İstanbul Boğazı’nın misafirperver feneri
Avrupa’nın son köyündeki fener, asırlardan beri aynı tepede, Karadeniz’den gelen gemicilere yol gösteriyor. Gemileri yutmaya çalışan çarpışan kayaları aydınlatıyor, kralın sofrasından yemek çalan dev kuşların anlatıldığı efsanelere göz kırpıyor. İstanbul’da karın yolları kapattığı bir hafta sonunda, Rumeli Feneri’ne gidip Karadeniz’in Boğaziçi’yle kucaklaşmasını seyrettim.
Karakış bütün programımı alt üst etti. Yazacak konum tükenmişti. Bir acele otomobilime atlayıp yazacak konu peşine düştüm. Meğer karakış yola çıkmamı beklermiş. Kuzeye gitmeye çalıştım olmadı. Güneye döneyim dedim onu da beceremedim. Batıya giderken yolumu Balkanlardan gelen fırtına bulutları kesti. Doğuya ise fazla ilerleyemedim. Kar daha yolun başında işimi bozdu.
Anlayacağınız zemheriye yenildim. Döndüm dolaştım, birkaç günü kar altında geçirdikten sonra tekrar İstanbul’a döndüm.
Kar esareti bir yandan hoşuma gitti, bir yandan canımı sıktı. Zorunlu ev oturmasında, uzun zamandan beri ertelediğim işleri tamamladım. Ama bir süre sonra afakanlar bastı ve kara, buza aldırmadan kendimi İstanbul yollarına attım. Niyetim, daralan ruhumu bulutlara bindirip baskısından kurtulmaktı.
Yollar bomboştu. Kar korkakları, İstanbul’u bana terk etmişti. Kar, buz, su, çamur deryasını aşıp Sarıyer’e indim. Rumeli Kavağı’na doğru giderken, önünden geçtiğim tarihi börekçinin vitrinindekileri görmemek için başımı çevirdim. Yoksa dayanamaz, yolluk bahanesiyle biraz kıymalı, biraz ıspanaklıyı mutlaka paket yaptırırdım. Yutkunup, yoluma devam ettim.
Telli Baba’yı geçtikten sonraki düzlükte durup, manzaraya göz attım. Bu yoldan ne zaman geçsem veya yurt dışından ne zaman bir konuğum gelse, mutlaka bu tepeye getirip, muhteşem manzarayı seyrettiririm.
BÜYÜK KAVUŞMA
O gün Boğaziçi’nin suları turkuvaza boyanmıştı. Karayele rağmen Karadeniz öfkesizdi. Karşı tepede, Bizanslıların yaptığı, Cenevizlilerin ele geçirdiği Yoroz Kalesi’nin yıkık dökük surları görünüyordu. Bu kartal yuvası benzeri kalenin eteklerindeki Anadolu Kavağı karlar altındaydı. İskeleye bağlanmış balıkçı motorlarının üstünde dönüp duran martılara bakarken, oradaki balık lokantalarını düşündüm. Yıllarca o masalarda oturup, yaşamın tadına bakmıştım.
Elimi rüzgarın uğultusuna siper edip, Karadeniz’in bir heyecan Boğazla kucaklaşan sularını seyrettim. Baktıkça heyecanlanmalarına hak verdim. Çünkü onlar, Boğaz’dan kıvrım kıvrım akıp, dünya denizlerine kavuşacaklardı. Bütün bunların bir kez daha fotoğrafını çekip (kaçıncı kez), yoluma devam ettim. Yokuşun başına geldiğimde, önce küçük limana sığınmış balıkçı teknelerini gördüm. Ağların üstü karla kaplanmış, denizden gelecek balık haberini beliyorlardı. Kavaklı balıkçıları karın, fırtınanın korkutamayacağını biliyordum. Yeter ki ağlarını dolduracak balığın kokusunu alsınlardı.
Bacalarından buram buram ızgara balık kokusu tüten lokantalarda kimsecikler yoktu. Kavak, kendi kendine kalmıştı. Bir ara bu yalnızlığın tadını çıkarmak geçti içimden. Ama hemen vazgeçtim. Şeytana uymadım. Balığın yanına mutlaka bir “tek” isteyeceğimi biliyordum. Her ne kadar otomobilime güvensem de, buzlu yokuşlar gözümü korkutuyordu. Yutkunarak, “Kilyos, Rumeli Feneri” tabelasından sapıp, Avrupa’nın son köyüne doğru yola koyuldum.
BÜYÜKÇE BİR IRMAK
Kıvrıla kıvrıla tırmanan buzlu yolu aştım. Tepeye varınca, ormanların arasından uzanan çukurlu, çamurlu yola sapıp, telaşsız ilerlemeyi sürdürdüm. Bu yoldan geçen baharda da geçmiştim. Görüntü yemyeşildi, ormanın derinliklerinden bahar cıvıltıları geliyordu. Şimdi beyaz karla örtülü ağaçlar, hiç ses vermeden baharı bekliyordu.
Aracı durdurup, ormanların arasındaki bir aralıktan Boğaziçi’ni seyrettim. Kışın solgun güneşi altında altın altın akıp gidiyordu. Dalları karlı sedirlerin arasından, büyükçe bir ırmağı andırıyordu. Onu hiç böyle güzel görmemiştim. Rumeli Feneri’ne gelmeden önce Garipçe köyüne uğradım. İstanbul’un bütün yolları buz altındayken, köye inen asfalt yol kupkuruydu. Garipsedim. Sahile varmadan önümü yeşil bir cami kesti. Asırlık çınarın yaslandığı 60 yıllık bir camiydi. Onu geçince denizi gördüm. Boğaziçi, son girintilerinden birini burada yapmış, balıkçılara Karadeniz’in öfkeli dalgalarından korunmaları için barınak armağan etmişti.
