Ateş Yalazan

Çok zordur bu sevda

24 Eylül 2011
BENİM kuşağım futbolla ilgilenebileceği ilk yaşlara ulaştığında futbol henüz endüstrileşmeye başlamamıştı. 1980’lerin sonlarından itibaren futbolda dönen para yavaş yavaş yükseliyordu.
O yılların en meşhur futbol öyküleri kaçırılan futbolcularla ilgiliydi. Takımlar diğer takımların meşhur topçularını kaçırır, sözleşme imzalatana kadar da gizli bir yerde saklardı.
O dönemdeki bu yapı, bir hukuksuzluk ortamının doğurduğu “vahşi” sayılabilecek hikayeler de yaratıyordu.
Ama bugün gelinen noktadan baktığımızda o dönemdeki bu kaçırma hikayeleri aslında ne kadar da masum kalıyor.
Özellikle maç yayınlarının değerinin yükselmesi, futbolun endüstrileşmesinin de en önemli yol ayrımlarından biri oldu.
Vahşi kapitalizmin egemen olduğu yeşil sahalarda, Anadolu takımları geriye düşmeye başladı.
Oysa futbolun en naif alanıydı şehir kulüpleri.
Üç İstanbul takımı ile kısmen Trabzonspor’un egemenliğinin kırılmasının güçlüğü, şehir kulüplerine duyulan sevdayı da hep karşılıksız bir melankoliye çeviriyordu.
Buna rağmen sürüyordu o sevgi.
Çok zordur şehir kulüplerine sevdalanmak.
Bırakın şampiyonluğa oynamalarını, lig sıralamasında Avrupa vizesi alabilecekleri yerlere ulaşmaları bile genelde çok güçtür.
Şehir kulüplerinin taraftarlarına da hep bu neden çok saygı duymuşumdur.
Karşıyaka’nın, Es-es’in, Sakarya’nın, Samsun’un, Adana’nın ve daha nice şehirlerin kulüplerinin seyircisi gerçek anlamda vefa örneğiydi.
Hala da öyledir bir çoğu.
Ama son yıllarda artık taraftarlığın da bir rant patikasına girdiğini söylemek güç değil.
Bir çok taraftar topluluğu için iyi yönetim, ücretsiz bilet dağıtan, deplasman otobüsü veren, cebine harçlık koyan yönetimler oldu.
Buna karşılık halen gönül bağıyla takımlarını destekleyen binlerce taraftar var.
Bu kadar uzun bir giriş yazmamın nedeni Başkent’in en köklü kulübü Ankaragücü’nün son yıllarda yaşadığı ve ardı arkası kesilmeyen krizler.
Gökçek yönetiminin “borçları ödeme”, “şampiyon yapma” vaatleriyle göreve geldiği dönemde, aslında bir çok kişinin dudaklarındaydı Ankaragücü’nün satılık bir takım olamayacağı.
Ama yine de bu yola sapıldı, saptırıldı.
Şampiyonluk hayalleri, bir takımın aslında hangi gerekçelerle sevileceği gerçeğini gölgeledi.
Bir şehir kulübü için aslolan sahada verilen mücadele, stad dışında başı dik yürümek olmalıydı.
Başı dik tutan ise sadece ve sadece o takıma duyulan tutkulu sevdaydı.
Bu hafta, ligin üçüncü maçında, asırlık çınar üçüncü yenilgisini aldı.
Her üç maçta da avuçlarını ovuşturan birileri vardı mutlaka.
Takımı borç sarmalından kurtarmak vaatleriyle yeni hacizler, yeni borçlar bırakanlara, taraftarın da bir yanıtı olmalı şüphesiz.
Eğer Ankaragücü bu krizi aşacaksa paraya karşı dik duruşuyla, taraftarının gücüyle aşacak.
Tıpkı bundan 80 küsur yıl önce yaptığı gibi.
Turgut Özakman’ın Cumhuriyet kitabında çok güzel bir bölüm yer alır. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bir maçı anlatır. Bir de bir anneyi.
Sahadaki takımlardan Sanatçılar Gücü (Sanatkaran Gücü) Ankaragücü’nün atasıydı. İmalat-ı Harbiyeciler tarafından kurulmuştu.
Üç büyüklerden birinin büyüsüne, bir servis şoförüne duyduğu hayranlık nedeniyle kapılmış bir futbolsever olarak, Ankaragücü taraftarlarının okumasını ve başarıyı doğru yerde aramasını diliyorum.

