Oktay Ekşi

Özgürleşiyormuşuz!

22 Ekim 2010
HANİ “Allah’ın sopası yok ki!” diye bir söz var ya, dün bazıları için tam da ona uygun gerçekler içinde yaşadık: Kayseri’de “Türkiye Gazeteciler Federasyonu”nun 31’inci “Başkanlar Konseyi” toplantısı varmış. Bu toplantıya Sayın Cumhurbaşkanı da katılmış. Katılınca bir de konuşma yapması lazım ya... Nitekim çıkmış konuşmuş. “Demokrasinin vazgeçilmez prensiplerinden birinin basın özgürlüğü olduğunu” söylemiş.
“Basının özgür olması konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye sorsanız, aynı yanıtı Eritrea Devlet Başkanı Isaias Afworki’den veya en az onun kadar despot biri olan Kuzey Kore lideri Kim Jong-II’den de alırsınız.
Mesele “basının özgür olmasının yararları” değil, sizin başında olduğunuz ülkede “basının ne kadar özgür olduğu”dur.
Cumhurbaşkanı Gül Kayseri’deki konuşmasında ona da yanıt vermiş, “Türkiye’nin basın özgürlüğü yönünden geçmişte çok eleştirildiğini ve çok büyük eksikliklerin olduğunu” söyledikten sonra “gelinen noktada bu alanda çok büyük ilerlemeler kaydedildiğini ve AB (Avrupa Birliği) kriterlerinin yerine getirildiğini” belirtmiş.
Biliyorsunuz Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da öyle söylüyor.
Ne var ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın AB kriterlerinin yerine getirildiğini söylediği gün, yıllardan beri her ülkedeki basının “ne ölçüde özgür” olduğunu yayınlayan Sınır Tanımayan Gazeteciler (Reporters Without Borders) (RSF) isimli kuruluş Türkiye’deki basının 178 ülke içinde 138’inci olduğunu ilan etti.
Listenin en dibinde İran, Türkmenistan, Kuzey Kore ve Eritrea’nın olduğunu söylersek nerede olduğumuz daha iyi anlaşılır.
Bir de “Daha özgürleşiyor” muyuz, yoksa “Özgürlüğümüz giderek kısıtlanıyor mu?” sorusuna yanıt vermek için belirtelim:
Geçen yıl listedeki yerimiz 122’ncilikti. Bir önceki yıl yani 2008’de 102’nci, 2005’te 98’inci idik.
Kısaca “hiç iyi olmadık” ama “bu kadar kötü duruma” düşmüş de değildik.
Değildik ama Başbakan Tayyip Erdoğan’a sorarsanız, 14 Eylül 2009 günü Avrupa Birliği ülkeleri Büyükelçilerine verdiği iftardaki konuşmasına göre “İfade özgürlüğüne bu kadar önem veren, verdiği önemin de gereğini hakkıyla yerine getiren bir iktidarın, özgür basını susturmak, engellemek, sıkıştırmak, üzerinde siyasi baskı kurmak gibi bir niyeti olmaz, olamaz”dı.
Zaten kendisinin “medya kuruluşları üzerinde siyasi veya ekonomik baskı kurma hakkı ve yetkisi” olduğundan söz bile edilemezdi.
Bir sonraki örneğe geçmeden söyleyelim:
Türkiye’de bugün, önemli sayılacak hiçbir medya organı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı kızdırabilecek bir haberi yayınlayamamaktadır.
Ama Başbakan Erdoğan’ın geçen yıl “Türkiye’de basın özgürlüğü ABD’dekinden de ileridedir” dediğini de anımsayınca, yukarıdaki sözler yerine oturuyor.
İyi de kendisi de bir gazeteci-yazar olan Taha Akyol, tam da RSF’in bizi 138’inci ilan etmesinden bir gün önce “Türkiye’deki değişim, eşitleşme ve özgürleşme yönündedir” diye yazarsa kime ne dersiniz?
Yazının Devamını Oku

Güle güle Türkiye’m

21 Ekim 2010
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) üniversitelerde “türban” yasağını “demokratik rejime, laikliği koruma anlayışına” uygun bulmuştu ve özellikle Türkiye gibi Müslüman halkın çoğunlukta olduğu bir ülkede yasa koyucunun “laikliği koruyucu önlemler almasını” demokrasinin yaşaması yönünden önemli gördüğünü söylemişti, değil mi? Siz öyle sanın!

