Murat Yetkin

Gül, Erdoğan’a rakip olur mu?

4 Ocak 2018
Selefi Abdullah Gül’ün güncel konular hakkında her söylediğine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AK Parti yönetimi neden bu kadar sert tepki göstermeye başladı sizce?

Muhalefet partileri söylediğinde o kadar etkili olmayan eleştirilerin, Gül tarafından çok daha ılımlı söylendiği halde halkın kulağında daha çok yankı bulduğunu gözlemeleri olabilir mi?

Ya da bugünün Türkiye’sinde Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı seçiminde rakip olabilecek –şu anda görünen- belki de tek ismin Gül olduğunu düşünmeleri olabilir mi?

Evet, İYİ Parti genel başkanı Meral Akşener cumhurbaşkanı adaylığını açıklayan ilk siyasi parti lideri oldu. Ama Akşener aynı zamanda seçimin ikinci turuna CHP’nin adayının kalması halinde ona destek vereceğini de açıkladı.

Tabii Akşener’in hesabı önemli bir varsayıma, Erdoğan’ın ilk turda yeniden seçilmesi için gereken yüzde 50 artı 1 oyu alamayacağı varsayımına dayanıyor. (Malum, bu durumda ilk turda en yüksek oyu alan iki aday arasında basit çoğunluk esasına göre yapılacak ikinci tur oylama.) Oysa Erdoğan da bütün hesaplarını işi ikinci tura bırakmamak üzerine yapıyor.

Erdoğan ikinci turda karşısına Akşener de çıksa, diyelim adaylığını açıklayıp CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da çıksa kazanabileceğini düşünüyor gerçi; çoğunluğunun muhafazakâr-milliyetçi değerlere sahip olduğu artık belli olan günümüz Türkiye’sinde kendi karşısında bir kadın adayın, ya da Alevi kökenli sosyal demokrat bir adayın şansı olmayacağını hesaplıyor.

Kılıçdaroğlu geçenlerde –ilk defa- adaylığını koyabileceğini ima etti. Siyaset çevrelerinde konuşulana kulak verirseniz, Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışı daha çok “Hazır lider koymuyorken öne çıkayım” niyetinde olan CHP’lileri susturmak için olabilir. Bildiğimiz kadarıyla Kılıçdaroğlu henüz kararını vermiş değil.

Tabi CHP için bir seçenek daha var. O da hiç aday göstermemek. Tıpkı Erdoğan’ın hesabında olduğu gibi iş ikinci tura kaldığında cumhurbaşkanlığının Erdoğan’da kalabileceği ihtimalini düşünerek hiç aday göstermemek seçeneği…

Bu durum, evet CHP’liler arasında ciddi sarsıntılara, tartışmalara yol açabilir ama zaten CHP içinde ciddi tartışmalara yol açmayan bir konu var mı ki?

Yazının Devamını Oku

Irak Kürtleri arasındaki İngiliz casusu

3 Ocak 2018
Irak’ın kuzeyinde etkili Kürt isimlerle irtibat kuran İngiliz ajanını Ankara’ya bildiren, Irak’ta saha görevi yapan Türk istihbarat ajanları oldu.

Rapora göre casus Hanekin Halepçe bölgelerinde, yerel Kürt kıyafetleri içinde dolaşıyor ve önemli aşiret liderleriyle gizli toplantılar yapıyordu; toplantıların Kürtlerin atması gereken bir sonraki adım üzerine olduğu istihbaratı vardı.


Kılık değiştirmiş vaziyette Irak Kürtleri arasında faaliyet gösteren bu casus, Türk istihbaratının 1 Nisan 1930 tarihli raporuna göre Thomas Edward Lawrence idi; yani Arabistanlı Lawrence diye bilinen ünlü İngiliz casusu.

 

 
Osmanlı hanedanı idaresindeki Türk imparatorluğunun dağılmasını hızlandıran Arap ayaklanmasında kışkırtıcı ajan olarak önemli rol oynayan T.E. Lawrence, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kadrosu tarafından unutulmamış, yakından izlenmeye çalışılıyordu.

