Geçtiğimiz günlerde kızımın okulunda ergenlik çağına giren çocuklara yönelik bir seminer düzenlendi. 12 yaşında ergenliğe doğru adım atma hazırlıkları içinde olan bir kızım olması sebebi ile tuttum okulun yolunu.
Seminerin konusu ise “çocuklarda çatışma çözme ve uzlaşma” idi. Tam bizim evin halleri yani :)
Benim gibi ergen çocukları olan anneler için yararlı olacağını düşündüğüm birkaç bilgiyi paylaşmak istedim sizinle.
Ergenlik çağı, çocuğun kimliğini kazanmaya başladığı, hormonal ve duygusal değişimlerin yaşandığı bir dönem olduğu için çatışma yaşanması çok normalmiş. Çatışma yaşanmazsa anormal bir durum olurmuş. Demek ki biz normaliz :)
İlk yapmamız gereken şey, ergenlik çağını ve bu çatışmaları büyük bir sorun olarak görmek yerine normal süreçler olarak kabullenmek. Kabullendiğimiz şeyi çok daha rahat atlatırmışız. Ayrıca bunun dönemsel olduğunu birkaç sene içinde normale döneceklerini sürekli kendimize hatırlamamızda fayda var.
Çocuklara, istedikleri şeyin zorunlu ihtiyaç mı yoksa istek mi olduğu sorulmalıymış.
Çatışmalar;
7-11 yaş arasında ihtiyaçlardan,
Dört dörtlük (44) yaşa bastığım günlerdeyim ben :)
Başımda kavak yelleri, içimde hep bir mutluluk...
Gerçekten de ne kadar özel yaşlarmış bu yaşlar…
İnsan, neyi isteyip ne istemediğini öğrenirmiş ve ifade edermiş bu yaşlarda…
Dostlarının ayrımına varırmış. Bazı dostların sadece kötü gün dostu olduğunu, bazı dostların sadece iyi gün dostu olduğunu, bazı dostların hem iyi hem kötü gün dostu olduğunun farkına varır, herkesi ona göre bir yere koyarmış kalbinde. O zaman hayal kırıklıkları da az olurmuş insanın ama en güzel dostun Yaradan olduğunu anlarmış insan bu yaşlarda. Yaradan’la dertleşince dertlerinin nasıl hafiflediğine ve hatta yok olduğuna tanık olurmuş insan…
Geçmişteki hatalarından olgunlaşır, gelişirmiş ve yaşanan her şeyin bir şeye hizmet ettiğini öğrenirmiş bu yaşlarda insan…
Mutsuzlukları, kötü dönemleri yaşayıp, ümidini kaybettiği zamanlarda gerçek aşkın Yaradan’a karşı olan aşk olduğunu keşfedermiş insan; en büyük koruyucunun, hayattaki en büyük sığınağın O olduğunu anlar ve sırtını dayarmış Yaradan’a. Duaların mucizevi gücüne şahit olurmuş bu yaşlarda insan.
Çok sevdiği insanlardan yardım isterken defalarca, elini uzatmayan o insanları da affedebilmeyi öğrenirmiş bu yaşlarda insan. Sessizce hayatlarından çıkıp, onları vicdanları ile baş başa bırakmanın en güzel yol olduğunu keşfedermiş insan.
Mart ayını çok severim ben. Bana çok farklı duygular hissettirir.
Yeniden doğuş gibi gelir.
Bütün ağaçların, doğanın eskiden kurtulup yenilendiği, arındığı, yeniden doğduğu bir ay diye düşünürüm ve bu anlamda kendimle de özdeşleştiririm ben.
17 Mart 2004 tarihinde kızımın doğumu ile birlikte, aynı doğada olduğu gibi benim için de yeniden doğuşun başlangıcı oldu.
Tanrının yoktan var ettiği olağanüstü bir mucizeye tanık oldum o gün ben.
Mucizevi bir varoluşa tanık olmanın günüydü o gün benim için.
Mucizevi varoluşa ÇAĞLA ismini verdiğim en değerli gündü o gün benim için.
Sevgili anneler ve tüm anne adayları,
Bir anne olarak, bir kadın olarak yazıyorum bu yazıyı.
Kadına şiddeti, kadın ölümlerini durdurma gücüne sahip olduğumuz için yazıyorum bu yazıyı.
Kızlarımıza, oğullarımıza musmutlu bir gelecek sağlamak gücüne sahip olduğumuz için yazıyorum bu yazıyı.
Biz kadınlar bir ülkenin ve bu dünyanın geleceğiyiz; biz varsak gelecek var, biz varsak dünyada bir yaşam var.
İstediği kadar teknoloji ilerlesin, istediği kadar uzay çağı densin; bizim yerimizi dolduracak, bizim yerimize geçecek hiçbir şey icat edilemedi, edilemez, üretilemez, yapılamaz.
İşte bir ülke için bu kadar değerli, bu kadar önemliyiz biz kadınlar.
O zaman önce bunun farkına varıp, gelin gücümüzü elimize alalım.
İnsanların birbirini kardeş gibi görmesi için kan bağına ihtiyacı yokmuş meğer.
Birbirlerini sıkı sıkı sarmaları, aynı şeye gülüp, aynı şeye ağlamaları için kan bağına ihtiyaçları yokmuş meğer.