Doğrusu biz de öyle sanıyorduk.

Anayasa Mahkemesi hem 1989’da hem de 1991’de verdiği kararlarla “üniversitelerde dini inanç ifade eden kıyafet” hariç, kılık kıyafet yönünden serbestliği kabul etmişti böylece “türban”la ilgili yasağın sürmesine karar vermişti değil mi?

Siz öyle sanın’

Doğrusu biz de öyle sanıyorduk.

Danıştay’ın çeşitli dairelerinden çıkan tam 22 kararda, “üniversitelerde türban yasağı uygulamasını” hem hukuka hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerine uygun bulmuştu değil mi?

Siz öyle sanın!

Zaten biz de öyle sanıyorduk.

Bir hukuk devletinde yasalara uyma, yasaların Anayasa’ya aykırı olmaması ve tüm kuralların temelde “hukuka” uygun olması düzenin temelini teşkil eder diye öğretmişlerdi değil mi?

Siz öyle sanın!

Biz de öyle sanıyorduk.

Anayasa’nın 138’nci maddesinin son fıkrasında “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez” deniyor değil mi?

Siz öyle sanın!

Biz de öyle sanıyorduk.

Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne bir mektup yazıp “sınıflara giren türbanlı öğrencilere ses çıkartanı yakarım” tehdidini dile getirdiği ortaya çıkıncaya kadar biz yukarıdaki kuralların hepsinin geçerli olduğunu ve olacağını sanıyorduk.

Siz de öyle saymaya -isterseniz- devam edin.

Artık tartışmasız bir şekilde ortaya çıktı ki, Türkiye’de “hukukun üstünlüğü” diye bir kavram kalmamıştır.

YÖK Başkanı’nın mektubu, Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay ve AİHM’nin kararlarından üstündür. 

Nitekim o yüksek mahkemelerin kararlarına uyma zorunluğu fiilen ortadan kalkmıştır.

Ama hâlâ hukuka bel bağlayan, hâlâ yasaları yürürlükte sanan, hâlâ mahkeme kararlarının herkesi bağladığına inanan  birileri vardır ve onları temsilen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı dün, “üniversitelerde yasalara, mahkeme kararlarına aykırı şekilde serbestlik” ilan edenlere, “hukuki sorumluluklarını” anımsatmaya ihtiyaç duymuştur.

Sayın Başsavcı bu -bizce tarihi- uyarıyı yapadursun, Adana’dan ve Mersin’den, “ilköğretim çağındaki türbanlı kız çocuklarının okula kabul edildiklerine” ilişkin haberler gelmektedir.

Ne diyelim?

İkinci Cumhuriyet hayırlı olsun!
Yazının Devamını Oku

Bağımsızlığa elveda

20 Ekim 2010
SADECE kendisini akıllı zannedenlerin başına böyle kazaların gelmesi belki de ilahi bir uyarıdır. Ama onlardan kaçı bundan ders alır bilinmez. Bu dediğimizin son örneğine Adalet Bakanı Sadullah Ergin sayesinde tanık olduk. Hem yargıyı iktidara bağımlı kılacak hem de yaptığını kimse fark etmeyecekti. Külâh da doğrusu iyi bulunmuştu:

Seçim mekanizması “demokratik” sistemin temel unsuru değil mi? Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 10 üyesini, sadece hakimler ve savcıların gizli oyla yapacağı seçim yoluyla belirlerseniz kimsenin diyecek lafı olmaz.

Tabii seçime müdahale şansı olanların dürüst davranması  koşuluyla.

Nitekim Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Ali Em’in dün basına yaptığı açıklamaya bakarsanız, “seçim fevkalade dürüstçe” geçti. O kadar ki, Yüksek Seçim Kurulu’na bir tek bile şikâyet gelmedi.

Ehh... Oylamanın gizli yapıldığını, oy verenlerin ve oyu sayanların “hukuk” öğrenimi görmüş aydın kimselerden oluştuğunu dikkate alırsanız, bu seçime birilerinin hile karıştırması neredeyse imkânsızdır.

Zaten biz de o bağlamda bir problemin varlığını iddia etmiyoruz. Sonuç olarak da yeni Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun “meşruiyetini” sorgulamıyoruz.

