektup kağıtlarına bir şeyler yazdığını gördüm.

Kapıdaki kadın, "Sarah Bernhardt" dedi. "Ünlü aktris. Rolünü ezberliyor." Sarah Bernhardt oturduğu yerden başını kaldırıp bana doğru döndü.

"Bir mektup yazıyordum," dedi. "Kaleminizi kullanıyorum."

"Kullanın," dedim. "Orada başka kalemler de olacak. Mor mürekkepli de var."

"Bu iyi," dedi. Sarah Bernhardt.

Odadan içeriye girdim. Odamdaki bu üç kadın Mucha’nın kadınlarıydı, anlamıştım. Bulut gibi, duman gibi güzeldiler. Fincanların üstündeki hallerinden daha değişik görünüyorlardı. Yatağın üstündeki en güzelleriydi, hafif balıketindeydi. Üstündeki dantelli, tüllü elbise uçuk krem rengiydi, saçlarında taze çiçekler vardı.

İnanılması güç bir şeydi bu, ama işte karşımda duruyorlardı; üçü de etten kemiktendi, bir Prag sabahını otel odasında yaşamaya başlamışlardı.

"Sizler kimsiniz?" diye fısıldadım. "Biz Mucha kadınlarıyız," dedi yatağın üstünde oturan. "Bizi siz seçtiniz."

Stalin’in hayatındaki insanları görüyorum

"Nicholas," dedim. "Size bütün olayları şimdi burada, baştan anlatmam çok zor. Uzun sürer. Her şeyi de hatırlamıyorum zaten." Durdum bir an. Dikkatle dinliyordu beni.

"Bu şehre yeni geldim. Prag, ayak bastığım ilk anda etkiledi beni. Avcunun içine aldı. Buraya bir haftalık tatilimi geçirmek için geldim. Merkezden uzak eski bir otelde kalıyorum."

"Hangi otelde kalıyorsunuz?"

"Panorama Hotel’de, şimdi anlatacaklarım size delice gelebilir. Çılgın şeyler bunlar," dedim. "Olsun anlatın," dedi Nicholas. "Stalin’le ilgili bazı eski yüzler, görüntüler, insanlar odama gelip bana öykülerini anlatmaya başladılar: Stalin’in gençliği, sevgilileri, kadınları..."

"Ne kadar ilginç," diye mırıldandı Nicholas. Hayretle dinliyordu beni. Devam ettim: "Politbüro’dan insanlar, geçmişten, Bakü Hapishanesi’nden, Sibirya’dan... Bazılarıyla bu kafede buluştum. Yanıma gelip konuştular."

Gerçek insanlar mıydı bunlar?" diye sordu Nicholas. Şaşırmıştı.

DOĞAN HIZLAN’IN SEÇTİKLERİ

Hıfzı Topuz Kara Çığlık Remzi Kitabevi

Trevor Homer İlklerin Kitabı Pegasus

Ahmet Haşim Parif, Frankfurt... Yahut Hiç Notos

Selçuk Baran Ceviz Ağacına Kar Yağdı YKY

Walter G. Vincenti Mühendisler Tübitak
Yazarın Tüm Yazıları