Futbol maçını durduran anne

ANKARA’DA hava serinlemiş, futbol karşılaşmaları yeniden başlamıştı. Birkaç futbol takımı vardı. Cebeci’deki çayırlığa futbol sahası yapılmış, bir kenarına tahtalardan iki sıralı küçük bir tribün yerleştirilmişti.
Karşılaşmaları en çekişmeli geçen takımlar Muhafız Gücü ile Sanatçılar Gücü’ydü. Sık sık karşılaşır, yandaşları arasında heyecan rüzgarları estirirlerdi.
Bugün yine bu iki takım karşılaşıyordu. Muhafız Gücü’nü nöbetçi olmayan subaylar ve izinli arkadaşları, Sanatçılar Gücü’nü de Ankara’daki silah atölyelerinin usta, işçi ve çırakları destekliyordu. Bu takımda oynayan iki usta ile bir kalfanın anneleri, eşleri ve çocukları da maçı izlemeye gelmişlerdi. Her maça gelirlerdi. En candan desteği bu aileler veriyor, sahayı panayır yerine çeviriyordu. Anneler çarşaflı, eşler yeldirmeli, baş örtülüydü. Başörtülerini çenelerinin altından bağlamışlardı. Kiminin kahkülü, kiminin perçemi başörtüsünden dışarı taşmıştı.
Hakem maçı başlattı.
Oyunun kurallarını az çok öğrendiği anlaşılan çarşaflı bir annenin heyecanı, bağırması, akıl vermeleri izleyenleri neşeye boğdu.
Tribünde futbola çok meraklı olan Şükrü Saraçoğlu ile takımların yöneticileri, bazı yüksek memurlar vardı. Ankara’ya yeni gelmiş bir misafir, yanındaki kalpaklı beye döndü:
“Bir yandakiler askerler. Onu anladım. Ötekiler kim?”
“Bunlar da cephe gerisi kahramanları. İmalat-ı harbiyeciler, askeri atölyelerin ustaları, işçileri. Bütün silahlarımızı bunlar işler halde tuttu. Büyük Taarruzda toplarımız bunların sayesinde gürledi. Uçakları uçurdular. Kamyonları yürüttüler.
Bu yaman ustalar ailelerini bırakarak Anadolu’ya geçmişlerdi. Yeni kavuştular. Bazıları her maça böyle birlikte geliyor.”
Sanatçılar Gücü’nden bir oyuncu gol atınca, çarşaflı bir anne, eteklerini uçura uçura sahaya daldı, koştu, oyuncuya sarıldı, kucakladı, öpücüğe boğdu.
Oyun durdu.
Anne sahadan çıkana kadar hakem de, oyuncular da, seyirciler de sabırla beklediler. Hiçbir kural bir anneden daha önemli olamazdı.
Yazının Devamını Oku

Göldür nedeni

17 Eylül 2011

HAFTABAŞINDA özel bir yemek için Eymir Gölü’ndeydik.
Gökyüzündeki ayın vurduğu göl, Eylem’in benzetmesiyle, Çehov’u hatırlatıyordu.
Çehov’un Martı oyununda nerdeyse başroldedir göl. Ve göl kenarları tutkulu aşklarla bezenmiştir.
Doktor Dorn, Treplev’e olan tutkulu aşkını itiraf eden Maşa’yı bir baba şefkatiyle göğsüne bastırarak “Hepiniz nasıl çılgına dönmüşsünüz. Ve ne kadar çok aşk var burada” sakinleştirmeye çalışır.
Ve bu başroldeki göle döner:
“Ey büyüleyici göl... sensin nedeni bunların.”
Başkent’te yılların en sıcak konusu ODTÜ. Gökçek’in hem ODTÜ arazisinden yol geçirmek isteği, hem de Eymir Gölü’nü elde etme arzusu bir sır değil.

Yazının Devamını Oku

Ayının ne kabahati var?