Ama Türkiye’nin her tarafına dağılmış adli ve idari yargıya mensup 11 bin 708 yargıç ve savcı, tam (167+34) 201 adaya oy vermek için sandık başına gidince, ortada “yönlendirici” bir merkez olmadan oylar Adalet Bakanlığının (daha doğrusu Bakanın) seçilmesini istediği 10 isim üzerinde nasıl yoğunlaşmış olabilir?

Unutmayalım:

Bu 11 bin 708 kişi, “en iyi 10 isim” konusunu kendi aralarında bir kere bile tartışmış değildi.

Uygulamaya gelince:

Bir defa hakim ve savcı sayısının az olduğu yerlerde herkes meslektaşının eğilimlerini bileceği için oralarda baskı çok daha kolay kurulur. Tabii “baskı”nın kanıtı da orada daha kolay yakalanır. Nitekim Bingöl ilindeki sonuçlara ilişkin örnek her şeyi anlamaya yetiyor:

Tek sandıkta 37 oy kullanılmış.

Bu 37 oyun ilk 10’unu Adalet Bakanının yalan yere “yok” dediği ama herkesin “bakanlık adayı” olduğunu bildiği hakim ve savcılar almış. Bunlardan en düşük oy alana 26 oy çıkmış.

Bakanlık listesinde olmayan en şanslı adayın oyu 13’te kalmış.

Peki Bingöl’deki hakim ve savcılar o 10 kişiyi (üstelik propaganda yasağı uygulanmakta iken) nasıl tanımış, beğenmiş de desteklemişler?

Kimse kimseyi enayi yerine koymasın:

Yüksek Seçim Kurulu, kesinleşen aday listesini açıklayınca YARSAV’ın daha önce “Bakanlık adayı” olduklarını açıkladığı isimlerin 21; 22; 64; 87; 101; 104; 114; 117; 122; 133 ve 151’nci sıralarda olduğu zaten belli olmuştu. Geriye o sıra numaralarını oy kullanacaklara duyurmak kalmıştı.

El altından belli ki o da yapıldı ve “yargı bağımsızlığı” idealinin cenaze namazı kılındı. Hikâye kısaca budur.
Yazının Devamını Oku

Zoraki nikâh

19 Ekim 2010
FEDERAL Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulf’un Türkiye’yi ziyareti ister istemez insanın aklına iki ülke ilişkilerinin geçmişini getiriyor. Uzun yıllar önce Almanya Şansölyesi (Başbakanı) Konrad Adenauer’in Türkiye’ye yaptığı tantanalı resmi ziyareti anımsayanlar, “iki ülkenin tarihe dayanan dostluğu”nun hep öyle gideceğini zannetmekte haklıydılar. Oysa yaşam öyle devam etmedi:

Şimdi tam “Baba bir hırsız tuttum!” hikâyesine benzeyen bir ilişkimiz var. “Getir!” diyorsun “gelmiyor”, “Bırak!” diyorsun “gitmiyor.”

Zaten Şansölye Angela Merkel’e bakarsanız, ne Türkleri ülkelerine geri göndermeyi başarabildiler ne de onları Alman toplumuna entegre edebildiler.

Türkler orada Türk kaldı. Yani ne Alman davranış kalıplarını ne de Alman mantalitesini benimsediler.

Türkiye’de aynı durumla karşılaşılsa herkes var gücüyle “Kültür çeşitliliği zenginliğimizdir” diye lafa başlar, ağzından “Bize benzesinler” türü bir cümle çıkanı tükürük yağmuruna boğarlardı.

Sarrazin’in Merkez Bankası Yönetim Kurulu’ndan ayrılmasına bakarak, “Orada da tepki gösterilmiş ya!” demeyin.

Oradaki tepkinin ne kadarı “resmî” yani biraz da “zoraki” olduğunu öteki beyanlara ve yapılan araştırmalara bakınca anlıyorsunuz.

Örneğin şu anda Federal Almanya Şansölyesi Merkel’in siyasi ortağı olan Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Genel Başkanı ve Bavyera Eyalet Başbakanı Horst Seehofer’in:

“Türkiye ve Arap ülkeleri gibi farklı kültür çevrelerinden gelenlerin uyum zorluğu çektiği aşikârdır. Bundan da kesinlikle şu sonucu çıkarıyorum:

Bizim başka kültür çevrelerinden ek göçe ihtiyacımız yok!” şeklindeki sözlerinin mürekkebi henüz kurumadı.

