Dün “Şiddet Karşısında Cezasızlık Kültürü” başlıklı yazımla yaptığım giriş beni bu sorulara daha detaylı bir şekilde yanıt aramaya yöneltti. Bu sorular üzerinden şiddete başvurmanın Türkiye’deki hukuk sistemi içinde karşılaşacağı yaptırımları değerlendirmek istiyorum.
Özetle, bir saldırganın ödeyeceği bedel nedir?
*
Kuşkusuz, bu bedelin derecesi saldırının mağdurda yol açacağı sonuçlara bağlı. Her halükârda temel referansımız 2004 tarihli Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “Vücut Dokunulmazlığına Karşı Saldırılar” bölümünde “Kasten yaralama” başlığı altındaki 86’ncı maddesinin birinci fıkrası. Saldırının sonuçlarının farklılıklarına göre bu maddeden verilecek cezada muhtelif arttırımlara gidiliyor.
TCK 86/1’e göre, “Kasten başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan” kişiye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Ancak...
2005 yılında TCK’da yapılan bir değişiklikle, metne bu fıkradan hemen sonra bir ek fıkra yerleştirilmiş. Diyor ki bu ek (ikinci) fıkra: “Kasten yaralama fiilinin kişi üzerindeki etkisinin basit bir tıbbi müdahaleyle giderilebilecek ölçüde hafif olması halinde mağdurun şikâyeti üzerine, dört aydan bir yıla kadar hapis ve adli para cezasına hükmolunur.”
Birinci fıkra mağdurun şikâyetini aramazken, sonradan eklenen ikinci fıkrada tanımlanan saldırı kategorisi için şikâyet koşulu getiriliyor.
*
Ya da gazeteci Yavuz Selim Demirağ’ın daha geçen hafta sonunda Ankara’da evinin girişinde bir grup saldırgan tarafından beyzbol sopalarıyla dövüldükten sonra götürüldüğü hastanedeki görüntüleri. Beyaz gömleğini kaplayan kan lekesini ve hastanede sargılar içinde kaybolan yüzünü gördüyseniz, hafızanızda yer etmiş olmalıdır.
Ve bütün bunlara her gün eklenen aynı içerikteki yeni haberler, yeni görüntüler... Tekirdağ’da Ekrem İmamoğlu’na yaptığı bağışın dekontunu Twitter’da ‘herseyguzelolacak’ hashtag’iyle paylaşan Göknur Damat’ın sosyal medyada bir linç kampanyasına maruz kaldıktan sonra “Sen misin o cesur yürek” diyen meçhul bir şahıs tarafından baldırından bıçaklanması...
Ve önceki gün gelen bir haber... Antalya’da gazeteci İdris Özyol’un çalıştığı yerel gazetenin bürosu önünde bir grup saldırgan tarafından dövülüp hastanelik edilmesi...
YAPANIN YANINA KÂR KALIRSA
Aslında şiddet, kaba güç söz konusu olduğunda mesele sadece siyasetçilerin, gazetecilerin, sosyal medyada ön plana çıkmış kişilerin uğradıkları mağduriyetle sınırlı değildir. Konu şiddetin yaygınlaşma eğilimi gösterdiği bir ülkede herkesin sorunudur.
Böyle bir hadise bir gün trafikte yaşanan basit bir anlaşmazlığın ardından da patlak verebilir. Ya da herhangi bir mekânda tümüyle bir yanlış anlama ya da niyet okuması üzerinden sergilenen bir kabadayılık şeklinde de kendisini gösterebilir.
Son hadiselerin toplumda yarattığı rahatsızlığın bir boyutu da şiddete başvuran kişilerin bu eylemlerinin ardından tutuklanmayıp serbest bırakılmalarıdır. Şiddet karşısında bir cezasızlık kültürünün yerleştiği algısı, ne yazık ki saldırganları daha çok şiddete teşvik etmekte, bu da şiddet sarmalının toplumda daha çok ivme kazanmasına yol açmaktadır.
Ve herkesin yanıt aradığı soru, saldırganların genellikle nasıl olup da serbest kaldığıdır. Türkiye’deki yasalar nasıl oluyor da bunu mümkün kılıyor? Yoksa sorun yasalarda değil de uygulamada mıdır? Yoksa her iki şık da mı geçerlidir?