10 Eylül 2011

AYILAR son dönemlerde sık sık insanlarla münasebetleri nedeniyle gazete sayfalarına taşınıyor.
Gün geçmiyor ki ayı saldırısıyla ilgili bir haber duymayalım.
Çok basit bir gerçek var ortada.
İnsanoğlu, ayıların yaşam alanına tecavüz ediyor.
Kısacası ayılar orada sabitti, biz sonradan geldik.
Hidroelektrik santrallerinin doğaya verdiği zararı artık görmezden gelmek mümkün değil.
Doğadaki canlıları da yerlerinden, yurtlarından ediyor.

Yazının Devamını Oku

Dünya vatandaşı ASO Başkanı

6 Ağustos 2011
ANKARA Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir’in son dönemdeki açıklamaları dikkatle takip edilmesi gereken önemli başlıklar içeriyor. Özdemir, sanayici kimliğinin yanısıra bir dünya vatandaşı olarak gözden kaçmaması gereken uyarılarda bulunuyor.
Ankara Hürriyet olarak bu sözlere sayfalarda geniş yer vererek not aldık.
Neler diyor Özdebir?
Tarım arazilerine fabrika izni verdikleri için belediyeleri eleştiriyor.
Fabrika yapmak için her yerde arazi üretilebileceğini ama domates üretmek için toprağın kolay kolay bulunamayacağını söylüyor.
“Domates fidesi ekilen toprak, Hz. Adem’den daha yaşlı. Bu toprağı yok ederseniz, bir daha yerine koyamazsınız” diyor.
Geçen haftalarda da benzer uyarılarda bulunmuştu Özdebir:
“Dünyanın en lüks konutlarına, en güzel kongre merkezlerine, binalarına sahip olup, soluyacak havanız olmazsa bunların hiç birinin anlamı olmaz.”
“Bundan sonraki nesilleri düşünüp, kaynakları daha dikkatli kullanmak, daha dikkatli tüketmek ve kirletmek lazım.”
Bir sanayicinin bunları söylemesi önemli.
Hele hele bir Sanayi Odası Başkanı’nın söylemesi daha da önemli.
Özdebir’i bu istikrarlı söylemi için kutlamak gerekiyor.
Dün twitter’da bir cümle çarptı gözüme.
Diyordu ki:
“Bundan 130 yıl sonra, bugün hayatta olan herkes ölmüş olacak. Nereden baksan 6.5 milyar insan.”
Evet bu kadar çıplak bir gerçek. Bundan 130 yıl sonra hiçbirimiz bu dünyada olmayacağız.
Ama 130 yıl sonra da yeryüzündeki insanların gıda ihtiyacı olacak.
İnsanoğlu, çevreyi son sürat kirletiyor, yok ediyor.
Özdebir, çevre konularında sürekli uyarıyor.
Peki aynı Özdebir ODTÜ Ormanları’ndan yol geçirilmesine nasıl destek veriyor?
O orman, uzun yıllar içerisinde binbir emekle yetiştirilmiş ağaçlardan oluşuyor.
İster tünel olsun, ister direkt yol açılsın, o ormana iş makinası girdiği anda neler olabileceğini hepimiz tahmin ediyoruz.
Bugünün trafiğini rahatlatmak için geleceği yok etmek tam da Özdebir’in söylemek istediklerine örnek teşkil ediyor.
Dünya vatandaşı Özdebir’in bu konudaki tavrını dikkatle takip ediyorum.

İmzalar 20 bin kişiye gidiyor

ODTÜ’lü öğrenciler ormandan yol geçmemesi için bir imza kampanyası başlattı.
“http://imza.la/odtu-yol-olmasin” adresinden ulaşılabiliyor.
Kampanyaya dün akşamüstü itibariyle 16 bin 580 kişi imza attı.
Her ne kadar imza sanal ortamda atılsa da, aynı IP’den iki kere imza atılamadığı için rakam gerçek kişileri, hatta haneleri gösteriyor.
Yazının Devamını Oku

