İşte yeni andımız

Madem “Ant”ı kaldırdılar, madem yeni anayasa yazılamadığı için, bizi birbirimize bağlayacak yeni bir gönül anayasasına ihtiyacımız var...

Haberin Devamı

Madem bir kısmımız artık bu ülkenin “öz evladı” kabul edilmediğimiz duygusuyla yaşıyoruz, umudumuz kırılmış, ülkemizin geleceğine karamsar bakıyoruz...
Bu demektir ki yeni bir maneviyat andına ihtiyacımız var. Hadi gelin öyleyse bunu birlikte yazalım:

Her salı günü üzerimde estirilmeye çalışılan belagat şiddetine asla teslim olmayacağıma;
O konuşmalar yapılırken etkilenmeyeceğime, tam aksine geçen yüzyılın başındaki liderlerin konuşmalarını gözümün önüne getirip kahkahalarla güleceğime;
Hayat tarzımı sonuna kadar savunacağıma, bana zorla giydirilmek istenen elbiseyi asla giymeyeceğime;
Bana ileri demokrasi diye yutturulmaya çalışılan bu olağanüstü hali asla kabullenmeyeceğime;
Gezi’de doğan çocuklarla birlikte büyüyeceğime, Gezi ruhunu ise daha da hızla büyüteceğime;
Bana “adalet” diye yutturulan düzenin insanlara verdiği maddi-manevi zararın ortadan kaldırılması için elimden gelen bütün demokratik haklarımı kullanacağıma;
Bu dönemde mağdur edilen insanların haklarının ve şerefinin iade edilmesi için var gücümle çalışacağıma;
Bütün bunları yaparken asla intikamcı ve rövanşist bir duygu taşımayacağıma, geriye değil, ileriye bakacağıma;
Kadına karşı şiddetin, ayrımcılığın ortadan kaldırılması, kadının toplumda eşit bir varlık olarak yerini tam olarak alması için mücadele edeceğime;
Alevilere karşı uygulanan ayrımcılığın, yapılan haksızlığın son ermesi için onlarla tam bir dayanışma içinde olacağıma;
Ülkemin dış politikasını belagat şehvetinin ve mezhep anlayışının tasallutundan kurtarmak, başka ülkelere karşı saygın ve eşit bir zemine oturtmak için sonuna kadar direneceğime;
Türk milleti kavramının, modern, birleştirici, bir arada yaşayıcı, yaşatıcı ve ülkenin bütün vatandaşlarının yaşamak ve yaşatmak istediği değerlere saygılı bir içerik kazanması elimden geleni yapacağıma;
Ülkemde yaşayan herkese “öz evlat”, “öz kardeş” muamelesi yapacağıma, bizi birbirimize düşman hale getiren bu kutuplaşmanın ortadan kalkması için çalışacağıma;
Kişiliğimi, yaşama kültürümü, çevremle ilişkilerimi, kendi ahlakına göre tanzim etmeye kalkanlara asla biat etmeyeceğime, direneceğime;
Herkesin kendini hür ve korkusuzca ifade edebilmesi, görüşlerinden ve inançlarından dolayı baskı altına alınmaması, cezalandırılmaması için var gücümle çalışacağıma;
Bugün yapılanlara, haksızlıklara bakıp, ülkemin geleceği konusunda asla karamsarlığa kapılmayacağıma, tam aksine, bunun sürdürülebilir bir siyaset olmadığına, tam ve gerçek bir demokrasiye geçişin katlanılması ve ödenmesi gereken bedeli olduğuna inanacağıma;
Ülkemin, her gün insanları aşağılayan, haysiyetini kıran siyaset anlayışından kurtarılıp, medeni ve gerçek demokrasilerin üslup zarafetine kavuşması için hep ön sıralarda yer alacağıma;
Ülkemin içerideki ve dışarıdaki bütün sürgünlerinin ülkelerine, işlerine dönmesi için çalışacağıma;
Ülkemdeki demokrasi anlayışını, ‘çoğunlukçu’ zihniyetten kurtarıp, ‘çoğulcu’ anlayışa getirmek için uğraşacağıma;
Müslüman bir ülkede de insanların laik ve demokratik düzeni sürdürebileceğini, birbirlerinin görüş ve inançlarına, hayat tarzlarına saygı göstererek özgürce yaşayabileceğini bütün dünyaya ispat etmek için her türlü çalışmayı yapacağıma;
Türkiye’nin İslam dünyasının gerçek demokrasi ve çağdaşlık yıldızı olması için var gücümle çalışacağıma;
Namusum ve şerefim üzerine ant içerim...
NOT: İsteyen herkes kendi maddesini ekleyebilir.

