Çocuklar beni sever

Kendime çay mı demleyeyim yoksa akşamdan kaldığımı gidermek için koyu bir kahve mi pişireyim diye mutfakta dikilirken kapı çalındı.

Emin, karısı ve dört çocuğuyla kapıda dikiliyordu. Sağolsun Emin, sektirmeden ailesiyle her bayram ziyaretime gelirdi. İstanbul'da yek bavulla ve yek yürekle okumaya gelmiş, üniversiteyi hırp diye bitirmiş babayiğit bir Anadolu delikanlısıydı. Ayıptır söylemesi, okuması ve iş bulabilmesi için Emin'e becerebildiğim kadar destek olmuştum. Askerliğini bitirir bitirmez de üniversite aşkı Zehra ile evlenmişti. Her Anadolu delikanlısı gibi ilk 6-7 yıla 4 çocuk sığdırmıştı. Zehra da Emin gibi İstanbul gurbetinde okuyan bir kızdı. Hatta nikáh şahitliklerini de ben yapmıştım. Ama bu bayram sabahı Zehra'nın gözleri ağlamaktan kıpkırmızı tavşan gözüne dönmüştü. Hayrola deyip içeriye buyur ettim.

- Kusura bakma fazla duramayacağız babam... (Neredeyse yıllardır bana babalığı yakıştırmıştı) Zehra'nın annesi vefat etti. Cenazeyi yetiştirmek için Antep'e gidiyoruz.

- Allah rahmet eylesin, başınız sağolsun.

- Çocukları sana bırakmaya geldik babam.

- Aman Emin'ciğim, ben kendime yetmezken 4 çocukla nasıl baş ederim?

- Benim bildiğim babam, çocuk sever ve çocuk hastasıdır. Hatta torunlarının delisidir.

- Çocuk sevmek başka iş, çocuk bakmak başka iş... Bunlar acından ölürler be!

- Biz her şeylerini getirdik. İşte bu torbada. Biz bugün uçakla gidip yarın dönüyoruz. Onlar uslu çocuklardır, seni rahatsız etmezler. Azıtırlarsa dedeleri olarak kıçlarına birer şaplak çekersin.

- Yahu benden başka bunları bırakacak kimsen yok mu?

- Benim bu İstanbul'da senden gayrı kimim var ki babam! Burada herkes kendi derdine düşmüş. Can verirken bile bir bardak su uzatanın yok.

Emin çok dokunaklı konuşurdu. İçimden, ‘‘Seni Edebiyat Fakülteleri'nde okutup laf ebesi yaptığım için ben kendi aklımı öpeyim!’’ diye homurdanırken, Zehra kucağındaki 2 yaşındaki veletle saldırıp elimi şap diye öptü ve alnına koydu. Artık koyu bir kahveye karar vermekten başka çarem kalmamıştı. Hatta kahvenin yanında iki kadeh konyak bile korkularımı biraz hafifletmeye yetmezdi.

SAVURDUM PASPAS SOPASINI AMA...

Emin'in 4 çocuğunu kanapeye yaş sırasına göre yan yana oturttum. Onlara ciddi, hatta ürkütücü görünmek için pijamalarımı çıkarıp siyah pantolonumu ve siyah deri ceketimi giydim. Gözüme kapkara siyah gözlükleri taktım ve elime de yuvasından çıkardığım paspasın sopasını aldım. Kanapeye bardak gibi yanyana dizdiğim veletlerin önünde, paspas sopasını havada ıslık çaldırarak savurup tek söz etmeden birkaç tur attıktan sonra en kalın sesimle,

‘‘Arkadaşlar bu evde disiplin, düzen ve itaat isterim!’’ diye diskura başladım. En sonunda oturan 2 yaşındaki Buğra, ‘‘Sisim... Sisim!’’ gibisinden abuk bir ses çıkardı.

‘‘Şimdiden söyleyeyim, ben konuşma izni vermedikçe bu evde konuşmaya kalkan pişman olur!’’ diye gürleyip paspas sopasını Zaloğlu Rüstem'in gürzü gibi havada bir daha döndürdüm.

Buğra'dan 2 yaş büyük olan Senem, kalktı çalışma masamda vazonun içinde duran kalem ve fırçaların içinden kırmızı bir boya çekti ve dudaklarını boyamaya başladı. Ben, ‘‘Dur kız ne halt ediyorsun?’’ diye boyayı elinden almaya çalışırken, Oktay'la Orkun mutfaktan getirdikleri portakalla salonda çift kale bir futbol maçına giriştiler. Buğra bir avaza ‘‘Sisim!’’ diye bağırmaya başladı. Maçı durdurmak için portakalın peşinde seyirtirken Senem televizyonu açıp zaplamaya başladı. Sonra da bir Tarkan klibi bulup ses ayarını sonuna kadar açtı.