Raporun yazıldığı 1930 yılından beş yıl kadar önce, 1925’te yine İngiliz ajanlarının payı ile Şeyh Sait önderliğinde patlayan Kürt isyanı, genç Cumhuriyetin elinde Ege’de Yunan ordularından, Kut’da İngiliz ordularından alınan silah ve cephaneyi tüketmişti. Bu durum 1926’da Musul’un İngiliz Mandası altındaki Irak’a bırakılmasında en önemli rolü oynamıştı. Mustafa Kemal Atatürk ve kadrosu, İngilizlerin hâlâ Irak’taki Kürt aşiretlerini yeni bir ayaklanmaya sevk edebileceğinden kuşkulanıyordu.

Yazının Devamını Oku

İran’da neler oluyor, ABD ne yapmaya çalışıyor?

2 Ocak 2018
Merak ediyorum, acaba ABD Başkanı Donald Trump İran halkını aptal mı sanıyor?

Başka türlü yılın son günlerinde İran’da baş gösteren protesto gösterileri üzerine “Arkanızdayız” türünden,  “Rejimin işi bitti” türünden açıklamalar yapmazdı.

ABD gibi İran konusunda çok kötü sabıkası olan bir ülkenin Başkanı olarak, bunun göstericilerin kendiliğinden Amerikan ajanı, dış güçlerin kuklası filan gibi sıfatlarla yaftalayacağını en azından düşünürdü.

Neden mi? Çünkü ABD istihbaratı CIA 1953 yılında, İngiliz istihbaratı MI6 ile birlikte İran’ın petrol zenginliği İran halkının olmalı diye millileştirme niyetini açıklayan Başbakan Muhammed Musaddık’ı derdi koltuk olan Şah Rıza Pehlevi’nin işbirliği ve kiralık sokak çetelerinin marifetiyle devirdi. Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı’nda ayrıntılarıyla yazdım, burada yerim yok ama bunun bütün belgeleri, kimin planlayıp uyguladığı, kaç para harcandığı gibi ayrıntılar elli yıl kadar sonra bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Trump’ın bu çağrısı (benzeri “ha gayret” çağrısı bir de “Ama karışmıyoruz” diyen İsrail İstihbarat bakanı Israel Katz’dan geldi) yalnızca protestocuların “dış güçlerin ajanı” olarak damgalanmasına yol açmıyor, onları sokağa döken haklı gerekçeleri de lekeliyor.

Ne mi o gerekçeler? Örneğin diyorlar ki, biz dünyadan soyutlanmış halde işsizlik ve hayat pahalılığı ile boğuşurken neden Devrim Muhafızlarının Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de savaşması için devasa bütçeler tahsis ediliyor? Örneğin diyorlar ki, kadının neden adı yok İslam Cumhuriyetinde?

Burada şöyle bir ayrıntı var: Tam gösterilerin başladığı günlerde Tahran polisi artık başörtüsü takmayan kadınların tutuklanıp mahkemeye verilmeyeceğini açıkladı. Başörtüsü 1979 İslam Devrimi sonrası mecburi hale getirilmişti. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani tarafından alınan bu karar üzerine Dini “Yüce” Lider Ayetullah Ali Hamaney taraftarı mollalar itiraz etti. Ruhani‘nin bu kararı almasında sadece Suudi Arabistan’da kadınlara otomobil kullanma hakkı tanınmasına cevap kaygısı rol oynamamıştı. Ruhani, kadınlara ne giymeleri, ya da ne giymemeleri gerektiğini söylemenin bir sınırı, bir kullanım süresi olduğu kanısına varmış olabilir.

Bir başka ayrıntı da Devrim Muhafızlarının, İran’ın ikili yapısı gereği Cumhurbaşkanı başkanlığındaki hükümete değil, Dini Lidere, yani Hamaney’e bağlı olması. Ruhani Dışişleri Bakanı Cevad Zarif aracılığıyla dünyayla uzlaşma arayan dış siyaset izlemeye çalışırken Hamaney, Devrim Muhafızlarının Dış Operasyonlar Birimi olan Kudüs Gücü’nün komutanı Tümgeneral Kasım Süleymani aracılığıyla Irak, Suriye ve Lübnan’da nüfuz savaşlarına giriyor.

Trump’ın sözleriyle rahatsız ettikleri arasında bölgedeki diğer yönetimler var; belki Suudi Arabistan, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi işbirliği yaptıkları dışında dememiz gerekiyor.

