Kalorinin de iyisi kötüsü var

Mesleğiniz doktorluk, ilgi alanınız “kilo-beslenme-yaşlanma” konuları olunca dost sohbetlerinde size “bir şeyler” sorulması normaldir.

Ben bundan hiç rahatsız olmam. Aksine her soruyu keyifle yanıtlarım. Hatta bazen soru sorsunlar diye sofradakilere tatlı tuzaklar bile kurduğum oluyor!
Geçenlerde bir dost grubunda sohbet ettiğim beyefendinin sorusu hepimizin ortak sorunu gibiydi. Hipertansiyonu ve gut nedeniyle tedavi gören, 50’li yaşlara birkaç ay önce giren bu göbekli-kilolu beyefendinin merak ettiği konu “son zamanlarda aldığı kiloların nedeni, daha doğrusu kilo probleminin neden içinden çıkılmaz hale geldiği” idi. Ona tek bir cümle ile cevap verebilseydim o şu olurdu: “Yaşadığımız problemin nedeni modern hayatın ürettiği kitle şişmanlatma silahlarıdır”.

GENETİK YAPINIZ UYGUNSA

Son yüzyılda insanlık tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığımız kadar ciddi bir “kötü kalori” saldırısıyla karşı karşıya kaldık. Kötü kalorilerden çocuk, genç, orta yaşlı, yaşlı, kadın ya da erkek fark etmiyor, hepimiz payımızı alıyoruz. Eğer genetik ya da metabolik yapımız, yani “imalat şartnamemiz” de uygunsa kötü kalorilerin her biri birer kitle şişmanlatma silahları haline geliyor.
Ben konuya böyle açıklayınca beyefendi de haklı olarak “kalorinin iyisi, kötüsü olur mu hocam?” diye sordu. Haksız sayılmaz. Ben de eski yazılarımın bazılarında kilo sorununu sadece aritmetikle izah etmeye kalkmış “kalori kaloridir, nereden geldiği önemli değildir” deyip konuyu kestirip atmıştım. Ne ki son yıllarda yapılan birçok çalışma kazandığınız kalorilerin miktarı kadar yiyip içtiklerimizin yapısının, yani kalorilerin kaynağının da önemli olduğunu gösterdi.
Bana göre başımıza gelen sağlık sorunlarının (özellikle kilo probleminin) üç temel sorumlusu “üç beyaz” ile eskisinden daha samimi hale gelmemizdir. Yiyecek içeceklerimizdeki beyaz şeker, yüksek fruktozlu mısır şurubu, beyaz un ve nişasta miktarı arttıkça kilolu insanların sayısı artacaktır.
Üzülerek belirteyim ki ortaya çıkan sorunlar sadece kilo ile ilişkili olmakla da kalmayacak, hipertansiyondan şeker hastalığına kadar daha pek çok sorunu tetikleyecektir.

Neler değişti?

Son yıllarda beslenme tarzımızda büyük değişiklikler oldu: Eskisi kadar sebze meyve yemiyoruz. Yediğimiz sebze ve meyvelerin yapıları eskisinden çok farklı. ıçleri azot artıkları, hormonlar ve daha pek çok kimyasal ile kirlenmiş, dışları zirai ilaçlama artıklarıyla kaplanmış durumda. Eskiye oranla daha az tam tahıl tüketiyoruz.
Hepimiz farkında olmadan beyaz ekmek, pirinç pilavı, undan yapılmış makarna, bisküvi, poğaça, börek, çörek, pastane fırın işi, şeker ve tuz yüklü unlu yiyeceklerin bağımlısı haline geldik. Baklagilleri (fasulyeyi, nohudu, bezelyeyi, baklayı, börülceyi) eskisi kadar sık yemiyoruz.
Balık yemeyi ya unuttuk ya da yediğimiz balıklar o eski balıklar değil! Ya çiftlik balığı ya da ağır metallerle endüstri artıklarıyla kirlenmiş deniz balıkları yiyoruz. Kırmızı et ve tavuk konusuna hiç girmek istemiyorum. Otlakta beslenen sığırların, koyunların, bahçede gezinen tavukların etine, sütüne, yoğurduna, peynirine, yumurtasına hücrelerimiz yıllardır hasret.

