Fatih’in filminden çık, anneni ara!

Fatih Akın’ın filmleri tıpkı Almodovar’ın filmleri gibi, insanı tuhaf bir şekilde motive ediyor.

Oysa anlatılan hikayeler hüzünlü, sarsıcı, bazen fazlasıyla arabesk.

Galiba her ikisinin de sırrı şu: Filmlerdeki karakterler fazlasıyla tutkulu ve cesur.

Çoğunun kaybedecek bir şeyi yok. Belki de o yüzden denemekten korkmuyorlar.

Akın’ın son filmi "Yaşamın Kıyısında" yine böyle karakterlerle dolu işte. Almanya’da doğup büyümüş Alman dili profesörü Türk genci mesela.

Yaşadığı bir olay sonrası Bremen’deki rahat ve fazlasıyla "Alman" hayatından vazgeçip Beyoğlu’nda bir sahaf dükkanı satın alıyor ve İstanbul’da yaşamaya başlıyor. Tamam, gerçek hayatta bu kadar hızlı ve tutkulu kararlar alabilen pek az.

Ama zaten -yanılmıyorsam tabii- Fatih çoğunluğun değil, o "pek az"ların peşinde.

Sonra Nurgül Yeşilçay’ın canlandırdığı devrimci kız karakteri.

Ona evini açan Alman kızla ertesi gece barda öpüşmeye başlıyor. Sanki "bir gecede lezbiyen olmuş" gibi görünüyor.

Aslında lezbiyen de olmuyor, sadece tutunuyor karşısındakine.

Alman kız kendini/evini hiç sakınmadan ona açtığı için...

Filmin diğer ilginç bir yanı da, üç karakterin başka başka sebeplerden İstanbul’a gelmesi ve burada mutlu olması! Önce Alman dili profesörü geliyor, sonra Alman kız, ardından onun annesi.

Tehlikeli yüzü apaçık gösterilmesine rağmen (tinerciler, kapkaç) sanki hepsi kendilerini ve huzuru buluyor İstanbul’da.

Dahası kalmak istiyor, dönmek istemiyorlar Almanya’ya.

Biraz Özpetek’in "Hamam"ındaki gibi oryantalist bir durum söz konusu.

Bizim gibi, içinde yaşayanların pek anlayamayacağı bir sihri var sanırım İstanbul’un.

Ya da bizim çoktan tükettiğimiz bir "sihir".

Sonuç olarak, uzatmayayım, "Yaşamın Kıyısında" etkileyici, sade, "Duvara Karşı"ya göre daha dingin/cafcafsız, filmden çıkınca "Dur annemi bir arayayım" diyeceğiniz çok dokunaklı bir film, kaçırmayınız...

İstila da berbat

Filmlerle devam edersek: Michelle Pfeiffer’ın "Kadının Olamam" filminden sonra bir başka kötü yabancı film daha var vizyonda, adı İstila.

Başroldeki Nicole Kidman ve Daniel Craig de filmi kurtaramıyor maalesef.

Konu da öyle aman aman ilginç değil. Hatta Heroes’lardan, 4400’lerden sonra fena halde sıkıcı bile denebilir. Buna bir de filmin yavanlığı eklenince iyice katlanılmaz oluyor İstila. Kısacası; bilimkurgu-aksiyon filminlerini seven hayalkırıklığına uğrayabilir.

Santral Otto raporu

Bir ya da iki yıl önce ilk kez Nike’ın bir partisi için gittiğim Santralistanbul’un yeni hali inanılmaz gerçekten. Yeni bir dünya yaratmışlar. Üniversite, müze, kafeler, yeşil alan... Her şey var.

Eyüp’le Alibeyköy’ün ortasında bir vaha gibi burası.

Ve tabii Otto: Bence İstanbul’un en ferah mekanı. Tam 500 metrekareye yayılmış.

Tavanı da alabildiğine yüksek. Anlayın, ferahlığın durumunu yani.

Ortada Wagamama misali -ya da kantin usulü- masalar yerleştirmişler.

Nefis aydınlatmalar var, tülleri sarkan (parti olduğunda kimi ayılar bu tülleri çekip duruyorlarmış). Meraklısına belirtmekte fayda var bu arada: "Denizanası" isimli bu aydınlatma Murat Tamgüç tasarımı.

Bir başka mühim ayrıntı da şu tabii: Otto’nun sadece o nefis pizzaları değil, tüm ana yemekleri (tavukları/biftekleri) o koca taş fırında pişiyor. Daha leziz oluyor yani.

Gece 23.00’a kadar açık oluyormuş Otto. Gündüzleri Bilgi’nin öğrencileri ders arasında gelip şişe filan açtırıyorlarmış. Geceleri de MBA öğrencileri ve Otto müdavimleriyle doluyormuş mekan.

"Nereden bulacağım orayı" diyen tembellere de, hiç yapmam ama, bu adres de hizmetim olsun: www.otto-pgb.com
Yazarın Tüm Yazıları