Kıyıda birkaç metruk ahşap ev vardı. Meyhane, güzel günlere kadar kapanmıştı. Birkaç balıkçı kıyıda ağ düzeltiyordu. Martılar karşı kıyıda, sessiz ve umutsuz bir bekleyiş içindeydi. Bir sonraki teknenin yolunu gözlüyorlardı. Buraya Garipçe adının, çarpık çurpuk topografyası yüzünden verildiği öne sürülüyordu. Rönesans döneminde yaşayan Fransız bilgini Petrus Gyllius, buranın Argonotların Boğaziçi üzerindeki yolculuklarına son verdikleri Gyropolis (Akbabalar köyü) olduğunu belirtiyordu. Ona göre Karadeniz’den kopup gelen fırtına, Boğaz’ın hiçbir yerinde buradaki kadar hızlı esmiyordu.
KRAL AÇ KALINCA
Gyropolis adının, Kral Phineus ile Harpyalar mitinden kaynaklandığını belirten John Freely ise “Türkiye Uygarlıklar Rehberi”nde bu efsaneyi şöyle anlatıyordu: “Harpya denen kanatlı yaratıklar kralın yemeklerini çalıp, masasını kirletiyordu. Öyle ki, kral açlık sınırına gelmişti. Nihayet Argonotlar buraya gelince, kuzey rüzgarı tanrısı Boreas’ın kanatlı oğulları Zetes ve Kalais, Harpyaları uzaklaştırarak kralı kurtardı. Aynı zamanda kahin olan kral Phineus da duyduğu minnet karşılığında Argonotlara, Symlegadlar’dan yani Boğaz girişindeki çarpışan korkunç kayalardan nasıl geçmeleri gerektiğini anlattı. Phineus Argonotlara, önleri sıra bir güvercin uçurmalarını söyledi. Eğer kuş kayalıklara yakalanırsa onlar da yolculuktan vazgeçmeliydi. Ama güvercin sağ salim geçerse, kayaların bir kez daha açılmasını bekleyip, var güçleriyle küreklere asılmalıydılar. Argonotlar kralın dediğini yaptı. Kayalar güvercinin sadece birkaç kuyruk tüyünü yakaladı. Argonotlar da çarpışan kayalıkların arasından geçerken sadece Argo’nun kıçı biraz hasar gördü.”
Efsaneleri, çarpışan kayaları, dev kuşları, kralları Garipçe’nin sahilinde bırakıp, 150 numaralı belediye otobüsünün peşinden, Avrupa’nın son köyü olan Rumeli Feneri’ne doğru tırmanmaya başladım. Köyün yolları buzla kaplanmıştı. Önce sola dönüp, yokuştan sahile doğru indim. Evlerinin önünde kar küreyen kadınların arasından geçip, feneri karşıdan gören tepede durdum. Yüzümü Karadeniz’e döndürüp, Kırım’dan kopup gelen soğuk kuzey rüzgarını kokladım. İki burun arasında ağ bırakan balıkçı teknesini seyrettim. Sonra, Osmanlının hizmetine girmiş bir Rum mühendisi tarafından 1769’da inşa edilmiş hisarın kalıntılarını siper edip, sert ve soğuk rüzgarın öfkesinden korundum.
Köyün bu günkü görüntüsü, geçmişin süslü efsaneleriyle uyum sağlamıyordu. İstanbul’un kuzeyli köyü, birbirine benzemeyen ve hiçbir estetik kaygı taşımayan çirkin binalar tarafından işgal edilmişti. Avrupa’nın bu son köyünde, deniz fenerinin çağrıştırdığı hiçbir romantizmi bulamadım. Dönüş yoluna geçtiğimde yağış tipiye döndü. Efsaneler, geçmişin öyküleri Karadeniz’den kopup gelen karın altına gizlendi.
(Bu gezinin ulaşım sponsoru Mercedes-Benz Türk AŞ. ’dir.)
HİSAR, KAZAK YAĞMACILARI DURDURMAK İÇİN YAPILMIŞTI
Rumeli Feneri’ndeki hisarın önemini daha iyi kavrayabilmek için, her zamanki gibi Evliya Çelebi’nin satırlarına sığındım. Çelebiye göre bu hisar Karadeniz’den gelip, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Sarıyer kasabalarını yağmalayan Kazak kafirlerine karşı IV. Murad Han tarafından yaptırılmıştı. Şimdi sadece yıkık dökük bir duvarı kalan hisarın, o zamanlar Kıbleye bakan demir bir kapısı vardı. Kalenin içinde 60 asker evi, Sultan Murat’ın bir camii, iki buğday ambarı, cephanesi, 100 adet küçük ve büyük boy topu, dizdarı ve 300 askeri bulunuyordu. Kalenin karşısında, yüksek bir yerde duran fenerde her gece yunus balığı yağı yakılırdı. Karadeniz’den gelen gemiler onun ışığına bakarak İstanbul Boğazı’na girerler ve geçiş sadakasını verirlerdi.
Yıkık duvarlarının ardına sığındığım hisar ve karlar altındaki tepe, şimdi sessiz, soluksuz ve işlevsiz yerli yerinde duruyordu. Karşı tepedeki fener ise aradan geçen onca asıra karşı, hâlâ Karadeniz’den gelen denizcilere yol göstermeyi sürdürüyordu.