Şeker, un, nişasta...

Eskiye oranla çok fazla şeker tüketiyoruz. Mesela “yüksek fruktozlu mısır şurubu” günümüzde gazlı meşrubatlar dâhil hemen her şeyi tatlandırmakta kullanılıyor. Bizde rakamlar net olmadığı için Amerika’dan bir örnek vereceğim; Bir Amerikalının yüksek fruktozlu mısır şurubu tüketimi son 25 yılda on kat artmış! Aynı sorun beyaz şeker için de söz konusu. Son yüzyılda beyaz şeker tüketimindeki artış her ülke için endişe verici boyutlara ulaştı.

Kan zehirlenmesi ne anlama geliyor?

Halk arasında sık kullanılan kan zehirlenmesi tanımı tıbbi bir deyim değildir ama tıpta bilinen bir karşılığı var: Bakteriyemi! Eğer herhangi bir nedenle kana mikroplar karışırsa ateş, üşüme, titreme, çarpıntı, bulantı, kusma, karın, kas ve eklem ağrıları, aşırı terleme, hatta şok ile sonuçlanabilen bir tablo ortaya çıkıyor.
Bu tablonun erken teşhis edilmezse hayatı tehdit edici sonuçları olabiliyor. Teşhis için “kan kültürü” adı verilen incelemeye başvuruluyor. Eğer bu incelemede mikrop ürerse uygun bir antibiyotikle süratle tedavi yapmak gerekiyor.

Gen tedavileri başarılı mı?

Genler DNA denilen ve vücudumuzun şekil ve fonksiyonlarının çoğunu kontrol eden kod’ları içerirler. Hücrelerimizin genlerden aldıkları bilgilerle ürettikleri proteinler vasıtasıyla vücut sistemlerimizin işlemesinden büyümeye kadar birçok fonksiyon gerçekleşmiş olur. Yaşamımız süresince genler hücresel aktiviteleri kontrol ederler. Düzenli çalışmayan genler hastalık sebebi olurlar.
Gen tedavisi hücrelerdeki genlerde değişiklikler yaparak hastalıkları önlemek amacını güder. Bunu yapmak için hatalı bir genle yer değiştirmek veya yeni bir gen eklemek yolu seçilir. Gen tedavisi birçok hastalığın, örneğin kanser, kistik fibroz, kalp hastalıkları, şeker hastalığı, hemofili gibi hastalıkların tedavisinde ümit verecek gibi görünmektedir. Bugün için sadece klinik deneylerde kullanılan gen tedavileri henüz araştırma aşamasındadır.
Bilim adamları halen gen tedavilerinin nasıl işe yaradığını ve en uygun uygulama şekillerini araştırmaktadırlar. Bunu yaparken üç yöntem uygulanmaktadır:
1- Kaybolmuş veya işe yaramayan, bazen değişime uğramış genlerin yenileriyle değiştirilmesi.
2- Bir genin regülasyonunun değiştirilmesi.
3- Hastalıklı hücrelerin bağışıklık sistemi tarafından daha görülür hale gelmesini sağlamak.
Gen tedavilerinin taşıdığı riskler henüz tam aşılabilmiş değildir, çünkü bir gen direkt olarak hücrenin içine sokulmaz, vektör adını verdiğimiz ve çoğunlukla da virüslerden oluşan taşıyıcılara yüklenmek vasıtasıyla hücre içine sokulabilir. Bu teknikle bağışıklık sisteminin bozulması veya virüsün hastalık yapması gibi riskler oluşabilir.
Ayrıca gen tedavisiyle vücuda verilen yeni DNA, üreme hücrelerini, yani erkekte sperm, kadında yumurta hücresini etkileyerek doğacak çocuklarda sorun yaratabilir.
ABD’de gen tedavileri denemeleri FDA ve NIH gibi kuruluşlarca çok yakından kontrol edilmektedir. Virüslerden başka kök hücre ve lipozom denilen yağ damlacıkları da kullanılarak tedaviler denenmektedir. Araştırmacılar çalışmalar devam ettikçe gen tedavilerinin umut verici olabileceğini bildirmektedirler. DR. ERHAN CANKAT
Yazarın Tüm Yazıları