Fatih sarayına istakoz bile getirdi

Türkler yararlı her şeyi, önyargıya kapılmaksızın kabul etmeleriyle ünlüdür.

Bu engeli yalnız deniz ürünleri aşamamış. Osmanlı tarihinde tek istisna Fatih Sultan Mehmet olmuş. Sultan sarayına birçok deniz ürününü (mesela istakozu) getirtmiş. Ancak bu bir gelenek oluşturmamış. Bugün balık açısından mutfağımız kaliteli, ama balık tüketiminde geriyiz.

Balık mevsimi açıldı. Balıkçılar, ‘‘Vira Bismillah’’ deyip demir aldılar. Havalar da iyi gidiyor. Balığın bu yıl bol ve ucuz olacağı söyleniyor. Öyleyse şimdi deniz kenarına gidip şöyle keyifli bir balık yemenin tam zamanı.

Geçenlerde Ali Pasiner'in önümüzdeki günlerde çıkacak bir balık kitabına kısa bir yazı yazdım. Söylediğimin özeti, bizim bu balık işinde kalite açısından çok üst düzeyde bir mutfak anlayışı geliştirdiğimiz, buna karşılık balık tüketiminde iyice yaya kaldığımızdı.

Denizle hayatı birleştirebilmek, hayata farklı bir bakışı gerektirir. İlk bilmemiz gereken nokta şu: Deniz engin tuzlu bir su değil, ondan çok ötelerde bir şey. Keskin poyrazıyla, akşamüstleri karaya doğru tatlı tatlı esen imbatıyla, karayeliyle ve daha nice rüzgarıyla bile karadan farklı. Denizde ayağınızın altı sallanır. Karada yere sağlam basarsınız. Dolayısıyla deniz üzerinde denge kurmak yetenek ister. Denizin kıpırtısıyla vücudunuzun ritmini uyuşturamazsanız, vay halinize!

İÇİNE GİRECEK DEĞİLİZ

Ne kadar abartılı bir taşıyıcının içinde olursanız olun, denizde doğayla başbaşa kalınır. İnsan her an her türlü sürprize açık olmalı. Deniz mutluluğu güvenlikte arayan adamın yeri değildir. Onu hayatın sürekli bir mücadele ve sürprizlere açık bir deneyim olduğunu düşünenler sever.

Evinizde oturup pencerenizi çerçeve yaparak denizi uzaktan seyrediyorsanız, bu da bir şey. Ama denizle barışık olmak için bu kadarı yetmez. 1950'lerin başında sahilde ev yaptırmak için arsa alan, sonra da bu keyfi arkadaşlarıyla paylaşmak isteyen babamı hatırlarım. Yıllar sonra, Kuşadası'nda komşumuz olan arkadaşı anlatmıştı. Babamın, ‘‘Her şey bir yana, deniz kıyısında birer evimiz olacak’’ demesine karşılık, ‘‘Deniz varsa içine girecek değiliz ya’’ cevabını vermişti.

Bugün bile böylesi bir anlayışı pek fazla aşabildiğimiz söylenemez. Mesela İstanbul-Tekirdağ üzerindeki sayısız ‘‘site’’ye bakın. Oralardaki yapılaşma bile denize saygısızlığa delil teşkil etmeye yeter. O sitelerde oturanların kaçının küçük de olsa bir sandalı vardır? Kaçı balık tutar? Hep çok merak ederim.

KUR'AN'DA YASAK YOK

Denizle yaşamanın bir başka güzelliği de, içinde yaşayan sayısız balık ve deniz ürünüdür. ‘‘Denizden çıkan babam bile olsa yerim’’ sözünün bildiğim bir dilde karşılığını bulamadım. Aslına bakılırsa bu deyiş Ortadoğu kültürüne aykırı. Bölgenin halklarına dört bin yılı aşkındır yol gösteren dinlerin bu konuda tutucu olduğunu kabul etmeliyiz.

En eski tek tanrılı din Musevilik, sadece suyun içinde yüzen balığı yiyecek sayar. Deniz ürünleri ise, ‘‘kaşer’’ -yani İslamiyetteki karşılığıyla ‘‘helal’’- değildir. Yorum bana ait olmak üzere söyleyeyim: Musevilik, suda yaşayıp da kara hayvanı gibi yürüyen ya da bir yere tutunup yaşayan kabuklu deniz yaratıklarının yaşama biçimini bir tür sapkınlık saymış olmalı.

Kur'an böyle bir ayrıntılı yasağa yer vermez. Buna rağmen, herhalde Museviliğin etkisiyle, bizde de deniz ürünlerini yemekten uzak durulmuş. Deniz ürünlerinin sofralardan dışlanmasında, belki de o zamanlar denizle yeni tanışmış olmanın etkisi vardır. Öte yandan, Türkler tarihte yaşadıkları ortama uyum göstermekle ve kendilerine yararlı olan hemen her şeyi, önyargılara kapılmaksızın, kolayca kabul etmeleriyle ünlüdür. Bu engeli yalnız deniz ürünlerinin aşamamış olması üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta.

Osmanlı İmparatorluğu tarihinde görülen tek açık istisna, bir Rönesans prensi gibi davranan Fatih Sultan Mehmet olmuş. Bizans'ın başkentini fetheden Sultan, sarayına birçok deniz ürününü -mesela istakozu- getirtmiş. İyi de etmiş. Ancak bunun bir gelenek oluşturmadığı, tarihin ilerleyen sayfalarında açıkça görülüyor.

DENİZLER DE BİZİM

Ben denizle barışık olmanın ötesine geçip, denizle içiçe yaşamanın taraftarıyım. Elbette herkes benim gibi düşünsün diyecek halim yok. Bir dostum, atalarımızın denizden karaya çıkmak için milyonlarca yıl çaba sarfettiğini öne sürerek, ‘‘ben evrimi niye tersine döndüreyim’’ derdi. Onun fikri de kendine! Yalnız iyi bildiğim bir şey var: Yeryüzünün her yerinin, karaların olduğu kadar göklerin ve denizlerin de, insanoğluna ait olduğunu unutmamak gerek. Nimet her yerde ve onu arayıp bulmak ve hayatın keyfini çıkartmak da bu dünyadaki en önemli işimiz.
Yazarın Tüm Yazıları