Kentin teneffüs alanları

30 Temmuz 2011
KENT yaşamına suni teneffüsün şart olduğu konusunda fikir birliği vardır herhalde. Tüm nimetlerine, sosyal standartlarına rağmen, kentte yaşamanın bedeli işte bu suni teneffüs ihtiyacıdır.
Bisiklet de bu teneffüs alanlarından birisi kent için.
Başkent’te son dönemde pedal sallayanların sayısı arttı.
Bisikletlilerin uğradığı kazalar da...
Zaman zaman yollarda bisiklet sürücülerinin araba trafiği içinde ne kadar sıkıntı çektiklerine tanık alıyorsunuzdur.
Bugün Ankara Hürriyet’in manşetinde okudunuz. Bisikletliler asfaltı yeni tamamlanan Eskişehir Yolu’nda bir ilke imza atılmasını istiyor:
Bisiklet yolu.
Modern kentlerde yıllar öncesinden beri bisiklet yolları bulunuyor.
Şimdi Başkent için de bir fırsat var.
Ne bir maliyet gerekiyor bunun için ne de çok ileri bir teknoloji. Sadece yolun bir bölümü çizgilerle ayrılacak ve bisiklet kullananlar bu yolu kullanacak.
Böylece diğer araçların sürücüleri de belki bisikletlilere göstermeleri gereken saygıyı öğrenecek.
Belediye bu çağrıya kulak vermeli.

Gökçek’in yeni dönemi

FARKINDA mısınız?
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, geçmişte hayata geçiremediği, çeşitli nedenlerle gündeminden düşürmek zorunda kaldığı ne kadar konu varsa son dönemde uygulamaya çalışıyor.
Başkent’in amblem krizi yeni değil.
Yıllardır tartışılıyor, mahkemelerden dönüyor.
Gökçek, ara bir dönemde kedili logoyu kullandı bir süre.
Ve şimdi de eski amblem üzerinde ufak tefek rötuşlarla yeniden gündeme soktu.
ODTÜ arazisinden geçirilmek istenilen yolla ilgili de benzer bir durum var. Gökçek, geçmişte bu konuda geri adım atmak zorunda kalmıştı. Ama şimdi “organize” bir şekilde konu yeniden gündemde.
Gökçek’in geçmiş yıllarda ertelediği ne kadar girişimi varsa belli ki bu dönemde önümüze gelecek.
Gökçek’in son başkanlık döneminin içinde olup olmadığımızı bilmiyoruz. Kendisi bir dönem daha başkanlık yapmak istediğini her fırsatta dile getiriyor.
Ancak 2009 seçimlerinde adaylık sürecinin partisiyle arasında krizli bir hat yarattığını unutmamak gerek.
Kimbilir belki de Gökçek, yeni bir beş yıldan daha umudunu kesti ve geçmişte ara verdiği hesapları kapatmaya çalışıyor.
Yazının Devamını Oku

Başkancılık oyunu

23 Temmuz 2011
ANKARA Hürriyet’te geçen hafta Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Ankaragücü eski Başkanı Cemal Aydın ve Kongre Divan Başkanı Mehmet Kemal Ünsal’ın bir kebapçıda biraraya gelerek düzenlediği zirveye ilişkin haberi okudunuz. Haberde Yargıtay kararı öncesinde üç ismin bir değerlendirme yaptığı anlatılıyordu.
Bakın habere göre bu buluşmada Belediye Başkanı Melih Gökçek neler söylemiş:
- Ankaragücü’nü geri istiyorsanız, bizim yöneticilerimizin alacağı olan bu parayı ödemek zorundasınız.
- Siz bize ne yaptıysanız, aynen biz de size aynısını yaparız.
- Ankaragücü için bizden haber bekleyen üç sponsor var.
Bu sözleri söyleyen, profesyonel futbolla ilgili görev alması yasayla yasak olan bir belediye başkanı.
Kulübün eski başkanıyla, Kongre Divan Başkanı ile biraraya gelip pazarlık yapan bir belediye başkanının profesyonel futbola bulaşmadığını kim söyleyebilir?
Çok değil daha bir kaç hafta önce Futbol Federasyonu Genel Kurulu’nda Ankaraspor için pazarlıklar yapan kimdi?
“Onursal Başkan” gibi yüzergezer bir sıfat alıp futbola bulaşmadan kulüp başkancılığı oynamak hukukun arkasından dolanmak değilse nedir?
Ama bu yeni bir durum değil ve İçişleri Bakanlığı ve savcılar yıllardır bu duruma zaten göz yumuyor.
Ortada bir hukuksuzluk var ve sorumluların hepsi kafasını çeviriyor.
Önümüzdeki dönemde kabinenin yeni isimlerinden İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in selefleri gibi yapıp bu hukuksuzluğa gözünü kapatıp kapatmayacağını hep beraber göreceğiz.
Son bir not.
Gökçek, kepabçı zirvesinde bir de şunu söylemiş:
“Ankaragücü A.Ş.’nin de hayata geçirilmesi çok önemli bir gereklilik.”
Ankaraspor örneğini hatırlıyor musunuz?
Hani Gökçek’in belediyenin kulübünü şirket haline getirip, belediyedeki kendi bürokratlarının üzerine kurdurduğu bir şirkete geçirdiği Ankaraspor A.Ş.’yi?
Artık başka hiç kimse Ankaraspor A.Ş. üzerinde hak iddia edemez. Artık Gökçek’in onayı olmadan hiç kimse ömür boyu Ankaraspor üzerinde bir hak iddia edemez.
Ankaragücü’nde oynanmak istenen bu oyun şimdi biraz daha açık hale geldi mi?

