O masada rakı olmalı mıydı

GEÇEN çarşamba akşamı sinema salonundan çıkarken birden aklıma geldi.

İzmir’de delikanlılık yıllarımda, ilk kız arkadaşımla nasıl tanıştığımı hatırladım.

Haberin Devamı

Aynı mahalleden bir kızdı.

Aman Allahım, benim için dünyanın en zor işiydi.

Hayatım boyunca kadınlara karşı hep çok utangaç oldum.

Öyle bir yerde bir kadınla göz göze gelmek, eski deyişle “Kesişmek...”

Asla becerebildiğim bir şey değildir.

O yüzden bazı arkadaşlarıma çok gıpta ederdim.

İlk defa gördükleri kıza, hemen gidip “arkadaşlık teklif ederlerdi”.

Fakat yıllar içinde etrafa nasıl bir imaj verdiysem, bu konudaki utangaçlığımı kime anlatsam hayretle yüzüme baktı.

* * *

İflah olmaz, olmasını da pek arzulamadığım utangaçlığı bana o gün seyrettiğim film hatırlattı.

Mahmut Fazıl Coşkun’un “Uzak İhtimal” filmi...

Üç kişi arasında geçen Loseyvari bir film.

Açık öğretimden yeni mezun genç bir müezzin.

Haberin Devamı

Evinin kapı komşusu genç bir rahibe.

Ve gayrimüslim yaşlı bir sahaf.

Film çok ağır ve itiraf edeyim biraz da ürkütücü ağır bir tempoda başlıyor.

Çay koyma, kapı açma, bulaşık yıkama, asansör kapısı kapatma gibi ayrıntılar art arda gelince, başta insanı biraz kasvet basıyor.

Ama film ilerledikçe, yavaş yavaş yalnız insanların trajik karakterleri ortaya çıkmaya başlıyor.

Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli”ndeki trajik yalnızlığı hissediyorsunuz.

Hatta yalnızlık değil, yapayalnızlığı.

Sonra bu üç yalnız insan arasında ilişkiler başlıyor.

Kasvet yavaş yavaş dağılıyor, yerini hüzün alıyor.

Müezzinin camisinden, rahibenin kilisesinden çok uzak, küçük ve sıcak bir cemaat oluşuyor.

İşte o noktada delikanlılığımın en ağır sorununu hatırlıyorum.

Dokunamamak...

Allah kahretsin, bir türlü dokunamamak.

Açılamamak.

Bir türlü açılamamak.

* * *

Dokunamamak, ortalama Türk delikanlısının hâlâ en büyük sorunudur diye düşünüyorum.

Çünkü bir kıza ilgi duyduğunuz an en büyük korkunuz “yanlış anlaşılmaktır”.

Dokunmayı, yanlış anlaşılmak sanırsınız.

Müezzin, rahibe kıza bir türlü dokunamıyor.

Açılamıyor.

Şile’de bir hatıra fotoğrafı çektirmek için bile yan yana duramıyor.

O ıstırabı o kadar iyi bilirim ki...

İşte o an anlıyorsunuz ki, dokunamadan da temas edilebiliyor.

Haberin Devamı

İçine kapanık insanların, kapanmış, kapattırılmış insanların bir evde masa etrafında buluşması insana çok iyi geliyor.

* * *

Türk sinemasında son yıllarda iyice belirginleşen bir tutku çok hoşuma gidiyor.

Sinemacılarımız, küçük ve güzel mahalleler yaratıyorlar.

Burada da aynı “Issız Adam”da olduğu gibi, küçük bir hayal mahallesi kurulmuş.

O üç insan orada yaşıyor.

Belki İstanbul’da bir avuç kalmış, hiç önemli değil.

Filmin en çok, üçünün yemek yediği sahnesini sevdim.

Birlikte balık alıyorlar.

Masa hazırlanıyor.

Elimde şarap bardağı filmi seyrederken aklım otomatik olarak o soruya takılıyor.

Dışarda İstanbul, içerde yalnızlıktan kurtulma partisi.

Masada balık, salata, meze.

Haberin Devamı

Hıristiyan rahibe ve yaşlı adam rakı veya şarap içecek mi?

Çok kısa bir tereddüt.

Genç müezzin aniden soruyor:

“Coca-Cola ister misiniz?”

Öteki ikisi hiç tereddüt etmeden bardaklarını uzatıyor.

Oysa insan, filmin gidişatından o masada bir rakı kadehi bekliyor.

Coşkun doğruyu yapmış.

Filmin en sahici ve en güzel sahnesi buydu.

* * *

Özel bir gösterim olmasaydı bu filmi gidip seyreder miydim?

Bilmiyorum.

Ama sinema salonundan çıkarken çok samimi duygum şuydu:

Böyle küçük bir sıcaklığa çok ihtiyacımız var.

O küçük mahalledeki evde üç yalnız, utangaç ruhun ve bedenin, hiç birbirlerine dokunmadan kurdukları geçici cemaat, uzun zamandır aradığım güven duygusunu verdi bana.

Yazarın Tüm Yazıları