Kültürel kimlikleriniz lütfen!

YAZIMIN başlığını sevgili şair arkadaşım Kemal Özer’den ödünç aldım.

Onun çok sevdiğim kitabının adı; Kimlikleriniz Lûtfen!’di.

Gerçekten, kültürel kimiliğimiz/kimliğiniz nedir sorusuna net bir yanıt vermek kolay değil.

Kültürel kimliğimiz konusunda çalışmalar yapılıyor, kitaplar yayımlanıyor. Gerçekçi, başkasının da anlayabileceği, algılayabileceği bilgiler veren, değişik yazarların, bilim adamlarının yazılarından oluşan yeni bir toplam çıktı: Türk Kültürü ve Kimliği.

T. Mesut Eren’
in editörlüğünde hazırlanan kitap, üç ana bölümden oluşuyor:

Kültür/Kimlik ve Türklük, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sanat, Kültür/Kimlik ve Türklük: Avrupa ve Türkiye.

Bu desteklenmesi gereken çabanın bir büyük eksiğine değinmeden geçemem.

Türk kimliğini, kültürünü yansıtan EDEBİYAT’ı sanırım, kurul ya da editör önemsememiş.

Umarım ilerideki baskılarda bu eksikliği giderirler.

Kitapta, kimliğimizin tamamlayıcı, belirleyici unsurlarından müzik de ihmal edilmiş.

Sanırım, genel çerçevede bakılan, değerlendirilen Türk kimliği yazılarından oluşan toplam, ancak o zaman işlevini yerine getirebilecektir.

Kimlik meselesi önemli bir soru ve sorun. Kimliğimiz, hele kültürel kimliğimizle ilgili soruların yanıtını bulamıyoruz. Birçok sorunun kesin karşılığını bulamıyoruz. Hem biz şaşırıyoruz, hem yabancılar.

AB’ye giriş sürecinde, bu konuya netlik getirirken, çeşitlilikten de vazgeçmemeliyiz. Doğu-Batı gidip gelmelerinin birbirini götüren zıtlıklar biçiminde düşünülmemesi gerekir, yabancıların da bu kanıya varmaması için inandırıcı kanıtlar koymalıyız ortaya.

Bozkurt Güvenç’in Türk kültürü: Kimlik ve imaj yazısı bu konuya ilgi duyanlar açısından önem taşıyor.

Anahtar sözcükler ve kavramlar’ı bilmeden, ayrıntılı tartışmalara girmek sığ alanda debelenmeyle sonuçlanır.

Nedir anahtar sözcükler ve kavramlar: Kültür, Kimlik, İmge, Kültür tarihi.

Tarihi süreç içinde, Bozkurt Güvenç, kimliğimizi saptıyor. İbrahim Müteferrika’nın Doğu-Batı yorumunu bize iletiyor: "Hikmete dayalı Batı; Şeriata dayalı Osmanlı!"

Avrupa ile bizim kültürel, siyasal ilişkilerimiz konusundaki incelemeler, kimlik konusundaki çalışmaları billurlaştıracaktır.

Hıfzı Topuz’un Osmanlı döneminde kültür politikalarında Batılılaşma (II. Meşrutiyet’e kadar) yazısı kültür politikası kavramına tarihi bir derinlik kazandırıyor.

Topuz, Osmanlı’nın Batı kültürü ile olan bağlantılarını ele alarak anlatıyor.

Okur, sultanların kültürel profilleri açısından da bu yazıdan yararlanacaktır.

Kitabın önemli, bana göre bugün için de önemli, aydınlatıcı bilgiler taşıyan incelemesi; Gönül Öney’in Türk mimarisinde çini: 13.-17. yüzyılları.

Batılılar için, bizim zevkimiz, mimari anlayışımız konusunda, düşüncelerini temellendirecek bir yazı.

Doğan Kuban’ın İstanbul kültürünün toplumsal altyapısı üzerine gözlemler’i, kimlik araştırmalarında İstanbul’un kapladığı özgül yerin altını çiziyor.

Kuban, "İstanbul’a özgü manevi ve maddi bir yaşam çevresini"nin önemine değiniyor.

Sevda Şener’in Kültürel kimliğin tiyatrodaki yansımaları araştırmasında Modern Türk tiyatrosu bölümü, tiyatro tarihimizin geçirdiği aşamaları aktarıyor.

Oyun yazarlığı başlıklı bölüm de, bizim yapacağımız mukayese açısından işlevsel bir çalışma.

Kimlik konusunda, kendi oluşturacağımız bakış için, özgün malzemeyi, Batılı kaynakların da başlıcalarının taranarak yazıldığı bir makaleyi mutlaka okumak gerekiyor: Taner Timur’un Batı Avrupa, Doğu Roma ve Osmanlı mirası sorunun yanıtını aramaya, tarih yazıcılığı açısından yaklaşmamızı öneriyor.

Bizim Avrupa’ya bakışımızdan daha çok -zaman zaman- Avrupa’nın bize bakışı önem kazanmaktadır.

Bu dönemde onların bakışının pragmatik açıdan öne geçtiği söylenebilir.

Metin And’ın Avrupa Sahnelerinde Türk İmajı değerlendirmesinde bugünü aydınlatan bilgiler, belgeler yer alıyor.

Günsel Renda’nın Avrupa kültüründe Osmanlı izleri bizim kütürel etkimizin niteliği konusunda düşünmemizi sağlıyor.

Metin And ile Günsel

Renda’
nın incelemeleri bir bütünü oluşturuyor.

