30 yıl önce 30 yıl sonra Avrupa Konseyi

BUNDAN 30 yıl önce gazeteci olarak üzerinde en çok mesai yaptığım dosyalardan biri Avrupa Konseyi idi. 12 Eylül askeri müdahalesinden sonra Avrupa Konseyi Türkiye’yi yakın izlemeye almış, Konsey’in en önemli organı olan Parlamenterler Meclisi (Asamble) bu açıdan çok kritik bir önem kazanmıştı.

Merkezi Strasbourg’da bulunan Konsey, Avrupa’da demokrasi ve hukuk değerlerini korumak, geliştirmek hedefiyle kurulmuştu. Bir üye ülkede darbe yapılması karşısında durumla müdahil olmak Avrupa Konseyi’nin varlık nedeniyle doğrudan ilgili bir yükümlülüktü. Bu yükümlülüğü üstlenen ise Konsey’e üye her ülkeden milletvekillerinin bir araya geldiği Asamble idi.

KONSEY’İN EVREN ÜZERİNDEKİ BASKISI

Asamble, o dönemde Türkiye üzerinde yakın bir gözetim mekanizması kurdu. Bu çerçevede Asamble’nin hem hukuk hem de siyasi işlere bakan komisyonları Türkiye’ye düzenli bir şekilde gelip gelişmeleri yakından gözlüyor ve durumu Asamble’ye rapor ediyordu.

Bu raporlar Asamble’nin her güz ve ilkbahar toplantılarında Türkiye’deki durumun masaya yatırıldığı görüşmelerin çerçevesini oluşturuyor, toplantılar her seferinde askeri yönetimi bir an önce demokrasiye dönmeye ve insan hakları ihlallerine son vermeye davet eden sert kararlarla sonuçlanıyordu.

O dönemde Batı dünyasında Kenan Evren üzerinde en ağır baskıyı Avrupa Konseyi icra etmişti. Askeri yönetimin demokrasiye dönüş takvimini süratle açıklayıp taahhüt ettiği takvime uyarak çekilmesinde Strasbourg’dan gelen baskısının büyük etkisi olmuştur.

STRASBOURG TEK UMUT KAPISIYDI


O yıllarda Cumhuriyet gazetesinin Ankara bürosunda diplomasi muhabiri olarak görev yapıyordum. Bu görevim çerçevesinde en önemli meşguliyetlerimden biri, Ankara’ya gelen Avrupa Konseyi heyetlerinin izlenimlerini almaktı. Cumhuriyet o dönemde askeri rejime olan mesafeli çizgisi çerçevesinde Avrupa Konseyi haberlerini en geniş verme cesaretini sergileyebilen gazeteydi. Bu haberler bazen yalnızca Cumhuriyet’te çıkardı.

Her heyet geldiğinde Büyük Ankara Oteli’nin lobisinde muhakkak özel bir mülakat alırdım. Bazı heyet üyeleriyle artık ahbap olmuştuk. Gazete Asamble’nin güz ve ilkbahar dönemi toplantıları için beni sıkça Strasbourg’a da gönderdiği için Avrupa Konseyi’nin Türkiye’ye bakışını bütünlük içinde izleyen iki üç Türk gazetecisinden biriydim.

Darbe dönemi yıllarıydı. Siyasi faaliyetler yasaklanmış, partiler kapatılmış, önde gelen siyasetçiler askeri kamplarda gözetim altına alınmıştı. Ülkenin her bir köşesinden çok ağır insan hakları ihlalleri, işkence ve ölüm haberleri geliyordu.

Bu ihlaller, Türkiye’de yalnızca ve yalnızca stratejik çıkarlarını düşünmekte olan Amerika’nın umurunda değildi. Ama Avrupa kaygılıydı ve eleştirilerini her fırsatta dile getiriyordu. Avrupa Konseyi, o yıllarda Türkiye’de askeri rejimin baskısı altında bunalan insanlar için Batı dünyasındaki neredeyse tek umut kapısıydı.

YENİDEN STRASBOURG’A BAKMAK


Aradan 30 yıl gibi bir süre geçti. Geçenlerde gazeteci olarak Avrupa Konseyi haberleriyle yeniden çok fazla meşgul olmaya başladığımı fark ettim.

Örneğin, geçen kasım ayında Ankara’ya gidip Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland ile mülakat yaptım, temaslarını izledim. Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg’ün Türkiye ziyaretleri sonrası kaleme aldığı eleştirel raporlar artık zamanımın önemli bir bölümünü alıyor.

Avrupa’nın bugün insan hakları alanındaki en önemli otoritesi olan Hammarberg, sıkça Türkiye’ye geliyor, tutuklu gazetecileri ziyaret ediyor, hazırladığı eleştirel raporlarda ifade özgürlüğü ve yargı alanındaki ciddi sorunlara dikkat çekiyor.

Sonuçta 30 yıl sonra kendimi yine aynı egzersizin içinde buldum. Şu paradoksa bakın ki, 12 Eylül liderlerinin yargılandığı, Türkiye’nin AB’ye tam üye adayı olduğu ve ileri demokrasiye geçildiğini ilan eden bir hükümetin iş başında bulunduğu bir dönemde bu uğraşın içindeyim.

Ama Avrupa Konseyi heyetleri yine gelmeye devam ediyor. Konsey’den hazırlanan raporlar ağır hak ihlallerine dikkat çekiyor, Batı medyası da bu raporları duyuruyor.

Bu, galiba Türkiye’de gazeteci olmanın kaderi. Her seferinde çok uzun bir mesafe kat ettiğinizi zannettikten sonra birden başlangıç noktasına yakın bir yere düşmeyi çağrıştıran tuhaf bir duyguyu yaşıyorsunuz.

Rejimler değişiyor, yeni hükümetler kuruluyor ama vatandaşların devlet ve siyasal iktidar karşısında mağdur olması keyfiyeti değişmiyor.

Yoksa her şey bir yanılsama mı? Ya da bir zaman makinesinin içinde tutsak mı kaldım?
Yazarın Tüm Yazıları