Yazının Devamını Oku

Gelen yıl gideni aratmasın da

1 Ocak 2018
İyi diyelim, iyi olsun derler. Adettendir, yeni yıldan hepimize sağlık, mutluluk, ülkemize daha çok barış, adalet dileyelim ama 2017’nin son günü hükümet cephesinden gelen açıklamalar hem demokrasi, hem diplomasi cephesinde yeni gerilimler vaat ediyor.

Hem Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, hem Başbakan Binali Yıldırım’ın yılın son günü gündemlerine isim vermeden son Kanun Hükmünde Kararnamelere itirazını dile getiren Abdullah Gül’ü almış olmaları dikkat çekici.

Dikkat çekici olan yalnızca Gül’ün AK Parti’nin temellerini atan kişilerden olması değil, aynı zamanda bu vesileyle hem Erdoğan, hem Yıldırım’dan siyasetin sertleşeceği işareti alınması…

Örneğin Erdoğan "Türkiye yanarken, insanlık inim inim inlerken sesleri solukları çıkmayan kişiler bir anda sahaya inmeye, olur olmaz konularda konuşmaya başladı. Hayırdır?" diye sert bir imada bulundu.

Yıldırım ise çıtayı daha da yükseltti, hatta şimdiye dek kendi üslubunda pek görülmeyen bir aşamaya çıkartarak “KHK’ların karşısında durmak darbecilere cesaret vermektir” dedi.

Gerek Erdoğan, gerek Yıldırım’ın bu sözleri, KHK’nın yazılış şekline itiraz eden Gül’ün söylediklerinin arkasında durup, “gerekli gördüğüm zaman görüşlerimi paylaşırım” demesinden sonra söylediler. Yoksa CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu zaten hep söylüyor, onlar da Kılıçdaroğlu’na…

Ancak son KHK’yı eleştiren herkesi darbe destekçisi saydığınızda karşınızdaki cepheyi, hepsi 15 Temmuz darbe girişimine karşı durmuş olan CHP’den İYİ Parti’ye, TÜSİAD’tan Barolar Birliğine kadar genişletiyorsunuz. Eğer bundan umulan darbeye karşı çıkma onurunu herkesin elinden alma suretiyle adeta AK Parti-MHP’dan oluşan bir vatanseverler cephesi imasında bulunmak, geri kalan vatandaşları da adeta Fethullahçı ya da PKK’lı ilan etmekse, bu tehlikeli bir oyun olur ve geri tepebilir. Türkiye gerçeği bu değil çünkü.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yüzde 50 artı 1 oya bağlanan desteğine devam etmek için Erdoğan’la baraj pazarlığı istemesini, eş-başkanı Selahattin Demirtaş hapiste olan HDP’nin de aslında o barajın düşürülmesiyle rahatlayacak olması gibi çelişkilerden hiç söz etmiyoruz bile.

Oysa 2018’de iç politika gündeminde, dış politika gündeminde de etkisi olan bir madde ön sırada. O da Olağanüstü Halin devam edip etmeyeceği, ya da en azından normale dönüş umudu verecek şekilde gevşetilip gevşetilmeyeceği.

Yazının Devamını Oku

Amerika’ya kızıp Rus füzesi almak

29 Aralık 2017
Tabii yalnızca ABD’ye kızgınlıktan, ya da ABD’yi kızdırmak için değil; asıl neden ABD’nin Türkiye’ye Patriot füzeleri satmayacağının çoktan anlaşılması.

Düşünsenize, Mayıs ayında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın korumalarının Washington’da protestocuları döverek dağıtmasına tepki olarak bildiğiniz beylik tabanca satmaya yasaklama getiren ABD Kongresi, dünyanın en gelişmiş silah sistemlerinden birisini mi satacak Türkiye’ye?

Türkiye’de demokrasinin Olağanüstü Hal altındaki durumunu savunacak halim yok elbet, ama dünyanın en koyu diktatörlüklerinden Suudi Arabistan daha mı demokratik Türkiye’den de oraya satılmasında sorun çıkmıyor?

