Hem ağlarım, hem gidemem

Arslan gibi koca bir adamın hıçkıra hıçkıra ağlaması yüreğime dokunmuştu. Hem ağlıyor, hem söyleniyor hem de arada bir oturduğu park bankını tekmeliyordu. Kronik bir meraki olduğum için, çaktırmadan bankın diğer ucuna da ben oturdum.

‘‘Allah beni kahretsin!.. Ben adam olmaz hıyarın tekiyim!.. Ben benim ağzıma şeydeyim!..’’le başlayıp kendine dümdüz gidiyor sonra da bol hüngürüklü bir ağlama tutturuyordu. Üstü başı temizdi, hatta özenli giyinmişti diyebilirim. Yanında arada bir tekmelediği irice bir seyahat valizi vardı.

‘‘Bir sigara içer misiniz?’’

‘‘İçerim. Sigara değil, esrar, eroin, kokain bile içerim!’’

Adamcağızın sigarasını yaktım.

‘‘Başınız sağolsun, galiba bir yakınınızı yitirdiniz.’’

‘‘Evet, en yakınımı yitirdim. Çünkü ölen benim. Artık ben yaşıyor sayılmam.’’

‘‘Niye, maaşallah arslan gibisiniz.’’

‘‘Arslan gibiyim ama gidemiyorum.’’

‘‘Nereye?’’

‘‘Avrupa'ya.’’

‘‘Niye gidecektiniz?’’

‘‘İş-güç sahibi olmaya, nefes almaya. Yarın işten atarlar mı kábusundan kurtulup rahat uyumaya, itilip kakılmadan yaşamaya, oğlumu insan gibi yetiştirmeye...’’

Sözünü kesmesem daha da sayacaktı.

‘‘Galiba Türkiye'den pek memnun değilsiniz.’’

‘‘Ya siz?’’

‘‘Eh hamdolsun, yuvarlanıp gidiyoruz.’’

‘‘Ben artık yuvarlanamıyorum bile. Belediye'nin kazıp açık bıraktığı çukura bir gece düşüp belimi incittiğimden beri çelik korseyle dolaşıyorum. Sırt üstü yatmak bile benim için işkence.’’

‘‘Belediye'yi dava etmediniz mi?’’

‘‘Davayı kazandım ama korsenin ücretini bile alamadım. Yine de bugüne kadar sağ salim gelebildiğim için şükürler olsun.’’

‘‘Galiba çok şanssız bir yaşamınız oldu.’’

‘‘Yoo, Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğu gibi bir yaşamım oldu.’’

‘‘Yani?’’

‘‘Yani, babam sert bir adamdı ve en küçük hatamda beni döverdi.’’

‘‘Eh, babanın vurduğu yerde gül biter.’’

‘‘Gül değil, çürükler biterdi. Ama öğretmenlerim daha fena döverdi.’’

‘‘Niye, tembel miydiniz?’’

‘‘Hayır, çok çalışırdım ama öğretmenlerim aldıkları maaşlarla çok zor yaşarlardı. Çektikleri sıkıntıların nedeni olarak da bizleri görürlerdi. Çoğu gece ikinci bir işte çalıştıkları için sabah sınıfa kan çanağına dönmüş gözlerle ve öfkeleri burunlarında olarak gelirlerdi. Babam sert adamdı ama Cumhuriyet kuşağı bürokratıydı. Bana ülkemi, devletimi ve yurttaşlarımı sevmeyi öğretti. Dedesinden kalma konağı satıp beni okuttu. Avusturya Lisesi'ni bitirince üniversitenin Arkeoloji Bölümü'ne girdim. Tarihe tutkundum. Tam üniversiteyi bitirecektim ki, hapse düştüm.’’

‘‘Ne yaptınız?’’

‘‘Hiçbir şey. Okulda sağcılarla solcular dövüştü. İki çocuk vuruldu. Sağcılık ya da solculukla hiç ilgim olmadığı halde polis beni de götürdü. Sonra da hem sağcı hem de solcu militanı olduğuma dair birer itirafname imzalattılar. Ne yapayım, sorgulama çok sıkıydı. Elektrik bile verdilerdi.’’

‘‘Sonra ne oldu?’’

‘‘Ne olacak, mahkemede ilk celsede beraat ettim. Ama ilk celse ancak 9 ay sonra yapılabildi. Ben hapistayken babama inme indi.’’

‘‘Çok şükür yine ucuz kurtulmuşsunuz.’’

‘‘Hayır, pahalı kurtuldum. Üniversite bitince polisteki kaydım yüzünden devlet bana arkeolog olarak iş vermedi. Özel sektörde de arkeoloji işi yok. İngilizce, Almanca ve bilgisayar kullanmasını bildiğim için askerlikten sonra bir otelde resepsiyon memuru olarak iş buldum. Sevdiğim işi yapamadığım için çok mutsuzdum. Ama eve ekmek götürebildiğim için yine de yakınmıyordum. Sonra da evlendim.’’

‘‘Allah mesut etsin.’’

‘‘Eşim de çalışıyordu, derken oğlumuz oldu. Oğlumuzun geleceğini düşünerek banka borcuyla küçük bir apartman dairesi alıp oraya taşındık.’’

‘‘Maaşallah oğlan uğurlu gelmiş. Benim oğlum Seyit de bize uğurlu gelmişti. Harçlanıp, borçlanıp biz de bir daire almıştık.’’

‘‘Ama banka bizim daireyi elimizden aldı.’’