Hürriyet’in Berlin’deki Temsilcisi Ahmet Külahçı geçen gün bu sözleri yorumlarken, “Birazcık Almanca bilen biri, Seehofer’in bu sözlerinden (...) Türklerin ve Arapların Almanya’ya gelmesini istemediğini hiç zorluk çekmeden anlayabilir” diyordu.

Daha da kötüsü, genellikle bu konularda hoşgörülü olmaları beklenen Alman Sosyal Demokratları’nın (SPD) tavrının da “CSU” gibi muhafazakâr kanattakilerden farklı olmaması...

Nitekim Külahçı bir başka yazısında Sosyal Demokrat eğilimli Friedrich Ebert Vakfı’nın yaptırdığı bir araştırmayı anımsatıyor ve “CDU/CSU yanlılarının yüzde 23.5’inin, SPD’lilerin yüzde 24.2’sinin, Hür Demokratlar’ın yüzde 16.2’sinin Yeşiller’i destekleyenlerin yüzde 12.7’sinin ‘yabancı düşmanlığı’nı onayladığının” ortaya çıktığını bildiriyordu.

O nedenle yurdumuzu ziyaret eden Almanya Cumhurbaşkanı’na geçenlerde söylediği ve o nedenle yoğun tepki aldığı “(Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi) İslam da Almanya’ya aittir” sözü nedeniyle teşekkür etmeliyiz ama  1930’lardaki temel değerlerin Almanya’da hâlâ yaşadığını unutmamalıyız.
Yazının Devamını Oku

Vur abalıya!

17 Ekim 2010
BİR süredir gazetelerimizde görmeye alıştığımız haberlerden sonuncusu dün geldi:<br><br>Bingöl’ün Karlıova Belediye Meclisi aldığı bir kararla “Kenan Evren Caddesi”nin adını “Said-i Nursi (Kürdi) Caddesi” olarak değiştirmiş. Ayrıca “Adnan Kahveci Parkı” da “Kanireş Kültür Parkı” olmuş. Ötekileri de saymamızı ister misiniz?
Marmaris’teki Kenan Evren Bulvarı’nın adı Cumhuriyet Bulvarı olmuş.
Oysa anımsayacaksınız Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı süresini tamamlayıp da -deyim yerindeyse- inzivaya çekildiği zaman kendisine Marmaris’in Armutalan Köyü’nde bir ev yaptırdı diye Marmarisliler pek bir şişinmişler, mutluluklarını da her vesileyle dile getirmişlerdi.
Fatsa’nın 1980 öncesinde Terzi Fikri (Sönmez) isimli bir Belediye Başkanı vardı. Hemşerimiz sayıldığı için yolumuz o yöreye düştükçe hikâyelerini dinleriz. Ayrıca “Devrimcilik” adına ilkokul öğrencilerini kabristana götürüp “solcu” bir gencin mezarı başında onlara “devrim yemini” yaptırmasından anımsarız. Böyle uçuk biriydi. Ama yörede hâlâ sevenleri vardır. Onun aile bireyleri de Fatsa’daki Evren Caddesi isminin Fikri Sönmez olarak değiştirilmesini istemişler.
Gaziantep Şahinbey Perilikaya bölgesindeki Kenan Evren Bulvarı da “Demokrasi Bulvarı” olmuş.
Evren’in kendi memleketi olan Alaşehir’deki heykelinin -sözde 5 ay önce alınan karar gereğince- kaldırılacağını da Belediye Başkanı geçenlerde müjdeliyordu.
Gördüğünüz gibi yoğun bir “Kenan Evren’e vurma” modası var.
“O bizim hemşerimizdir” diye bir süre önce kasım kasım kasılan Alaşehirliler de “adını ve resmini silme” yarışında başa oynayınca, diyecek söz kalmıyor.
Onlara anımsatalım... Topal Osman hâlâ Giresun’da saygı ile anılır.
Tamam... Kenan Evren, 12 Eylül 1980 tarihli hükümet darbesinin başı idi.
O, demokrasiyi kurtarmak için darbe yapmaya mecbur kaldığını savunuyordu ama “Demokrasi”ye ve “hukuk devleti”ne inananların onu sevmemesi anlaşılır bir tutumdur.
Ama bu insanların kendilerine zerre kadar saygıları varsa, dün Evren’in ismini bulvarlara, okullara, hastanelere, meydanlara koymak için neden yarıştıklarını açıklamaları gerekir.
12 Eylül 1980 sabahı, “Hiç değilse sokaktan geçerken iki serseri genç tarafından solcu yahut ülkücü zannıyla öldürülmekten kurtulduk” diyenler o günleri nasıl da çabuk unuttular?
Keşke 12 Eylül’den önce ülkeyi yönetenler o darbenin altyapısını hazırlamasalardı.
Keşke Türkiye, 12 Eylül darbesine maruz kalmasaydı.
Keşke Diyarbakır Cezaevi gibi utanç kurumlarında yaşananlar yaşanmasaydı.
Keşke binlerce genç karakollarda, cezaevlerinde işkenceden geçmeseydi.
Bunların hepsini anlıyoruz. O dönem mağdurlarının isyanlarına içtenlikle katılıyoruz.
Ama o zaman Evren’e, şimdi de
mevcut iktidara yaranmak için yarışanlarda zerre kadar onur olup olmadığını da
merak ediyoruz.
Yazının Devamını Oku

