Michelle evlendi

TANSU, o düğün davetiyesini önüme koyduğu sırada başka şeylerle meşguldüm.

"Michelle evleniyormuş" dedi.

Yaşımdakilerin çoğunun vereceği tepkiyi verdim:

"O evlenecek yaşa geldi mi?"

"30’unu çoktan geçti"
diye cevap verdi.

Yaşlanmak böyle bir şeydir işte, tanıdığın çocukların büyüyüp evlenme yaşına geldiğine hiçbir zaman inanamazsın.

Oysa 28 yıl geçmiş.

Onu ilk gördüğümde 12 Eylül günleriydi.

Babası, Ankara’da görevli önemli bir diplomattı.

Gece saat 12.00’de sokağa çıkma yasağının başladığı günlerdi.

Bazen geceleri onda kalır, evin arka tarafında, güzel bir bahçeye açılan geniş terasında sabaha kadar sohbet ederdik.

Konumuz askeri yönetim veya faşizm falan değildi.

Hayattan, "hayatın şeylerinden" söz ederdik.

Bir askeri darbeyle alın yazısı altüst edilmiş hayatlarımızı idame ettirmek için tek kaçış yolu buydu.

Bize güzel şaraplar ikram ederdi.

Michelle, çok güzel bir kız çocuğuydu.

Hafif uzak duran havasıyla, aramıza hep belli belirsiz bir mesafe koyardı.

Hafif küçümser havasıyla, bize farklı bir nesle ait olduğumuzu hissettirmek ister gibi bir hali vardı.

Fazla konuşmazdı.

Dinlediği müzik neydi, kimi severdi, onu bile hatırlamıyorum.

* * *

Siyaset konuşmazdık, ama siyaset ciğerimizin içine kadar hayatımızdaydı.

Ben, Arayış Dergisi’nde yazılar yazıyordum.

Öğretim üyesi bir arkadaşımız idamla yargılanıyordu.

Diplomat dostumuza anlatmış, bir belge temin ederek yurtdışına kaçmasını sağlamıştık.

Yurtdışına çıkacağı gün, havaalanında polisten geçişini heyecanla beklemiştik.

Sağ salim Paris’e ulaştığının haberini aldığımız akşam güzel bir şarap açarak kutlamıştık.

Ama terasta o mutlu ilkbahar akşamı bile siyaset konuşmamıştık.

Diyorum ya, "hayatın şeyleri" her şeyin üzerine çıkıyor ve o karanlık günlerde dahi bizi yaşamaya zorluyordu.

12 Eylül, bazıları için işkence, bizim içinse Gaziosmanpaşa’da bahçe içinde iki katlı bir ev ve o terastı.

Evde her zaman belli belirsiz bir Uzakdoğu müziği çalardı.

Yıllar sonra Seyşel Adası’nda, okyanusa bakan bir villanın verandasında aynı duyguları hatırlayacak ve tek başıma o muhteşem dostumun şerefine kadeh kaldıracaktım.

Tüvit ceketi, kadife pantolonu ve ağzında piposuyla, Figen Batur’un Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki sanat galerisine girişi tekrar gözümün önüne gelecekti.

Kolunun altında Fransa’da yeni çıkmış birkaç kitap olacaktı.

Büyük dostlukların hiçbir sınır tanımadığını bize o öğretecekti.

Tansu’ya baktım, "Michelle’in düğününe mutlaka gidelim" dedim.

"Kimle evleniyor baktın mı?" diye sordu.

* * *

Michelle’
in isminin yanında bir kadın ismi vardı.

Tansu’ya döndüm, o da bana bakıyordu.

Dikkat ettim, ikimiz de yüz hatlarımızı değiştirmemeye çalışıyorduk.

Sessizliği bozan ben oldum.

"Michelle lezbiyen miydi?"

"Bilmiyorum" dedi.

Yanlış hatırlamıyorsam, daha önce erkek arkadaşları olmuştu.

Tekrar birbirimize baktık.

"Michelle’in düğününe mutlaka gidelim"
diye tekrarladım.

"Evet gidelim" dedi.

* * *

Ama gidemedik.

Tam o tarihte çok önemli bir işimiz çıktı.

Figen gitti ve düğünün ayrıntılarını ondan dinledik.

Düğün, Paris’te bu tür evliliklere izin veren küçük bir kilisede yapılmış.

Bütün aile oradaymış.

"Michelle her zamanki gibi çok güzeldi" dedi.

Önceleri hiç lezbiyen arzuları yokmuş.

Bir gün bir yerde karşılaşmışlar ve ilk görüşte aşk olmuş.

Geçenlerde İstanbul’a geldiler.

Çok mutlular.

* * *

Diplomat dostumuz şimdi Fransa’nın güneyinde bir köyde yaşıyor.

Sık sık haberleşiyoruz.

Ocak ayında İstanbul’da ona bir yaş günü partisi yapacağız.

12 Eylül takımı bir araya geleceğiz.

Eminim yine sadece hayatın şeylerinden konuşacağız.

Hayatın, hepimize getirdiği şeylerden.

Üzüldüklerimiz, sevindiklerimiz, şaşırdıklarımız, şaşırmadıklarımız.

Ve şaşırmamış gibi yaptıklarımız...

Yani, Thomas Mann’ın Tonio Kröger’indeki, o şeylerden.

Aşağılarda bir yerden gelen o seslerden.

Hayatın üç tempolu valsinden...
Yazarın Tüm Yazıları