Beliren sıkıntıyı görebilmek için iki tarafın pazartesi akşamı telefon görüşmesinden hemen sonra yaptıkları açıklamaların metinlerine ve vurgulardaki farklılıklara bakmak yeterli.
*
Kremlin’in açıklamasında terör vurgusu ön planda. Bu duyuruda, iki cumhurbaşkanının özellikle İdlib gerilimi düşürme bölgesindeki durumu “radikal silahlı grupların giderek sıklaşan ateşkes ihlalleri ile bağlantılı olarak ele aldıkları” vurgulanıyor.
Rusların açıklamasına bakarsanız sorun tümüyle radikal gruplardan kaynaklanıyor. Burada kastedilen İdlib’de alan hâkimiyetini büyük ölçüde elinde tutan terörist El Kaide çizgisindeki Hayat Tahrir üş Şam (HTŞ) örgütüdür.
Buna karşılık Cumhurbaşkanlığı’ndan görüşmenin içeriğiyle ilgili olarak Türk kamuoyuna yapılan paylaşıma baktığımızda Erdoğan’ın farklı bir çizgide durduğu ortaya çıkıyor. Buna göre Cumhurbaşkanı görüşmede Putin’e, “son iki haftadır İdlib’e yönelik ateşkes ihlallerinin endişe verici boyutlara ulaştığını” belirttikten sonra “sivillerin yanı sıra okul ve hastanelerin hedef alınıp tahrip edilmesinin terörle mücadeleyle izahının mümkün olmadığını” kaydetmiş.
*
Gerçekten de Rus Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçaklarının desteğinde hareket eden Esad ordusunun topçu ateşinin yanı sıra helikopterlerden varil bombaları atarak yürüttüğü bu harekâtta terörist-sivil ayrımının gözetilmediği açık bir gerçek.
Birleşmiş Milletler’in bu konudaki çarpıcı tespitine göre, İdlib’de 28 Nisan sonrasında şiddetlenen çatışmalarda toplam 18 sağlık tesisi isabet almış ve kullanılmaz hale gelmiş bulunuyor. Bunlar arasındaki iki hastane iki kez saldırıya uğramış.
Bu gibi sorular, terör eylemlerine sahne olan demokratik ülkelerde ifade özgürlüğü alanında en çok baş ağrıtan, sıkıntı yaratan konuların ilk sıralarında yer alıyor.
Dünkü yazımızda konu ettiğimiz, Anayasa Mahkemesi’nin öğretmen Ayşe Çelik hakkındaki ‘hak ihlali’ kararı, yukarıdaki soruların yanıtlarını net bir şekilde vermesi, bu tartışmada esas alınması gereken hukuki kriterleri somut bir şekilde tanımlayıp sıralaması bakımından büyük önem taşıyor.
AYM’nin oybirliğiyle aldığı kararda ‘hak ihlali’ derken hangi kriterlerden yola çıktığına bugün daha detaylı bir şekilde bakabiliriz.
*
AYM’nin öncelikle altını çizdiği nokta “Türk hukukunda terör ile bağlantılı her tür düşünce açıklamasının değil, yalnızca terör örgütlerinin cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek, övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandanın yapılmasının suç olarak kabul edilmiş olduğudur”.
Suç olan, şiddet ve tehdidin meşru gösterilmesi, övülmesi, teşvik edilmesidir.
Problemli alanlardan biri, ifade edilen bazı görüşlerin pekâlâ terör örgütleriyle bağlantılı olabilmesi, hatta örgütlerin görüşleriyle paralellik taşıyabilmesidir. AYM, bu hassas başlıkta şu kriteri getiriyor:
“
Ayşe Çelik devam etmişti: “İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın, görün duyun artık bizi, el verin. Yazık insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın. Söyleyeceklerim bu kadar, çok teşekkür ediyorum”.
Beyaz’ın “Bir alkış alalım Ayşe Hanım’a” çağrısıyla salondan alkışlar yükselmişti.