Haberin Devamı

Kürt olsaydım içimden kuş geçerdi

Haberin Devamı

Geçen cumartesi günü, Başbakan’ın, Şivan Perwer’i elinden tutup sahneye çıkardığını...
Ahmet Kaya’yı bu kadar hasretle andığını görseydim...
“Keşke” derdim, “keşke, bir-iki kelimeyle Musa Anter’i de ansaydı...”
“Keşke”
derdim, “hazır buralara kadar gelmişken, faili meçhule kurban gitmiş Musa Anter’in mezarına da gidip bir çiçek bıraksaydı...”
Türk
olduğum için bir de şunu düşündüm.
“Keşke” dedim, “Şivan Perwer’e gösterdiği muhabbetin birazını da yurduna hiç dönemeyen Nâzım Hikmet’e de gösterseydi, tek kelimeyle ansaydı...
“Keşke” dedim, 12 Mart’ta ayrıldığı ülkesine ancak külleri dönebilen sürgünleri de ansaydı.
Çünkü ben, Zülfü Livaneli’yi 12 Mart döneminde sürgündeyken tanıdım.
Cengiz Çandar’ı aynı dönemde Paris sokaklarında, takma isimle gezerken tanıdım.
Ataol Behramoğlu’yla dostluğum da aynı sürgün yıllarında başladı.
Gençliğim, kendi ülkesinde öldürülen Sabahattin Ali’yi, ülkesinde yıllarca hapis yattıktan sonra sürgüne gidip bir daha dönemeyen Nâzım Hikmet’i, bir hayat boyu arkasında polis görevlileriyle gözetim altında yaşayan Orhan Kemal’i, Aziz Nesin’i, Yaşar Kemal’i okuyarak geçti.
Barış Derneği davasında yıllarca hapis yatan insanları, mesela Ali Sirmen’i tanıdım.
Tanıdıklarımla yıllarca konuştum. Bana her şeyi anlattılar.
Ama hiçbiri bunlardan “ebedi bir mağduriyet rantı” çıkarmaya kalkmadı. O rantı yemeyi kendilerine yediremediler.
Şimdi bakıyorum da, nesiller nasıl değişmiş, mağduriyet rantları ne kadar baştan çıkarıcı hale gelmiş...
Üç buçuk ay sanki müebbet muamelesi görüyor.
Ye ye bitmiyor...

Haberin Devamı

Yok mudur şu koskoca Almanya’ya diplomaside omurga dersi verecek

DÜN Radikal gazetesinde Ahmet İnsel’in çok öğretici bir yazısını okudum.
Amerikan hazinesi ve Avrupa Birliği, bugünlerde Almanya’ya fena halde yükleniyormuş.
Sebebi ne biliyor musunuz?
Almanya’nın dış ticareti fena halde fazla veriyormuş.
Sırf petrolden geçinen Suudi Arabistan ve Çin’i bile çok geride bırakmış.
Ekonomisi bu kadar güçlü Almanya’nın üçüncü defa seçim kazanan başbakanı bu eleştirilere ne cevap vermiş?
“One minute” mü demiş? “Omurgasızlar” diye azarlamış mı?
Hayır. Sadece maliye bakanı şu zarif ve zeki cevabı vermiş:
“Bayern Munich’ten maç kaybetmesi talep edilemez...”
Peki bu Almanya’nın dışişleri bakanının bu gücünü herkese kabul ettirmeye yönelik bir “derinlik stratejisi” var mı?
“Bu bölgenin ağası benim”, “Bu mahallenin nizamı benden sorulur” afrası ve tafrası duydunuz mu?
Duymazsınız.
Çünkü o diplomasi geçmişte tarihten “dayak yemiş” bir diplomasidir.
Tarihten yediği dayaktan dersini de çıkarmıştır.
O yüzden etine buduna bakmadan, ekonomisinin ve bileğinin gücünü iyice tartmadan, mahallenin kabadayılığına soyunmaz.
Soyunmadığı için de her gün dayak üstüne dayak yemez...

Yazarın Tüm Yazıları