Asıl olan neyi, ne zaman ve ne kadar yürekten paylaştığınmış meğer.
Ben çok şanslı bir insanmışım meğer.
Kan bağım olmadığı halde ne kocaman yürekli ne güzel dostlarım varmış meğer.
İnsan zor zamanlarını paylaşırsa dostlarıyla, o zamanların zorluğu o kadar azalırmış, bunu öğrettiler bana.
Omuzları yaslanmam için hep hazırmış, ne kadar şanslı olduğumu öğrettiler bana.
Hiçbir zorluk hayatımızda daim değilmiş, bu bilinç ile hareket etmem gerektiğini öğrettiler bana.
Mustafa Koç.
En iyi okullarda öğrenim görmüş ve başarılarla mezun olmuş iyi bir evlat o.
Şirketlerinin en alt biriminden başlamış hayata. O birimde çalışanların yaptığı işi ve hissettiği duyguları tecrübe ederek birer birer çıkmış o çalışma hayatındaki basamakları.
Bu çalışkan dev adam, 40’lı yaşların başında babasından devir aldığı bayrağı 23 bin çalışandan 95 bin çalışana çıkartmış “YETER” demeden.Şirketi nasıl daha fazla büyütürüm diye hesaplar yaparak geçirmiş günlerini, gecelerini. Stratejiler üretmiş sürekli, saatler süren toplantılar yapmış ekip arkadaşları ile şirketlerini, ülkesini nasıl daha ileriye taşıyabilirim, daha fazla aileye nasıl ışık olabilirim diye.
Bugün 95 bin çalışan demek ; ortalama 2 kişilik bir aileden 200 bin kişi demek, bayileri, müşterileri, iş verdikleri derken yüzbinlerce insanın dünü, bugünü, yarını olmak demek aslında. Bunun için hep çalışmış, çok çalışmış çalışkan insan Mustafa Koç.
İnsani değerleri ağır basan ve bu kadar zenginliğin içinde mütevazı ve sağduyulu kalabilmeyi becerebilen, çalışkan ve sorumluluk sahibi bir insan. Aynı zamanda vizyon sahibi olup şirketini, ülkesini geleceğe taşıyabilen ileri görüşlü bir lider.
Bunlar yetmemiş bir de doğaya sahip çıkmış bir doğa ve hayvansever Mustafa Koç. Yaralı bir fok balığı için yaptıkları hâlâ hafızalarda.
Londra’da Madame Tussaud ‘nın müzesini gezmiş, Atatürk’ün balmumu heykelini görmüş ve gerçeğine benzemediğini anlayınca, diğer dünya liderleri ile aynı yerde durmadığını fark edip tüm yetkilileri ayağa kaldırmış ve Atatürk’ün balmumu heykeli yeniden yapılmış ve diğer liderlerin yanına konmuş Mustafa Koç’un sayesinde.
Ayşe Arman’ı sosyal medyadan çok sıkı takip ederim zaman zaman da yazarım bunu.
Kendisine de ailesine de hayranım :)
Eşi Ömer Dormen’in tayininin Mumbai’ye çıkmasıyla , Ayşe Arman’ın gözünden, kaleminden Mumbai’yi (Hindistan’ı) görüyorum, seyrediyorum ve okuyorum. Sanki orada hiç yaşamamışım gibi.
Oysa ki ben iş sebebi ile 3,5 seneyi aşkın bir süre sık sık Mumbai’ye gittim geldim. İlk gidişimden sonra, her gidiş planımda ayaklarım geri geri giderdi. Kanımca bana göre bir yer değildi.
Havaalanına iner inmez o rutubetli kötü kokusu,( gerçi yeni havaalanı yapıldıktan sonra o koku hissedilemese bile öylesine yerleşmişki bana :) ) , havalanındaki uzun pasaport kuyrukları ve o kuyruklarda araya kaynayan insanlar, havaalanından çıktığında o nemli ve sıcak hava, kafesli evler, korkunç trafik, otobüslerden dışarı fışkıran insanlar, her yerin pislik içinde olması, daha neler neler…
Benim gibi deli titiz bir kadının Hindistan yollarında olması bir tesadüf müydü onu da bilemiyorum tabi.
Yerlerdeki çöplerden yürümeye cesaret edemeyen ve arabadan bile inmek istemeyen BEN.
Nasıl yıkandığını görünce, ofisteki fincanları bile kullanamayıp, otelden ofise kahve içmek için fincan taşıyan ve fincanı itina ile her gün ofis ve otel arasında götürüp getiren BEN.
Sevgili 2016, sen geldiğinde ve 365 gün 6 saat benimle kaldığında;
Sevinç kahkahaları atacağıma söz veriyorum.
Ülkemde birlik ve beraberlik bilincinin büyümesi, yayılması için üstüme düşeni yapacağıma söz veriyorum.
Bedenime, zihnime ve ruhuma iyi gelen insanlarla olacağıma söz veriyorum.
Daha çok, şükür edeceğime ve daha çok, dua edeceğime söz veriyorum.
Yardıma ihtiyacı olanlar için daha çok uğraşacağıma söz veriyorum.
Kendi dünyama da sevdiklerimin dünyasına da hatta hiç tanımadığım hayatların dünyalarına da ışık yaymaya çalışacağıma söz veriyorum.
Daha fazla şefkat ve merhametle davranacağıma söz veriyorum.