“İnşallah en kısa zamanda bütün o söylediğiniz barış dilekleri bizim için de geçerli, biz de diliyoruz. En kısa zamanda bütün bunlar çözülsün istiyoruz. Çok teşekkür ediyoruz” dedikten sonra Beyaz, şöyle eklemişti:
“Bütün bunların bir şekilde konuşuluyor olması da lazım, yeri zamanı neresi olursa olsun, bazı şeylerin dile getiriliyor olması lazım”.
*
İşte 8 Ocak 2016 akşamı ‘Kanal D’ canlı yayınında gerçekleşen bu diyaloglar orada kalmamıştır. Bu diyaloglar, ülkemizde ifade özgürlüğünün sınırlarının nereden geçtiği konusunda temel referans oluşturacak bir Anayasa Mahkemesi kararına kadar uzanan zorlu bir hukuk mücadelesini de beraberinde getirmiştir.
Ayşe Çelik’i canlı yayına bağlayıp mesajını bütün Türkiye’ye duyurmasının yol açtığı tepkiler ve rahatsızlıklar nedeniyle Beyazıt Öztürk’ün o dönemde bir hayli sıkıntılı günler yaşadığını tahmin etmek zor değildir.
Ancak asıl bedeli ödeyen
Bugün YSK’nın İstanbul seçimiyle ilgili iptal kararıyla ilgili tartışmayı şimdilik bir tarafa koyarak yeniden İdlib konusuna dönmek istiyorum. Geçen bir hafta içinde ortaya çıkan vahim gelişmeler bir güncellemeyi gerekli kılıyor.
*
Önce Türk kamuoyunda yeteri kadar üzerinde durulmayan bir hadiseyi hatırlatalım. Astana süreci çerçevesinde ‘gerilimi düşürme bölgesi’ ilan edilen İdlib’de, bilindiği gibi Türkiye’nin toplam 12 askeri gözlem noktası bulunuyor. Bu gözlem noktalarından biri geçen cumartesi günü Esad rejiminin açtığı topçu ateşinde isabet aldı.
Vurulan yer, İdlib’in güneyindeki kırsal alanda, Hatay sınırına kuş uçuşu 45 kilometre kadar uzaklıkta olan Zaviye’deki 10 numaralı askeri gözlem noktası. Bu üssün Suriye sınırına uzaklığı 5 kilometre kadar. Dolayısıyla buradaki Türk askeri birliği Suriye ordusunun havan topu atışlarının menzili içinde kalıyor.
Milli Savunma Bakanlığı tarafından da duyurulan bu olayda iki Türk askeri yaralandı. Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir savaş uçağının eşliğinde üç helikopterin gözlem noktasına iniş yapması suretiyle yaralanan askerler buradan tahliye edildi.
*
Can kaybı olmadan atlatılan bu hadise Ankara-Moskova-Şam üçgeni içinde son derece hassas bir durum olarak kabul edilmeli. Çünkü 2018 başında bu birliklerin intikalleri sırasında can kaybı yaşanan iki saldırı hariç tutulursa askeri gözlem noktaları İdlib’de faaliyete geçtikten sonra bugüne dek herhangi bir saldırının hedefi olmamıştı. En azından açık kaynaklara yansıyan bilgilere baktığımızda tablo böyle.
Böyle olması, gerek uzunca bir zamandır İdlib’i sınırın dış çeperinden top atışına tutan Suriye ordusunun, gerek bugün İdlib’i kontrolü altında bulunduran terörist El Kaide uzantısı Heyet Tahrir üş Şam (HTŞ) örgütünün Türkiye’yi karşılarına almamak konusunda belli bir dikkat içinde hareket ettiklerine işaret ediyordu.
YSK bu kararı alırken, 31 Mart yerel seçimlerinde İstanbul’daki toplam 31 bin 124 sandıktan 225’inde kamu görevlisi olmayan şahısların başkan olarak görevlendirildiği tespitinde bulunmuştur. Demek ki bu durum İstanbul genelindeki sandıkların binde 7’sinde yaşanmıştır. Yani oran olarak yüzde 1’in de altındadır.