Biz çok iyiyiz ama!

16 Ekim 2010
BU Batılıların işi gücü mü yok, üstlerine vazife olmayan konulara çok mu meraklılar, her ne ise ikide bir başımıza iş açıp duruyorlar. Daha Dünya Ekonomik Forumu adına yayınlanan “kadın-erkek eşitliği” konulu rapordaki durumu içimize sindiremeden, şimdi de “hukukun üstünlüğü” terazisine çıkardılar.

Biliyorsunuz “kadın-erkek eşitliği” ölçümleri 130 ülke arasında Türkiye’nin sondan 4’üncü yani 126’ncı olduğunu ortaya çıkarmıştı.
Meğer 8 senedir “kuvvetlilerin hukuku” yerine “hukukun kuvveti” sistemini yerleştirmek için çırpınan Başbakan Tayyip Erdoğan hâlâ bir arpa boyu bile yol alamamış.
Hoş, biz bu gerçeğin farkındaydık ama, her gün “demokrasimizin ilerlediğine” ve “hukukun işlediğine” ilişkin o kadar çok ve yoğun nutuk dinliyoruz ki, “Belki de aldanıyoruzdur” diyorduk.
Meğer aldanmıyormuşuz. Bunu “Dünya Adalet Projesi” (DAP) isimli kuruluşun son üç sene boyu yaptığı araştırma sonuçlarını aktaran Washington’daki arkadaşımız Tolga Tanış bildiriyor.
Tanış’ın verdiği habere göre DAP, araştırmasını dünyadaki 190 küsur ülkenin 35’inde yapmış. Bu ülkeler ABD, Arnavutluk, Arjantin, Avustralya, Avusturya, Bolivya, Bulgaristan, Kanada, Kolombiya, Hırvatistan, Dominik Cumhuriyeti, El Salvador, Fransa, Gana, Hindistan, Endonezya, Japonya, Ürdün, Kenya, Liberya, Meksika, Fas, Hollanda, Nijerya, Pakistan, Peru, Filipinler, Polonya, Singapur, Güney Afrika, Güney Kore, İspanya, İsveç, Tayland, Türkiye imiş.
Bu ülkeleri bir de bölgelere göre incelemişler. Biz “Doğu Avrupa ve Orta Asya kategorisinde, üst-orta gelir seviyesindeki ülkelerden biri” imişiz. Bizim grupta “bölge” bazında Polonya, Hırvatistan, Bulgaristan ve Arnavutluk; “gelir” bazında ise Arjantin, Bulgaristan, Hırvatistan, Meksika, Polonya ve Güney Afrika varmış.
Bulgulara gelince:
“Hukukun üstünlüğü” denince 35 ülkenin son 5’inden biri imişiz.
Yüksek Mahkemelerinin verdiği kararları bir YÖK Başkanı tek bir yazı ile geçersiz kılabiliyorsa herhalde öyle bir ülkeye 35’incilik bile çoktur.
“Basının hükümet üzerinde denetleme görevini ne derece yürütebildiğini” hiç sormayın. Nitekim araştırmacıların yüzde 55’i ülkemizde “Böyle bir şeyin olmadığını” ileri sürmüş.
Hoş, “hükümetin denetlenmesi” konusunda 35 ülkenin 31’incisi olduğumuza göre ortada hayret edecek bir şey yok demektir.
Ama bizde halkın mahkemeye ulaşma yönünden durumu, çok ülkeden iyi imiş. Yargının görevini bihakkın yapıp yapmadığı konusunda da notumuz fena çıkmamış. Nitekim 35 ülkenin 14’üncüsü imişiz.
“Yolsuzlukla mücadele” mi dediniz?
Tolga Tanış, “Global olarak ortada, bölgesel olarak da 2’nci” olduğumuzu bildiriyor.
Onda da şaşacak bir şey yok çünkü bizim grupta biliyorsunuz Polonya, Hırvatistan, Bulgaristan ve Arnavutluk var.
Ama aynı soruyu tutar “Küresel yolsuzluk barometre araştırması” yapan “Transparency International”a (Uluslararası Saydamlık örgütüne) sorarsanız alacağınız yanıta çok üzülürsünüz.
Yazının Devamını Oku