Portakalı tam yakalayacakken Oktay beni çalımlayıp şutunu çekti. Ben kırılan minik akvaryumumdaki iki küçük balığımı koltuğun ve masanın altında ararken Oktay'la Orkun bir avaza, ‘‘İğne hakem! İğne hakem!’’ diye bağırmaya başladılar. Balıklarımı bulup can havliyle mutfağa koştum ve bir tencereye su doldurup hayvanları içine bıraktım. Emin'in veletlerine bir temiz sopa çekmek niyetiyle salona döndüm. Senem, klipteki şarkıya uyup oynamaya koyulmuştu. Öyle bir kıvırıp gerdan kırıyordu ki seyre koyulup salona niye girdiğimi unuttum. Üstelik yanaklarını da kırmızıya boyamıştı. Oktay'la Orkun usta boksörlere ve karatecilere taş çıkartıracasına goldü değildi diye birbirlerini paralıyorlardı. Tekme ve yumruklar havada uçuşuyordu. Dayanamadım, ‘‘Mideye çalışın lan!’’ diye bağırdım.

BEN Mİ DEĞİŞTİM ÇOCUKLAR MI DEĞİŞTİ

Buğra'nın tombul bebek yüzünü huzurlu bir gülücük kaplamıştı. Çünkü oturduğu kanapeyi yarısına kadar ıslatmıştı. Ben küçük bir çocuktan bu kadar çiş nasıl çıkabilir diye düşünürken o, minik eliyle ıslak kanapeye şap şap vurup ‘‘Sisim!‘‘ dedi.

Mutfağa dönüp kendime bolkepçe bir rakı koyup ‘‘Ben çoluk çocuk, hatta torun torba büyütmüş bir adamım. Acaba ben mi değiştim yoksa bu çocuk milleti mi değişti?’’ diye düşünmeye başladım.

İçerden bir şangırtı sesi geldi. Demek ki kristal bardaklarımın durduğu büfenin camı aşağıya inmişti. Derken televizyonun sesi yükselip alçalmaya başladı. Sonra da tamamen sustu. Anteni hakladıklarını tahmin ettim. Ama gürültü kesildi diye sevinmeme fırsat kalmadan müzik seti bangır bangır çalmaya başladı.

Rakımdan okkalı bir yudum alıp,

‘‘Bak Oğuz, sen ömrünü çocuklara ve gençliğe adamış bir adamsın. Artık moruduğun için bu yavruları anlayamıyorsun. Bu masum bebeler, bu yeni ve zalim dünyada hangi koşullarda büyüyorlar haberin var mı? Apartmanların içine sıkışmış, doğadan kopmuş, tüketim canavarının vahşi saldırılarına karşı savunmasız büyüyorlar. Artık sevgimizden başka onlara verebileceğimiz ne kaldı?’’ diye rakının etkisiyle kendime bir söylev çekip buzdolabında meyve, çikolata, dondurma, kola ne buldumsa yüklendim ve salona döndüm. Buğra, kolaya saldırdı. Diğerlerinin de elleri ve ağızları bir anda meşgul olduğu için salonu bir huzur kapladı. Ortalıkta kırık ve dökük eşyalara bakmamaya çalışarak en müşfik sesimle, ‘‘Bir varmış bir yokmuuuş... Deve tellál iken, pire berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar ikeen...’’ diye bir masal girişi yaptım.

- Tellál ne?

- Tellál duyurucu, yani bir nevi reklamcı.

- Televizyondaki Mehmet Ali gibi mi yani?

- Eh, aşağı yukarı...

- Peki, deve kim?

Oktay, Orkun'a kızdı.

- Hani Camel sigarasının üstünde eğri büğrü bir at var ya... Deve işte o hıyar!

- Peki, tellál ayda kaç dolar alıyor?

O sırada Buğra, ‘‘Kakam!’’ dedi.

Ertesi gün çocuklarını almaya geldiklerinde Emin, ‘‘Seni üzmediler değil mi babam?’’ diye sordu.

‘‘Hayır hiç üzmediler. Hatta çok da iyi vakit geçirdik. Bir yere giderken arada bir yine bana bırakabilirsiniz.’’ dedim.

Çocuklarla vedalaşmam bir hayli dokunaklı oldu. Hele Senem'in boynuma bir sarılışı vardı ki, aynen klipteki kızın Tarkan'ın boynuna sarılışı gibiydi.

Tabii Emin'e ve Zehra'ya çocukları meyhanelere barlara götürüp içirdiğimi, sabaha kadar da diskolarda tepindiğimizi söylemedim.

Not: Bayramlaşmak için sizlerle hasret gidermek istedim. Eski defterleri karıştırıp dört yıl önceki bir yazımı yayınladım. Bağışlayın. Motor teklese de boya, kaporta biter bitmez oradayım.
Yazarın Tüm Yazıları