Şunu hemen söyleyelim, Rus S-400 füzeleri gibi, eğer olabilseydi ABD Patriot füzeleri de geçici çözüm olacaktı. Türkiye bir yandan Fransa ve İtalya ile NATO-uyumlu, halen NATO ülkeleri tarafından kullanılan Aster-30 hava savunma sisteminin, teknoloji transferi ve milli yazılım dâhil Türkiye’de ortak üretimi için ciddi görüşmeler yapıyor. Ancak bu anlaşmaya varılsa da üretime başlaması  en az beş yıl alabilir, böyle bir takvim gerçeği var yani.

Evet, bugün Ruslarla kredi anlaşmasına imza atılacak olan S-400 füzeleri 2020’de teslim edilecek. Tam 2,5 milyar doların yarısını peşin verecekmişiz Ruslara, yarısını taksitle. Şu anda açıklanan bir teknoloji transferi, teknoloji kazanımı yok Türkiye’nin; muhtemelen füze sistemini, özellikle ilk başlarda Rus askerler yönetecek. Rus füzeleri Türkiye’nin hem de önemli bir üyesi olduğu NATO hava savunma sistemiyle uyumlu değil, oraya bağlanmayacak yani. S-400’lerin, Rus silahları kullanan bir yerlerden, örneğin Suriye’den gelebilecek bir saldırıyı “düşman saldırısı” olarak tanıyıp tanımayacağını bilmiyoruz. Çünkü örneğin 1990’ların başında Türkiye’de ABD ile ortak üretilen F-16’ların NATO üyesi Yunanistan’ı “tehdit” sayması için yapıldığı türden bir “milli yazılım” yüklemesi yapılacağı yolunda bir bilgi de henüz yok. Rus savunma sistemi kendiliğinden NATO sistemini “tehdit” olarak görüyor, o düzenleme konusunda da anlaşılan Türk değil Rus yazılımcı ve mühendislere güvenmek durumunda kalacağız.

Ama NATO müttefiki olduğu halde ABD de Patriotlar konusunda teknoloji transferi, ortak üretim, milli yazılım gibi konulara kapalıydı ve tekrar edelim Türkiye bu koşulları kabul edip almak istese bile Kongre vermeyebilirdi; muhtemelen vermeyecekti.

Türkiye neredeyse on yıl boyunca ABD’den PKK ile mücadelede kullanılmak üzere sadece iki adet silahlı insansız hava aracı satın almak istedi, tekrar ediyorum, iki. Yıllarca geri çevrildi bu talep.

Sonunda ABD’deki yüksek teknoloji üniversitesi MIT’te eğitim görmüş genç bir mühendis, Selçuk Bayraktar, babasıyla kurduğu imalathanede bunu başardı (sonra da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan-Bayraktar ile evlendi); şimdi Türkiye kendi insansız hava araçlarını kullanıyor.

Erdoğan’ın “Kötü komşu ev sahibi yapar” sözünü tekrarlaması biraz bu yüzden.

Yazının Devamını Oku

Neo-Osmanlıcılığın sonu mu?

28 Aralık 2017
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Sudan, Çad ve Tunus’u kapsayan Afrika seyahatine ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma hamlesine karşı atılan başarılı adımın sonrasında çıktı; Birleşmiş Milletlerde alınan sonuçta, öncesinde İslam İşbirliği Örgütü’nün harekete geçirilmiş olması önemli rol oynamıştı.

BM Genel Kurulunda 128 ülkenin ABD’nin uyarılarına karşı bu karara karşı çıkmasından önce İslam İşbirliğinin İstanbul Bildirgesi Suudi Arabistan ve İran, ya da Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi hasımları Kudüs tehditlerine karşı Kudüs söz konusu olunca birlikte davranmıştı.

Ancak Kudüs ruhu, Arap yönetimleri nezdine Türk-karşıtı söylemi durdurmuş gibi görünmüyor. Geçenlerde Medine ve Kudüs savunucusu Fahrettin Paşa üzerine yaşanan münakaşaya rağmen dün, 27 Aralık’ta BAE Dışişleri Bakanı Enver Gargaş’ın attığı Twitler anti-Türk duyguların yerli yerinde durduğuna işaret ediyordu. Gargaş, kendi tanımladığı bir Ankara-Tahran hattının Arapları yönetmeye çalışmasına izin vermemek için Arapları Riyad-Kahire hattında birleşmeye çağırıyordu. Bu mesajın bir gün önce Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Türkiye-İran-Katar ekseni diye bir şeyin olmadığını” söylemesi ardından yayılması da dikkat çekiciydi.