Yoldan önce metro bitsin

ATO Başkanı Salih Bezci, Eskişehir Yolu civarında gelişimin hızla sürdüğünü söyleyip eklemiş:
“Yakın zamanda bir milyona yakın nüfusa ulaşacağı tahmin ediliyor.”
ATO Başkanı, bu öngörünün ardından trafiğin rahatlaması için ODTÜ’nün arazisinin içinden iki yol açılması gerektiğini söylüyor.
Sözü edilen arazi, ODTÜ’nün kurulduğu günden bu yana büyük bir emekle oluşturduğu ormanlık arazi. Her ne kadar Bezci ODTÜ’nün bütünlüğü bozulmadan tünel yollar açılabileceğini söylese de ODTÜ Ormanı’nın bundan zarar görmemesi mümkün gözükmüyor.
ODTÜ arazileri çok uzun zamandır bir çok kişinin iştahını kabartıyor. Belediye Başkanı Melih Gökçek bir dönem yol pazarlığı yapabilmek için üniversitenin içindeki yapıların ruhsat sorunlarını bile gündeme getirmişti.
Eskişehir Yolu’nun gelişmekte olduğu ve bölgedeki nüfusun hızla arttığı yeni fark edilen bir gerçek değil.
Ankara’nın son 20 yılı zaten bu bölgedeki gelişmeyi konuşarak geçti.
Alternatif yollar açmak trafiği rahatlatmak için çözüm olarak görülebilir. Ancak esas mesele, onbinlerce öğrencinin, yüzbinlerce insanın kullandığı bu güzergahtaki metronun hep üvey evlat muamelesi görmesidir.
Gökçek yıllardır tamamlamayı beceremediği bu güzergahtaki metro istasyonunu hükümete devrettikten sonra bile Çayyolu Metrosu’nun Sincan ve Keçiören’den sonra tamamlanması için var gücüyle çalışıyor.
Madem bu bölgedeki gelişim bu kadar önemli, ATO Başkanı’nın yeni yol açma taleplerinden önce Gökçek’e metro inşaatlarında Çayyolu’na öncelik verilmesi ricasında bulunması daha yerinde olur.
Böylece ODTÜ Ormanı da belki “bir süre daha” yaşam şansı bulabilir.
Yazının Devamını Oku

