Kötü bir filmden iki soru çıktı

Doğrusunu isterseniz oyuncu listesinde Amanda Seyfried’in ismini görmemiş olsaydım, o filmi izlemezdim.

Haberin Devamı

Kendisine karşı Mamma Mia’dan bir sempatim var, sebebini beni yakından tanıyanlar tahmin edebilirler: Şahane bir sarışın!
Uçakların kabin içi eğlence sistemlerindeki film listelerini kimler yapıyor bilemiyorum ama ortak noktaları zevksizlik ve adamsendecilik olmalı. Biliyorlar ki uçağın içinden kaçmanıza imkân yok, önünüze konulanı seyretmek zorundasınız.
“En yeniler” diye seçtikleri filmleri baz alacak olursanız, dünya film endüstrisinin çökmekte olduğunu bile düşünebilirsiniz.
In Time isimli filme uçakta rastladım. Kötü oyunculuğun âlâsı (Justin Timberlake başrolde!), heyecansız bir senaryo. Usta film izleyicileri kahramanların repliklerini bile önceden tahmin edebilirler.
“Hiç olmazsa Amanda’mın güzel yüzüne baka baka uyurum” diye düşündüm ve kablolu kumandanın “ok” tuşunu tıklattım.
Film, 25 yaşından sonra fiziksel yaşlanmanın olmadığı bir dünyada geçiyor. Rüya gibi değil mi?
Ama o kadar da değil tabii, herkesin belli bir zamanı var, o zamanın ne kadar olduğu kolundaki bir dijital saatte görünüyor ve hayattaki her attığınız adım için o zamandan belli bir süreyi karşınızdakine ödüyorsunuz.
Kısacası “para” yok, onun yerini “zaman” almış.
Kahve içiyorsunuz iki dakika ödüyorsunuz, taksiye biniyorsunuz 45 dakika ödüyorsunuz gibi.
Zamanı bol olan insanlar en zenginler, zamanı azalan insanlar ise en fakirleri.
Sahip olduğunuz zaman çoksa ve eğer bunu yeniden üretmeyi de başarabiliyorsanız sonsuza kadar 25 yaş fiziği içinde yaşamaya devam edebiliyorsunuz.
Justin bey kardeşimizin filmdeki rolü de bu acımasız sistemi çökertmek. Filmi internetten indirip izleyebilirsiniz, dediğim gibi kötü oyunculuğa benim gibi kolayca tahammül edebilenlerdenseniz!
Film eleştirmenleri ne demişler bilmiyorum ama film benim için iki önemli soru taşıyor, yanıtlarını vermeye çabalamıyor olsa da!
Birincisi ölene kadar hep genç, mesela 25 yaşında kalabilmek özenilecek bir şey midir? 25 yaşına geliyorsunuz ve diyelim ki ömrünüz 75 sene, son elli yılı aynı fiziksel görüntü ve güç içinde geçiriyorsunuz.
Sevdiğiniz kadın hiç yaşlanmıyor, hep 25 yaşında! Zihinsel olarak gelişiyor tabii, yaşlanmanın bir kadına vereceği bütün olumlu özelliklere sahip oluyor, 40’ından itibaren kadınların büyük çoğunluğunda görülmeye başlanan hayata bilgece bakışı gelişiyor ama görüntüsü 25 yaşında kalıyor.
İlk başta çok cazip geldi bana da!
Ama sonra düşündükçe bunun “öğretilmiş” bir şey olduğunu kavradım.
Filmler, medya, televizyon, güzellik ve giyim endüstrisi bu ideolojiyi öyle pompalıyor ki, genç ve güzel görünmek her şeyin önüne geçiyor.
Şimdi ilerleyen yaşıyla beraber fiziksel bazı değişikliklere de uğrayan kadınlar bana itici gelmiyor ki hep 25 yaşında kalacak olmaları çekici gelsin.
Öte yandan bunun iyi bir yönü de var ki insanların arasındaki yaş farkı fiziksel özelliklerle değil, sadece hayata bakışları ile anlaşılabilir.
Bu durumda geçen yılların insana verdiği olgunluk, gençlik ve güzelliğin önüne çıkar ki bu daha da iyi bir şey diye düşündüm.
İkinci sorum ise şu: Kolunuzda bir dijital saat varsa ona bakarak ne kadar ömrünüzün kaldığını her an bilebilirsiniz. Bu iyi bir şey midir?
50 yıl mı kalmış, iki yıl mı, bir hafta mı, hatta son 45 dakikanın içinde misiniz?
Nietzche şöyle demişti: “Yaşam bu muymuş? İyi, sonra bakarız!”
Ne kadar zamanınız kaldığını bilirseniz işte bunu yapamazsınız, sonra bakamazsınız.
Lautreamont’tan da bu fikri destekleyecek bir alıntı: “Daha sonra yapacağım şeylerle ilgilenmeyi gereksinmem. Yaptığımı yapmalıydım. Daha sonra bulgulayacağım şeyleri bulgulamayı gereksinmem. Her şeyin kendi sırası vardır.”
Ama zamanınızın ne kadar kaldığını biliyorsanız, aklınızdaki her şeyi yapmanın telaşına düşersiniz.
Sıra mıra kalmaz, “anı yaşamanın” tadı kaçar, aklınız hep sonraki adımda yapmanız gereken şeye takılı kalır, tatsız tuzsuz bir debelenmenin içinde zamanınızı tüketirsiniz.
Böylece hayatınızı kendi elinize alacağınızı düşünürken tamamen elinizden kaçırır, programların, planların kölesi haline geliverirsiniz.
Çoğu sizin dışınızda gelişen, önceden tanımlanmış, sınırları ve kuralları olan bir yaşamınız oluverir.
FSO (free, single, old) 50 yaşını devirmiş erkekler ile ilgili kullanılan bir kavram: Özgür, bekâr, yaşlı!
Çocuklarını büyütmüş, sorumlulukları azalmış, yaşamının kalan bölümünde çalışmasını gerektirmeyecek kadar para kazanmış, boşanmış ya da dul kalmış erkekleri tarif etmek için kullanılan bir tanımlama bu.
Motosikletler, tekneler, otomobiller, güzel manzaralı evler ve bütün bu dekorun ayrılmaz parçası sayılması gereken genç kadınlarla çerçevelenmiş bir hayat.
Beyaz saçları uzatmak, hafiften bir sakal koyvermek, gençler gibi giyinmeye özenmek, vaktinin yarısını göbeğini içeri çekmek için spor salonlarında geçirmek gibi detayları da var tabii.
Sanıyorum ne kadar vaktim kaldığını bilseydim, 50’yi aşmış FSO erkekleri gibi bir hayatın peşine düşerdim.
Acaba onların böyle bir hayatı seçmelerinin nedeni, vakitlerinin hızla azalmakta olduğunun farkında olmaları mı?

Yazarın Tüm Yazıları