Pulat Tacar’ın Avrupa değerleri bağlamında Türkiye’nin Avrupalılığı bizim dışlanma ile karşı karşıya kalışımızdan, bugünkü konumuza kadar geçen durumu özetliyor.

AB adayı bir ülkenin kimlik araştırmalarında toplam bir bakış. Yararlı bir toplam.

BİZ TÜRKLER, BİRAZ SÜMER, BİRAZ HİTİT VE BİRAZ TROYALIYIZ

Farklı kimlik seçimlerimiz ve ötekilerle ilgili imaj veya imgelemlerimiz, kültür tarihinde yaşanan değişim, dönüşüm ve gelişmelerden kaynaklanır. Hemen her toplumun, özüyle ilgili kimlik ve ötekine yönelik imaj sorunları vardır. Ancak yaklaşık iki bin yıllık kültür birikimiyle gelip Anadolu gibi dünya medeniyetinin on bin yıllık beşiğine yerleşen biz Türklerin kimlik ve imaj sorunlarımız, kültür mirasımızın karmaşıklığını yansıtır. Komşu çevremize şöyle bir göz atarsak, doğuda bir Persia ve Kafkasya, güneyde bir Suriye ve Mısır, batıda Balkanlar ve Grekler tarih boyunca hep olagelmiştir. Bu sahnenin en yenisi ve genci biziz, ama Anadolu’nun on bin yıllık kültür mirasını yaşatma/koruma sorumluluğunu yine bizler taşıyoruz. Sümerler, Hititler ve Troyalılar kuşkusuz Türk değildi; ama biz Türkler biraz Sümer, biraz Hitit ve biraz Troyalıyız. Sabahattin Eyuboğlu’nun vesaretle dile getirdiği gibi, "Biz şimdi hem fatih, hem de fethedilmişiz!" Bozkırdan gelen Oğuz boyları Anadolu’yu Türkleştirdi; ama bize bağrını açan Anadolu da bu göçerleri aldı, rençberlere dönüştürdü. Ava çıkan Türkler aldandılar.

KAÇ TANE İSTANBUL

1950 yılında nüfusu 1.000.000’u bulmamış ve Osmanlı geçmişinin sevimliliğini ve karakterini koruyan İstanbul ile 2005’in "İstanbil" adını taşıyan sınırsız yerleşmesi aynı kentler değildir. Belki ezik ve bakımsız, fakat kendi içinde tutarlı, her köşesine ulaşılabilir, görece küçük eski İstanbul yanında adı hálá İstanbul olan bugünkü dev yerleşme alanı kanımca bir kent de sayılmamalıdır. Bu yeni yerleşmeyi tanımadığım gibi tanıyan kimse de bilmiyorum. Bu nedenle bu küçük denemenin konusu Osmanlı İstanbulu’dur. Fakat burada sözü edilecek olan, binlerce araştırmacının yayınlarında bulunan ve İstanbul’da üretilmiş Osmanlı kültürüne ilişkin bilgiler değildir. O bilgilerin yaratıldığı ortamın yaşamsal karakterine ilişkin gözlemlerdir.

Pierre Gilles 16. yüzyılda Osmanlı kentinde Konstantin ve sonrasının kalıntılarını ararken "İnsanlar buraya yerleşmek ya da yeniden inşa etmek üzere var oldukları sürece, bu kent yaşamaya devam edecektir" diyordu. Pietro della Valle de gönlü Napoli’den yana olmakla birlikte 1614’te gördüğü İstanbul’u dünyanın en güzel kentlerinden biri olarak tanımlamıştı. Gerçekten İstanbul bir başkent olacak bütün topografik, jeopolitik, stratejik ve estetik özelliklere sahiptir. Bu yargının doğruluğu, kentin Pagan Roma İmparatorluğu’nun merkezi ve Hıristiyanlığın doğduğu kent, Hıristiyan ortaçağın en büyük imparatorluğu Bizans’ın ve onu izleyen Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olmasıyla kanıtlanmıştır.

KÜLTÜRÜMÜZDE ROMA VE BİZANS ETKİSİ YADSINAMAZ

(...) Jön-Türk milliyetçiliği bu ortamda doğdu. İttihatçı yönetim bu duygularla iktidara yürüdü. Hareket, çeşitli ezikliklerin ve komplekslerin de rol oynadığı bir ortamda o kadar kapsayıcı ve bağlayıcı oldu ki Kemalist dönemin Osmanlı’yı aşıp eski halklarla kardeşlik bağlarını kurma arayışları da kısa zamanda ırkçı eğitimlere ve insanlık tarihini Türkleştirme çabalarına dönüştü. Bunların aşırı abartmalar olduğu anlaşılınca da tekrar başlangıç noktasına, İttihatçı milliyetçiliğe dönüldü.

Bugün tarihçilerimiz arasında, geçmişle bağlarımızı irdelerken, elbette ki tek ve tekelci bir görüşün varlığından söz edemeyiz. Fakat Türk tarihini özgün bir tarih olarak ele alıp yücelten ve bu bağlamda Doğu Roma ve Bizans etkilerini de küçümseyerek dışlayan bir tarih anlayışının egemen olduğunu, tüm resmi kuruluşların bu tezi bir ölçüde benimsediğini de yadsıyamayız.

DOĞAN HIZLAN’IN SEÇTİKLERİ

Sei ŞonagonYastıkname (Kitap Çevirmenleri Girişimi Ortak Çevirisi)Metis

Orhan BurianMektuplarYKY

Ahmet SoysalEşsiz Olana YakınlıkKanat Kitap

Thomas MannBuddenbrooklarCan

Sadun ArenPuslu Camın Arkasındanİmge
Yazarın Tüm Yazıları