Erkekçe mi insanca mı

16 Temmuz 2011
BU kent 17 yıldır genelevi yıkmayı tartışıyor.Ne çok tartışma oldu, hatırlanır mı bilemem. Tartışmalar nasıl bayağılaştı kimi zaman.
Kaç genelev çalışanını eskitti kimbilir.
Ama artık yolun bittiği yere geldi konu.
Genelev ağustos ayında büyük oranda yıkılmış olacak.
Bentderesi, yeniden tarihi kimliğine kavuşacak belki.
Genelevin varlığının halka halka genişleyerek yarattığı iklim de bölgeyi terk edecek büyük ihtimalle.
Peki ya o yaşam?
Kaç kuşak kadın geçti kimbilir o semtin kaldırımlarından?
Kaç trajedi yatar o taşların altında...
Bu mevzuyu “erkekçe” konuşmak da mümkün, “insanca” konuşmak da...
Hangisi sığıyorsa vicdanınıza öyle yaklaşın.
Genelev kadınları üzerine, ne romanlar yazıldı, ne şiirler okundu bugüne kadar. Kaç akademik çalışma ve haberde geçer adları bilinmez.
“İnsanlığın en eski mesleği” derler ya, deyip de geçerler.
Keşke Ankara bunu demese bu kez.
Keşke sosyolojik boyutlarıyla ele alsa, psikolojik, adli ve hukuki yönleriyle düşünse.
“Harç bitti yapı paydos” diye düşünüp hem gözümüzden, hem gündemimizden kaçırmasak, kendimizi kandırmasak.
Hürriyet’in fotoğraf arşivinde bir genelev fotoğrafı durur yıllar öncesinden.
Bir kadın camın arkasından bakar, flu.
Camın önünde sürüyle erkek.
Kadının gözünden bakabilseydik dışarıya...
Nasıl gözüküyordu sizce?
“Erkekçe” mi, “insanca” mı?

Kim buraların asıl sahibi

UMUT Erdem’in haberinden Nallıhan’daki 1071 yaşındaki karaçamı okudunuz mu bilmiyorum.
83 ağaçla birlikte tescil edildi.
Hesapladık, doğumu 940’a denk geliyor.
Bu yüzyılın savaşlarından eski...
Fransız devriminden, daha geriye gidelim Fatih Sultan Mehmet’ten eski...
Timur’un Ankara Savaşı’ndan...
Hani çocukluğumuz boyu öğrettiler ya “Türkler’e Anadolu’nun kapısını açan savaştır Malazgirt” diye, ondan da eski.
Neler neler görmüş geçirmiş siz düşünün.
Bestekar Sokak’ta Bülten Taksi var.
Onun durağının biraz ilerisinde de bir bekleme noktası.
O noktanın adı ne bilir misiniz?
“Söğüt Durağı.”
Orada kocaman bir söğüt ağacı varmış. Yıllar önce bakımsızlıktan yıkılmış.
Şimdi daha küçük bir söğüt ağacı dikili.
Kentin hafızasına bir isim miras bırakmış koca söğüt.
Dünya bizim sanıyoruz ya kelebek ömrümüzle...
Çok da komik oluyoruz.
Düşünün 1071 yaşındaki karaçamı...
Söyleyin bakalım, kim şimdi sizce buraların sahibi?
Yazının Devamını Oku

Hakları doğru savunmak

9 Temmuz 2011
BU köşede taksicilerin karşılaştığı sorunları, sıkıntıları defalarca kez anlatmaya çalıştım.

Çok değil, bir yıl önce yazdığım bir yazının başlığı, “Ey Ankaralı, takscini sev” idi. Bundan hemen bir ay sonra da “Taksicilerin güvence sorunu” başlıklı bir başka yazı yayınlandı.
Sigortasız çalıştıklarını, özellikle araçlarda şoför olarak direksiyon sallayanların üç kuruş kazanabilmek için şehir trafiğinde harap olduğunu dile getirdim.
Bu emekçilerin haklarını savunmak Ankara Umum Otomobilciler ve Şoförler Esnaf Odası’na düşüyor.
Ancak anlaşılan Oda Başkanı Mehmet Yiğiner, sorumluluğunun yerini ve ayarını kaçırmış durumda.
* * *
Kameraman dostum Hüseyin Çözen’in taksicilerin saldırısına uğradığını daha önce gazete sütunlarında okudunuz.
Çözen, annesini karşılamaya gittiği Ulusoy terminalinde, duraktaki tüm taksicilerden dayak yedi. Ancak bu tekme tokat saldırısı onları kesmedi. Kendisini arabısıyla birlikte trafiğe atarak kurtarmaya çalışan Hüseyin Çözen’in yolunu kesip bir kez daha saldırdılar.

Yazının Devamını Oku