Garip hostes kıyafetleriyle içki yasağının çağrıştırdıkları

Haberin Devamı

Evrenin oluşumunu büyük patlamaya bağlayan teoriyi herkes bilir. Bu konuda gelişme ve tartışmalar baş döndürücü. Cern deneylerinde “tanrı parçacığı aranıyor”.  Standart modelin, ışık hızının asla geçilemeyeceğine dair varsayımı “takyon”lar sebebiyle sorgulanıyor, evrenin sürekli büyüdüğü ve günü geldiğinde patlayacağı ifade edilirken, bir başka görüş limite gelindikten sonra bu defa büzülme yaşanacağını iddia ediyor, “Big Bang”den önce de evrenin bu süreci defalarca yaşadığı söyleniyor, “paralel” evrenlerden bahsediliyor, “sicim” teorileri isimlendiriliyor, “Atom altı” parçacıkların gizemi çözülmeye çalışılıyor.
Hülasa “bilim” bu konularda doludizgin. Tüm bu araştırmalar, beraberinde “kadim” bir tartışmayı da gündemde sıcak bir şekilde tutuyor.
Yaklaşımlardan biri, böylesi mükemmel bir düzenin mutlaka bir “yaratıcı”ya ihtiyaç gösterdiğini ifade ediyor.
Diğer yaklaşımsa, insan aklının sınırlılığından dem vurarak, idrakimizin “akıl üstünü” kavrayamayacağını söyleyerek, Tanrının varlığı veya yokluğunu tartışmanın beyhude olduğunu, zira mevcut beyin kapasitemiz ile bu durumun asla bilinemeyeceğini belirtiyor.
İkinci yaklaşımın yanında saf tutanlar; tüme varımcı, ampirik, materyalist bir dünya görüşünü temsil ediyorlar. Bu tercihinde bulunanlar, ister istemez kendilerini “aklın” soğukluğuna mahkum ediyor, “mana”nın yumuşatıcı ikliminden bilinçli bir şekilde vazgeçiyorlar.
Tanrının varlığını mukadder görenler ise, bu fikirlerini derinleştirebilmek için, doğal olarak bir yol haritası ihtiyacı için giriyorlar. İşte bu noktada “dinler” ortaya çıkıyor. Esasına bakarsanız, semavi dinler itibariyle, Tevrat, İncil, Kur’an, her biri Tanrıya ulaşmanın, inandıkları bu kavramı hissetmelerinin metodolojileridir aslında.
Hal böyle olunca kutsal metinlere özel bir önem atfediliyor. Onların, “tartışmasız tanrı kelamı” olduklarına inanılıyor. Bağlı olarak, bu kabulleri onların yaşamlarına anlam katıyor, “niçin” sorgusunun bilinmezliğine karşı kendilerini güçlü hissetmelerine vesile oluyor.
Derinliğine bakıldığında, her iki yaklaşımın da, özünde bir farkı olmadığı görülüyor.
Birinci yaklaşım “inanmamaya inanıyor”, diğeriyse doğrudan “inanmayı” seçiyor.
Yani her iki tarafta, bir biçimde “inanıyor”.
Şurası açık ki her iki taraf da, başlangıç noktalarını bir kabule, varsayıma, yaslandırıyor.
Birinci grup, kabulünü bu noktada tuttuğu için, tüm yaşamı, ister istemez maddeci prensipler üzerinden algılıyor.
İkinci grup kutsal metinlerin yol göstericiliğine itibar ettiği için, o külliyatların beslediği tüm unsurlarla çeşitleniyor, peygamberlerini kutsallaştırıyor, alimlerini yüceltiyor, mezhepler oluşturuyor ve bu süreçteki tüm yorumlarını başlangıçtaki tanrı kabulleriyle bire bir örtüştürüyor, özdeştiriyor.
Bu yöntem, teorik bazda “varsayım üzerinden varsayım” türetilmesine tekabül ediyor. Soyutun soyutlanması, ister istemez, ölçü kaçırıldığında o Tanrı inancını ifade eden dinin hayatın gerçeklerinden kopması sonucunu doğuruyor.
Bu noktaya gelmiş bazı uygulamalar, din adına insan aklıyla bağdaşmayan sonuçlar doğuruyor.
Yanı sıra, dinler arasında farklı anlayışlar ortaya çıkıyor ve öngörülen amaç hiç öyle olmasa da yeryüzü insanları arasında gerginliklere sebep oluyor.
İnsanlık tarihine baktığınızda, kötü örneklerle mukayese edilirse, çok daha az kirlenmişlik duygusu yarattığı için, birinci grup, tıpkı düzgün müminler gibi, daha “steril” bir görüntü arzediyor..
Bugünün Avrupa’sında ateist yada Agnostik kitlelerin sayısal çokluğu bahse konu yanlış uygulamalarından hareketle kendine izah yaratıyor.

Haberin Devamı

Her samimi fikir muteberdir

Haberin Devamı

Mao’nun sözüydü. Her fikir bin çiçek açtırır. Türkiye’nin halleri ortada. Tam anlamıyla tarihi bir süreçten geçiyoruz. Tüm kabuller, paradigmalar sorgulanıyor. Herkes, hepimiz, bu dinamik dönemi kavramaya çalışıyoruz. Doğal olarak çok farklı bakış açıları var. Kendimize dair düşüncelerimiz kaygan bir zeminde zaman zaman  değişikliğe uğruyor. Velhasıl, çalkalana çalkalana en doğruyu ve makulu bulabilmek adına çaba sarfediyoruz.
İşte böylesi süreçlerde her fikre, her yaklaşıma saygı duyarak yaklaşmak çok önemli. Fikir sahibi şayet samimi ise onun söyledikleri hepinizin saygısına mazhar olabilmeli. Bir şairin önemli bulduğum bir tespitini hatırlıyorum. “Anlamsız şiir olmaz ama anlamsızlığın şiiri olur”.
Yani her fikre dair; zarar verici, insan haysiyetini örseleyici, ırkçı, kutsallara öfke kusan, hakaret eden, özetle “saçmalama” seviyesine inen söylemler hariç tüm sarsıcı ve şok edici fikirler de dahil, şiddet önermeyen yaklaşımlar demokratik olgunluk içinde kabulümüze dahil olmalıdır.
Değerli gazeteci Hasan Tahsin Kocabaş’la mail ortamında başlayan diyalogumuzdan esintiyle bu satırları yazma ihtiyacı duydum. 

 

Yazarın Tüm Yazıları