140 karakterlik Anna Karenina

Tolstoy klasiği Anna Karenina’nın Keira Knightley’li en yeni sinema versiyonunu izlerken önce bir afallıyorsun.

Haberin Devamı

Çünkü yönetmen herkesin az çok bildiği hikayeyi tiyatro dekoru önünde anlatıyor.
Sadece bazı sahnelerde gerçek mekanlara açılıyor.
Onun dışında hep dekorları kullanıyor. Dahası, bu dekorlar arasında yeni neslin bilgisayar oyunlarındaki atmosferine uygun olarak hızlı ve beklenmedik geçişler yapıyor.
Hatta bazen öyle hızlı cereyan etmeye başlıyor ki her şey (özellikle ikinci yarıda), yönetmenin sırf bütçesizlikten değil, yeni nesli yakalamak için de böyle bir yönteme başvurduğunu düşünmeye başlıyorsun.
O yüzden yeni Anna Karenina aslında tam da 140 karakterlik çağın formunda: Uzatmadan, sıkmadan sadede odaklanıyor.
Peki ya aşk? Anlattığı aşkı öldürüyor mu film?
O da bir sonraki kutunun mevzusu...

 Fazla aşk delirtir mi 

Hayır, o malum büyük aşkı gayet hissettiriyor film.
Keira Knightley beklenmedik bir şekilde şahane oynuyor.
Acıyı hissettiriyor damar damar... Şehveti de!
Piknikte bir öpüşme sahnesi var mesela, unutulmaz.
Ama aynı şeyi Kont Vronsky’yi oynayan Aaron-Taylor Johnson için söylemek pek mümkün değil.
Bazı halleri fazla karikatürize kalıyor. Filmin sonunda ise yine o muhteşem sorularla baş başa kalıyorsun tabii:
- Fazla aşk delirtir mi? (Bana sorarsanız, evet. Ama delirmek güzel olabilir bazen).
- Gerçek aşk aynı zamanda topluma karşı bir başkaldırı mıdır?
(Bence şöyle: Gerçekten birine aşık olduğun zaman aslında kimse bu durumdan hoşlanmıyor! Aşkını abartılı bulmaya başlıyor.
O noktada da zaten topluma başkaldırmış oluyorsun. Aşk düzeyini aşağı çekmeye çalışıyorlar, çekmelerine izin vermediklerinde ise ‘deli bu’ oluyorsun.)

Haberin Devamı

Kasıntısız, kesintisiz Beyrut

Atilla Bingöl yazın tanıdığım hiperaktif bir turizmci.
İki dakika yerinde durmuyor, bir gün orada bir gün burada.
Şimdilerde ise birbirini tanıyan, hep beraber bir yerlere gitmek isteyen arkadaş gruplarına yeni şirketi Tinlux’la özel turlar düzenliyor.
Mesela diyorsun ki, “Biz şu kadar kişiyiz ve şu şehre gitmek istiyoruz. Ama oranın da en hip ve lokal yerlerinde yiyelim, içelim. Gidince debelenmeyelim, turist gibi takılmayalım.”
Her şeyi ayarlıyor Atilla ve sonuçta kişilere özel dikilmiş bir tur çıkartmış oluyor. 
En son bize de Beyrut turu düzenledi.
Eğlenme kapasitesi yüksek arkadaşlarla dahil olup şehrin altını üstüne getirdik. Şöyle ki:
- Aslında gündüzü pek yaşamadık denebilir. Çünkü Beyrut’a gelince hep böyle oluyor. Sabaha kadar o kulüp senin bu kulüp benim geziyorsun. Öğleden sonra kendine geliyorsun ve bir bakmışsın yine akşam olmuş!
- Mad Club diye bir yer var. Böyle bir ses ve müzik sistemine sahip bir kulüp bizde yok! DJ’in iyi çalması ve arada yapılan kabare tarzı şovlar da cabası. Ama her şeyi bir yana bırakalım, bizdeki gibi kimsenin kasılmayıp herkesin gerçekten eğleniyor olması muhteşem bir lüks. Ahmet Hakan’ın önceki gün yazdığı gibi ne yazık ki, “Eğlenmeyi bilmeyen bir ulusun çocuklarıyız.”
Böyle bir kulüp bizde açılsa bile localardan birbirimizi keser dururuz. Dans etmeyiz bile, orası kesin.
- Mad Club sonrası herkesin gittiği yegane adres ise B 018.
Saat 03.00’te dolmaya başlıyor. Sabahın ilk ışıklarına kadar açık. Savaş sırasında sığınak olarak kullanılan bu yeraltı mekanının bazen üstünü açıyorlar, hava alıyorsun.
Kapattıkları anda ise tabutta gibisin. Ürkütücü ama seksi.
- Ve al-Mandaloun. Zengin Lübnanlılar’ın tercih ettiği müzikhol. Yunanlılar’ın buzuki barlarını andırıyor. Tek bir orkestra var, ama arka arkaya bir sürü şarkıcı çıkıyor.
Fena yanı, Arapça şarkıların bir süre sonra iç bayabilme olasılığı...
- İki tane de restoran tavsiyesi:
Yolunuz düşerse Enab’a gidin. Mezeleri 10 numara. Yanında Lübnan rakısı Arak’ı yudumlayın tabii.
Medea’da ise modernleştirilmiş Lübnan mutfağını tadın.

Yazarın Tüm Yazıları