YSK, benzer şekilde yasaya göre sandık kurullarına -başkan haricinde- düz üye olarak seçilmesi gereken kamu görevlileriyle ilgili kuralın gözetilmediği vakaların da bulunduğuna hükmetmiştir. Bu durumda 3 bin 500 dolayında sandık olduğu öne sürülüyor.
*
Bu saptamaların ardından meseleyi tartışırken öncelikle yanıt aramamız gereken soru, sandığın teşkili aşamasında beliren bir sorunun o sandıkta oy verme işlemlerinin düzgün bir şekilde yapılmasını sakatlayıp sakatlamadığıdır. Bilindiği kadarıyla, oluşumunda pürüz görülen söz konusu sandıklarda hile ya da hatalı sayım yapıldığı yolunda -en azından şu ana kadar- ortaya çıkmış bir bulgu yoktur.
Daha ilginç bir nokta, kurul başkanlarının kamu görevlisi olmadığı tespiti yapılan sandıkların toplamında AK Parti adayı Binali Yıldırım’ın CHP adayı Ekrem İmamoğlu’na üstünlük sağladığı yolundaki haberlerdir. Bu husus YSK’ya gelen verilere erişimi bulunan kuruldaki CHP temsilcisi Mehmet Hadimi Yakupoğlu tarafından geçen salı akşamı Habertürk’te Kübra Par’a açıklanmıştır.
Ayrıca YSK, 2017 anayasa referandumunda mühürsüz zarfları geçerli kabul ederken aldığı çok tartışılan kararında, sandık kurullarında yapılan ihmal ya da hataların seçmenin oy kullanma hakkını engellememesi gerektiği görüşünden hareket etmişti.
*
İşin tabii bir de usulle ilgili çok önemli bir yönü bulunuyor. Sandık kurullarının oluşumu ile ilgili itiraz süresi (son seçimde 2 Mart) geçildiği takdirde, YSK’nın yapılacak itiraz başvurularını reddetmesi kurulun yerleşik içtihadıdır.
AK Parti ile MHP’nin 298 sayılı Seçim Yasası üzerinde ortak teklif şeklinde sundukları değişiklikler özellikle sandık kurullarının oluşumuyla ilgili bir dizi yenilik getirdi. Önce bunlara kısaca göz atalım.
*
Eski sistemde sandık kurulu başkanlarının ilginç bir seçim yöntemi vardı. İlçe seçim kurulu başkanı ile bu kuruldaki dört siyasi partinin temsilcileri, her bir sandığın başkanlığı için “iyi ün sahibi olmakla tanınmış okuryazar kimselerden” birer aday gösteriyordu. Bu beş aday arasından kura çekilmesi suretiyle biri sandık başkanı oluyordu.
Sandık kurulunun kalan beş üyesi ise o ilçede geçen seçimde en çok oy almış beş siyasi partinin görevlendireceği temsilcilerden oluşuyor, ayrıca bir köy veya mahalle ihtiyar heyeti üyesi ya da bir kamu görevlisi kurula son üye olarak dahil ediliyordu.
Geçen yılki yasa değişikliği eski sistemi köklü bir şekilde değiştirdi. Önce “iyi ün sahibi üye” ve ihtiyar heyeti kontenjanları kaldırıldı ve sandığa doğrudan iki kamu görevlisinin dahil edilmesi kuralı getirildi. Kalan beş üye yine o ilçede en çok oy almış beş siyasi partinin bildireceği isimler olacaktı.
Burada işin püf noktası sandık kurulu başkanının belirlenmesi ile ilgili. Düzenlemeye göre (madde 22), bir ilçenin mülki idare amiri (kaymakam) ilçede görev yapan tüm kamu görevlilerinin listesini ilçe seçim kurulu başkanına bildiriyor. İlçe seçim kurulu başkanı, bu liste içinden -ad çekme suretiyle- o ilçedeki sandık sayısı kadar ‘sandık başkanı’ seçiyor. Başkan, ayrıca yine aynı listeden her sandık için aynı yöntemle birer de düz üye seçiyor.
İkisi arasındaki farkların en önemlisi, sandık kurulunun başkanlığı eskiden kura yoluyla siyasi parti adaylarına da açıkken, bu kez başkanlığın doğrudan kamu kontenjanına geçmesidir.
*