Marmaris'teki trio ve ruhumdaki maymun

Ertuğrul ÖZKÖK
Haberin Devamı

Şöyle bir trio düşünün. Gitarda çok ünlü bir gazeteci çalıyor. Türkiye'nin diplomasi konularında en uzmanlaşmış gazetecisi. Gündüzleri çizgili lacivert elbisesini deri gibi üzerine geçiren, kolalı yakalarından asla vazgeçmeyen, fanteziyi kravatına bile yaklaştırmayan bir gazeteci.Bazıları onun için, fazla strait, fazla kolalı diyebilir.

Davulda Türkiye'nin tanınmış işadamlarından birisi var. İşadamı dediysek, Anadolu TÜSİAD'larından birinin mütevazı bir temsilcisi değil.

Ankara'da büyük ihalelere giriyor. Çevresi hep tanınmış insanlarla dolu.

Ve elektrikli piyanoda çok ünlü bir diplomat.

Başbakan'ın dışişleri başdanışmanı. Önemli merkezlerde büyükelçilik yapmış.

Yıllarca başbakanların arka odalarında, ülkenin en önemli olaylarına tanık olmuş.

* * *

Şimdi üçü, güzel bir Marmaris akşamında biraraya gelmişler. Salon ağzına kadar dolu ve onlar çalıyorlar.

Kim olduğunu merak mı ettiniz?

Gazeteci, Sedat Ergin. Hürriyet'in Ankara Temsilcisi. Yani o lacivert elbiseli ve kolalı olanı.

Davulcu, Durul Gence. Piyanist ise Başbakan'ın başdanışmanı Büyükelçi Murat Sungar.

Grubun adı bile var. Durul Gence Trio. Yıllardır biraraya gelip çalıyorlar. Hepsi kendi alanlarında son derece başarılı insanlar.

Ve arka odalarında böylesine güzel bir arkadaşlıkları ve dünyaları var.

Kıssadan hisse.

Demek ki, her kolalı yakanın üstünde, her lacivert takımın içinde, ille de torna yokmuş.

Demek ki, başkalarının anlayamayacağı gizli bir bölme, kapalı bir kutu varmış.

Lacivert elbiselerini, kolalı yakalarını ve klasik kravatlarını, beyinlerinin prangası haline sokamıyormuş.

* * *

Ben bu konuda şanssızım.

Lise yıllarımda babamın maddi imkânlarını zorlayarak, Almanya'dan bir elektro bas gitar getirtmiştim.

Markası hâlâ hafızamda. Framus.

Rengi ve şekli hâlâ gözümün önünde.

Belki de İzmir'in ilk elektro bas gitarlarından biriydi. İlki değilse de, ilk beşi içinde olduğu kesindi.

Ama ne çare, ben hiçbir zaman enstrüman çalmayı öğrenemedim.

Müziğe olan muazzam tutkum bile bana bu melekeyi veremedi.

O çaresizlik içinde okul orkestrasının menajeri oldum.

Bu yüzden haftanın bazı geceleri, bir Manhattan gece kulübüne sessizce sokulup klarnet çalan Woody Allen'ı hep hayranlıkla izledim.

Müziği, arka odalarını, gizli bölmelerini ciddiye alan insanlara hep saygı duydum.

Sayısız gecelerde, böyle hayali triolarda, quartetlerde kendi kendime bas gitar çaldım.

Aynaların karşısında, elimdeki görünmeyen gitarla pozlar verdim.

Kendi kendimi beğendim.

Yüzümün ifadelerini tek tek inceledim. O ifadelerin her birinde bazen Eric Clapton'u, bazen Marc Knoffler'ı, bazen Jimi Hendrix'i yakaladım.

Ruhumdaki maymunu hep aynadaki o müzisyenler sayesinde deşifre edebildim.

* * *

Önümde beni çok etkileyen iki kitap duruyor. Biri Erkin Koray, öteki Cem Karaca üzerine.

İki müzisyen ve iki güzergâh. Her ikisi de küçücük bir hisle başlayıp, müzisyenlikte ‘‘Baba’’ rütbesine kadar giden güzergâhlar.

Gökhan Aya ve Münir Tireli isimli iki yazar, bu güzergâhı mükemmel bir ayrıntı tutkusuyla anlatmış.

Sonunda hepimiz aynı noktadan başlıyoruz. Bir gitar satın alma, bir piyano tuşuna dokunma sevdasından yola çıkıyoruz.

Sonunda yollarımız bir yerde ayrılıyor. Kimimiz o sevdayı hep arka odalarda, yalnız aynalar karşısında kilitli tutuyoruz, bu sansürle yaşıyoruz.

Kimimiz ise bu odaları herkese açıyoruz, paylaşıyoruz.

Hangimiz daha mutlu oluyoruz, hanigimiz daha şanslıyız?

Arka odalardan sahnelere çıkabilenler mi, yoksa yalnız aynalar karşısında kalmaya mahkûm maymun ruhlar mı?

Bilmiyorum.













Yazarın Tüm Yazıları