Gaflet mi safiyet mi

15 Ekim 2010
BAZI konulardaki aşırı iyimserliği ile insanı çıldırtan Taha Akyol dostumuz dün de ayarı iyice kaçırmıştı: YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, üniversitelerdeki başı açık öğrencilere “Size dokunan olursa yakarım” türü bir güvence vermiş de... Zaten onlara müdahale edeni yasalarımız mahvedermiş de...

Taha Akyol’a sorarsanız Özcan’ın “Türbanlar fora!” talimatından sonra her şey güllük gülistanlık olacak. Başı açık öğrencilere kimse baskı yapamayacak.
Akyol’a göre asıl mesele Anayasa Mahkemesi’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Danıştay’ın kararlarını Anayasa’nın açık ve emredici hükümlerine rağmen hiçe sayan Prof. Dr. Özcan’ın eyleminde suç unsuru bulamayan Ankara Savcılarından Mustafa Şahin Tanrıöver’in bu kararını inceleyecek olan Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nin (burada Akyol’un sevmediği Başkan Osman Kaçmaz kastediliyor) nasıl bir karar vereceği imiş.

Akyol, Sincan mahkemesinin bu konuda vereceği kararın “hukuki gerekçesinin güçlü olmasını” bekliyormuş. Çünkü bu mahkemenin “bazı kararları hukuken zayıf ve siyaseten taraflı” imiş.

Taha Akyol henüz verilmemiş bir karar için Sincan Mahkemesine yol gösteriyor, oradan çıkacak kararın “sağlam bir hukuki gerekçeye” dayanmasını -her bireyin her mahkemeden beklediği budur- istiyor ama nedense Özcan hakkında verilen “takipsizlik” kararının gerekçesine de bu kararın verilmesinde bir “gatakulli” olup olmadığına da değinmiyor.

Oysa bu kararı veren Savcı M.Ş. Tanrıöver’in aslında o dosyayı incelemekle görevli olmadığı halde bir “gatakulli” sonucu kararı Mustafa Şahin Tanrıöver’in verdiği ortaya çıkmış bulunuyor.

Anlaşılan o malum “cemaatçi” mekanizma işe el koymuş.

Gelelim, “güçlü hukuki gerekçe”ye!

Savcı Tanrıöver, Prof. Dr. Özcan hakkında “takipsizlik” kararı verirken, Anayasa’nın “yargı kararlarının herkesi bağlayacağına ve yerine getirilmesinin geciktirilemeyeceğine” ilişkin hükümleri yerine başka şeyi görmüş. Örneğin -tam da Taha Akyol’un istediği gibi(!)- çok güçlü bir gerekçe ileri sürmüş. “Türbanlılar da insan. Onların da diğer insanlar gibi okuma ve eğitim hakkı var” demiş. Bu nedenle Özcan’ın “Türbanlılara karışanı yakarım” anlamındaki talimatının suç oluşturmadığına karar vermiş.

Ceza yasası dahil tüm yasalar “insanlar” hakkında olduğuna göre bu mantıkla hangi eylemi yasaklayabilir veya “suç” sayabilirsiniz?

Peki, yarın -hadi ilköğretim okullarına sıranın sonra geleceğini dikkate alarak, daha güncelinden söz edelim- “kamuda çalışan hanımların da tesettür (kapanma) kurallarına göre giyinerek görev yapması” aşamasına geldiğimiz zaman ne denecek?