BAE yetkilileri açıkça bu davada yalnız olmadıkları, Arap-olmayan Müslüman nüfuslu ülkeler karşı Suudi Arabistan ve Mısır ittifakının sözcüsü gibi davrandıkları izlenimini vermeye çalışıyorlar. Bu bakış açısından İran Şii-Sünni mezhep çekişmesi içinde ideolojik aktör olarak görünüyor. Ama BAE’nin asıl hedefinin Türkiye Cumhuriyeti olduğu da görünüyor; sebebi Türkiye’nin 400 yıldan fazla, Halifeliği de ele geçirmek suretiyle Arap yarımadası ve Kuzey Afrika’nın önemli bölümünü Osmanlı hanedanıyla yöneten Türk İmparatorluğunun mirasçısı olmasıdır.

Türkiye’de AK Parti bünyesindeki ideologlar arasında da yaygın olan nostaljik varsayıma göre, daha önce imparatorluk sınırlarında yaşayan bölge halkları, Osmanlı idaresindeki mutlu günlerin özlemini çekiyor, gözlerini Türkiye’ye dikmiş hasretle bekliyorlardı. Bundan bir asır önce “bizim” olan topraklarda şimdi 20’den fazla devlet vardı. Özellikle de Müslüman halklar için geçerliydi bu.

O zamana dek toplantılarda bir tür hamaset söylemi olarak geçerli olan bu çizgi 2010 sonunda patlayan Arap Baharı ile birlikte siyaset üzerinde etkili olmaya başladı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun güçlü ideolojik söylemiyle harekete geçen –o dönem Başbakan- Erdoğan öncülüğündeki AK Parti hükümeti bünyesinde Orta Doğu’da Türkiye öncülüğünde Sünni eksende oyun kurucu olma fikri baskın hale gelmeye başladı.

Ancak önce Libya’da baş gösteren topyekûn kargaşa, ardından Mısır’da darbe ve nihayet Suriye iç savaşı, Arap Baharının hiç de öyle ABD başta olmak üzere Batılı neo-oryantalistlerin hayal ettiği gibi bir şey olmadığını acı örnekleriyle gösterdi. Sanırım yaşananlardan Türkiye dâhil her ülke bir ders çıkardı.

Hayır, sevgili okur, Araplar yeniden Türkler tarafından yönetilme hayali filan kurmuyor.

Hangi halk kendisini 400 küsur yıl yönetmiş bir başka halkın idaresine yeniden girmek ister?

Yazının Devamını Oku

Sokak gücüne yargı muafiyeti sabırları taşırdı

26 Aralık 2017
AK Parti sözcüsü Mahir Ünal “muhalefet çarpıtıyor” dese de, “Kararname yalnızca 15 ve 16 Temmuz 2016 günlerini bağlıyor” dese de kararnamedeki ifade, haydi kasıt olmadığını var saysak dahi “yanlış anlamaya” çok müsaitti.

Ne diyordu hükümetin 24 Aralık’ta yürürlüğe aldığı 696 sayılı kararname?

Aynen şunu diyordu: "Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır." Birinci fıkra hükümleri de yargı muafiyeti getiriyordu.

Bu ifadeyi okuyan herhangi birisinin buradan, bundan böyle “terör niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden” kişilerin, o eylemin bastırılması sırasında insan da öldürseler, gasp da yapsalar bundan sorumlu tutulmayacağı sonucunu çıkarması mümkün. Bunlar kiralık çeteler de olabilir, nasıl olsa ceza almayacağı garantisiyle siyasi hasımlarına zarar vermek isteyen art niyetli kişiler de.

Ve özellikle bugünün Türkiye’sinde “terör eylemi” kapsamı hayli esnetilmiş, özünden çoktan çıkmış durumdadır. Dün Cumhuriyet gazetesi davasında tutukluluk halleri devam ettirilen gazeteci arkadaşlarımız da terör suçlamasıyla yargılanmaktadır, örneğin bir siyasi parti seçim konuşmasında 17-25 Aralık iddialarından bahis de sınırlar zorlanarak “terör eylemi” sınıfına sokulabilir ve o mitingin “bastıranlar” elini kolunu sallayarak “kahraman vatan evlatları” sıfatıyla oradan gidebilir.