‘‘Vah vah, banka borcunu ödeyemediniz mi?’’

‘‘Karı koca çalıştığımız için tıkır tıkır ödüyorduk. Hatta artan parayla ve yine banka kredisiyle elden düşme bir de araba almıştık. Hafta sonları Şile'ye, Silivri'ye filan gezmeye gidiyorduk. Hasan denizi çok seviyordu.’’

‘‘Banka, evi niye geriye aldı?’’

‘‘Yalnız evi değil, arabayı da aldı. Banka bizi dolar hesabı üzerinden borçlandırmıştı. Krizden sonra 500 milyonluk taksidimiz 1.5 milyarı geçti. Zaten kriz nedeniyle eşimin çalıştığı şirket kapandı. Cavidan işsiz kaldı. Biz de borcumuzu ödeyemedik.’’

‘‘Doğrusu çok üzüldüm, ama gençlikte bunlar oluyor. Bizim de başımıza geldi. İnanmazsınız, bir çorba için bakkal bile dolandırdık. Ama eşler birbirini sevdikten sonra savaşıp, didinip bu kötü günleri atlatıyorlar.’’

‘‘Cavidan yaşasaydı belki biz de atlatabilirdik.’’

‘‘Cavidan'a ne oldu?’’

‘‘Yeşil ışıkta yaya geçidinden karşıya geçerken bir arabanın altında kaldı. Babalarının lüks arabalarıyla yarış eden 16'şar yaşında iki çocuk kırmızı ışıkta duramamışlar!..’’

‘‘Vay kahpenin dölleri!..’’

‘‘Hayır, gayet zengin ve saygın ailelerin dölleri... Ben çalıştığım için Hasan'ımı anneannesine vermek zorunda kaldım. Yine de bağrıma taş basıp oğlumun eğitim parasını biriktirmeye çalışıyorum. Ama vuruldum. Hastanede iki ay kalınca beni de işten çıkardılar.’’

‘‘Kavga filan mı ettin?’’

‘‘Hayır canım, bizim semtin futbol takımı 3. Lig'e yükseldiği için vuruldum. Mahallenin gençleri sevinçten havaya ateş ederlerken ben de balkonda çamaşır asıyordum. Hastaneden nefret duygularıyla çıktım. Artık ülkemden, devletimden nefret ediyordum. Hatta, yurttaşlarımdan korkuyordum. Beni her an soymalarını, öldürmelerini bekliyordum. Hele, televizyonda doğduğum günden beri suratlarını seyrettiğim politikacıların buruşuk, pembe ve tombul etlerini gördükçe sırtıma sancılar saplanıyordu. Çünkü onlar bana, sırtıma dişlerini geçirip hálá kanımı emmeye çalışan ihtiyar birer sülük gibi geliyorlardı. Bir gün oturup bütün batı üniversitelerine mektup yazdım. Mektuba üniversite bitirme tezimi de ekledim. Artık Türkiye'de yaşayamazdım. Bütün gün kulağımın zarını yırtan hoparlörlü patates-soğancılara ve müezzinlere bile dayanamıyordum.’’

‘‘Cevap geldi mi?’’

‘‘Üç üniversiteden birden... Hele Berlin Üniversitesi açık bir uçak bileti bile göndermişti. Neyim var neyim yok sattım. Oğlumla helálleşip havalimanının yolunu tuttum. Artık Türkiye'den kurtuluyordum. Bunca yıl göznuru döküp dirsek çürüttüğüm arkeoloji bilimini Berlin'de hoca olarak öğretmenin mutluluğunu yaşayacaktım. Bir yıl içinde Hasan'ımı da yanıma aldıracaktım.’’

‘‘Niye gitmedin?’’

‘‘Allah kahretsin, eşekliğimden!.. Tam dış hatlar binasına saparken yandaki yeni inşaatın amelelerine gözüm ilişti. Kir-pas içinde, kara-kuru, partal giyimli çirkin adamlardı. Tırnaklarının içi bile simsiyah çamurla doluydu. Ellerini yıkamayı akıl edemeden inşaatın önündeki çayıra yayılmış, öğle yemeğini yemeye çalışıyorlardı. Hatta biri burnunu bile karıştırıyordu. Kendi kendime,
'İyi bak, işte senin ülkenin insanları bunlar!.. Bu yaratıkları unutma da, Berlin'de vatanımı özledim diye hıyarca nostaljiye kapılma!..' diye söylendim. Benim önlerinde dikildiğimi gören amelelerden biri güleç kahverengi gözlerle bana bakıp,

‘‘Buyur gardaş, galiba açsın. Gel beraber lokma yiyek’’ dedi. Yanındaki herif ayaklarımın dibine bir gazete serdi. Biri gazetenin üstüne yarım domates, bir başkası biraz beyaz peynir, öbürü üç-dört zeytin koydu. Güleç gözlü olanı iki eliyle kavradığı ekmeği ortadan bölüp azıkların yanına bıraktı. Benim de gırtlağıma bir yumru girdi ve gözlerimden yaşlar indi. Uçak biletimi yırttım. İşte o gün bugündür, ağlıyorum ve gidemiyorum!..’’

Berlin'de Doyç Oper'in karşısındaki küçük dairem, knaypelerim (yani meyhanelerim), müzelerim, tiyatrolarım gözümde canlandı.

‘‘Üzülme, ben de sigarayı bırakamıyorum!..’’ dedim.
Yazarın Tüm Yazıları