“Hanım memurlar da insandır. Binaenaleyh yapacak bir şey yoktur” denmeyecek mi?

Denirse buna Taha Akyol veya onun gibi düşünenler destek mi verecek, karşı mı çıkacak?

Karşı çıkarlarsa bu gidişi nasıl durduracaklar? Destek vereceklerse “Türkiye İran olmaz” türküsünü daha kaç ay veya yıl söyleyebilecekler?
Yazının Devamını Oku

Terazide tartınca

14 Ekim 2010
SİZ istediğiniz kadar kendinizi övün durun, öyle bir dünya düzeni içindeyiz ki, herkes herkesi sonuna kadar izliyor. Üstelik rapor yapıp dünyaya duyuruyor. Yani gerçeğinizi saklayarak bir yere varamıyorsunuz.<br><br>Tabii “mahcup olmak”tan başka. Bize bunları Dünya Ekonomik Forumu’nun yayınladığı “Dünyadaki cinsiyet eşitsizliği raporu” söyletti.
Her siyasi iktidarın olduğu gibi bu iktidarın da iddiasına göre “dünyadaki en büyük 17’nci ekonomik güç” olduk ya... İhracatımızla, kalkınma hızımızın yüzde 11’i bulmasıyla, turist sayısında 27 milyona ulaşmamızla, çok dinamik bir dış politika uygulayıp -hiç kimse tarafından kabul edilmese de- her ihtilafın arabuluculuğuna soyunmamızla dünyanın hayranlığını çekiyoruz ya...
Dünya Ekonomik Forumu’nun dün yayınladığı “kadın-erkek eşitliği” konulu rapora yani bir ülkenin medeni seviyesinin en önemli göstergelerinden birine göre 134 ülke arasında 126’ncı yani sondan 8’inciyiz.
Geçen sene 129’uncu, bir önceki yıl da 121’inci imişiz.
Yani kadın-erkek eşitliği yönünden durumumuz zaten kötü imiş, giderek daha berbat olmuş.
Merakınızı gidermek için yazalım:
Son yılların bütün raporları, İzlanda, Norveç, Finlandiya, İsveç, Yeni Zelanda, Danimarka ve İrlanda’yı listenin başında gösteriyor.
Bizden daha geride de Fas, Benin, Suudi Arabistan, Mali, Pakistan, Çad ve Yemen var. Onlar da son yıllarda hep aynı yerde kalmışlar.
Bir ülkedeki “kadın-erkek eşitliği” kötü olabilir ama öteki göstergeler iyi ise önemli değil demeyin.
Çünkü “kadın-erkek eşitliği” açısından durumunuz ne kadar kötü ise “demokrasi”niz de o düzeyde oluyor. Örneğin “Sınır Tanımayan Gazeteciler” isimli örgütün her yıl yayınladığı “Basın Özgürlüğü” raporuna göre Türkiye’nin 170 kadar ülke arasındaki durumu ne biliyor musunuz?
Baştan söyleyelim:
İzlanda, Norveç, Finlandiya, İsveç, Yeni Zelanda, Danimarka gibi ülkelerin liste başında olduğu bu sıralamaya göre Türkiye 2009 yılında 122’nci sırada idi.
Son 8 yılda en iyi 98’inciliğe kadar çıkabildiğimizi yani “kadın-erkek eşitliği” konusundaki halimiz ne ise, burada da durumun ona benzediğini belirtelim.
Bu konuda bizden berbat durumda olanlar da üç aşağı beş yukarı aynı, yani Suudi Arabistan, Yemen, Mali, Çad, Fas vb.
Öteki göstergelere girecek yerimiz yok. Ama bir gerçeği anımsatmakta yarar var:
Türkiye 1923-1950 arasında yoksul bir ülke idi. Zaten aksi mümkün değildi. Ama o dönem Türkiye’sindeki sosyal reformlar Türkiye’yi bu tür listelerde her yıl biraz daha yukarılara çıkartıyordu. Hedef de en kısa zamanda o listelerin ilk sırasına çıkmaktı.
Sonra, yani 1950’den beri -60 senedir- bu ülkeyi “sağ” ve “muhafazakâr” eğilimli kadrolar yönetiyor. Onlara sorarsanız her şey iyi gidiyor.
İyi de her şey dedikleri gibiyse istatistikler neyi gösteriyor?
Yazının Devamını Oku