Yalnızca bu maddenin Türkiye’yi “iç savaşa” sürükleyebileceğini söyleyen İYİ Parti genel başkanı Meral Akşener değil, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’dan parti yönetimlerini olağanüstü toplayan CHP ve HDP’ye, TÜSİAD’a kadar her kesim ve görüşten kişi ve kuruluş bu maddenin yol açabileceği tehlikelere işaret etmiştir. CHP Anayasa Mahkemesine gideceğini açıklamıştır ve hukukçuların –Olağanüstü Hal koşulları değil de- normal koşullar altında Anayasa Mahkemesinin iptal kararı alması gerektiğinden kuşkuları görünmemektedir.

Nitekim Mahir Ünal’ın kararnamenin yalnızca 15-16 Temmuz 2016 günleriyle sınırlı olduğunu söylemesine karşın On birinci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Twitter hesabından şu mesajı yayınlamıştır:

“15 Temmuz hain darbe teşebbüsüne karşı arkasına bakmadan sokağa çıkıp direnen kahraman vatandaşlarımızı koruma amacıyla çıkartıldığını düşündüğüm 696 sayılı KHK’nın yazımındaki hukuk diliyle bağdaşmayan muğlaklık, hukuk devleti anlayışı açısından kaygı vericidir. İlerde hepimizi üzecek olaylara ve gelişmelere fırsat vermemek için gözden geçirileceğini ümit ediyorum.”

Gerek Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, gerekse Başbakan Binali Yıldırım’ın neden şimdiye kadar belli kesimlerde sınırlı kalan tepkilerin bu konuda yaygınlaşıp sabrı taşırdığı konusunu değerlendirmesinde yarar var.

Yazının Devamını Oku

Seçim ufuktayken muhalefetin hali

25 Aralık 2017
Seçimin 2019’dan 2018’e çekilmesi düne kadar zayıf bir ihtimaldi benim için, dünden itibaren o kadar zayıf bir ihtimal değil; 15 Temmuz 2018 diyenlere o kadar dudak bükmüyorum artık.

Neden mi? Anlatacağım ama önce önemli bir ayrıntıya dokunmadan edemeyeceğim: Selahattin Demirtaş dün KHK ile tek tip elbise zorunluluğu getirildiğini duyunca “Kefeni tercih ederim” demiş. Başbakan Binali Yıldırım’ın muhalefet lideri olarak son seçimde karşısına çıkmış rakibi Demirtaş zaten 13 aydır hâkim karşısına çıkmamışken, bir de tek tip kıyafet dayatmasına göz yumacağına inanmak istemiyorum; siyasetin sert oynanmasının da sınırları olmalı.

Şimdi neden seçim rüzgârı esmeye başladı konusuna daha iyi bakabiliriz.

Öncelikle –tek tip kıyafet uygulaması dâhil- Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın onayıyla dün, 24 Aralık’ta iki Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile yürürlüğe giren kararlar var. 900 küsur bin taşeron işçinin sözleşmeli statüye geçmesi ve ekonomide –devlet bankaları başta olmak üzere- yeniden yapılandırma adımları önemli.

Zaten sabah Hürriyet’te Nuray Babacan’ın AK Parti kaynaklı kulis haberi vardı; yıllar sonra ekonomik endişeler terör eylemlerinin önüne geçmişti. Cumhurbaşkanının ABD’ye kafa tutuşlarının getirdiği ek puanlara rağmen ortaya çıkan bu durum, üçüncü çeyrekteki yüzde 11 küsurluk büyüme rakamının sürekli olamayacağı ama çift haneli enflasyon ve işsizliğin devam edebileceği göz önüne alındığında akla bir an önce harekete geçme ihtiyacı getiriyordu.

Bunun üzerine öğleden sonra Başbakan Yıldırım’dan 110 bin ek kamu personeli alımı açıklaması gelince 2018’de seçim bekleyenleri o kadar da yabana atmamak gerektiğini düşündüm.

Peki, iktidar cephesinde durum böyle iken muhalefet cephesinde nasıl?

Dışarıdan bakıldığında muhalefet cephesinde görünen manzara şöyle özetlenebilir:

- CHP

Yazının Devamını Oku