GeriSeyahat Porto’da Anadolu’nun sıcaklığını hissettim
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Porto’da Anadolu’nun sıcaklığını hissettim

Porto’da Anadolu’nun sıcaklığını hissettim

İber Yarımadası’nın en büyük nehirlerinden Douro, İspanya topraklarından doğuyor ve 897 kilometre sonra Portekiz’den Atlantik Okyanusu’na dökülüyor. Son uğradığı büyük yerleşim Porto. Kıyıdan yaklaşık altı kilometre içerde olmasına karşın Porto onun sayesinde tarihi liman şehri özelliğini taşıyor. Şarabıyla ünlü şehri okurumuz, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seriye Sezen gezdi ve izlenimlerini yazdı.

Lizbon’un Santa Apolõnia İstasyonu’ndan saat 12.00’de hareket eden tren 14.45’de Porto’ya vardığında beni bekleyen düş kırıklığıydı. Gar, kitaplarda gördüğüm, duvarları, tavanları güzel çinilerle süslü tarihi yapıya hiç benzemiyordu. Üstelik kent merkezinde, gara yürüme mesafesinde bir otelde rezervasyon yaptırmıştım. Oysa kent merkezinin epeyce dışındaydım. Taksiye binmem önerildiğine göre, otel uzaktaydı. Sonradan anlaşıldı ki, düş kırıklığımın nedeni hızlı trene binmemdi. Meğer Porto’da iki gar varmış. Normal trenler merkezdeki tarihi São Bento (Estaçao de Bento), hızlı trenler daha uzaktaki Campanhã garına gelmekteymiş.

SÜRPRİZ ZİNCİRİ

Porto’da beni ikinci bir sürpriz daha bekliyordu. Taksi, Teatro Oteli’nin önünde durduğunda binanın silikliği dikkatimi çekti. Bir yanlışlık olmalı, diye düşündüm. Dört yıldızlı otel şatafatı yoktu ortada. Kapıda normal giyimli bir genç bizi karşıladı ve lobiye geçtik.

Bildiğim lobilere hiç benzemiyordu. Hayli loş bir aydınlatma, askıda kostümler, ortada, alt kısımları film şeridi şeklinde tasarlanmış koltuklar, resepsiyonda Romalılar gibi ipeklere bürünmüş izlenimi veren görevliler... “Birazcık aydınlık iyi olurdu” dediğimde “Efendim burası tasarım oteli, özellikle böyle yapıldı” yanıtını aldım. Gerçi internette bir müşterinin otelin biraz kasvetli oluşundan yakındığını okumuştum, ama bu kadarını beklemiyordum. Oda katına çıktığımızda loşluk peşimizi bırakmadı. Neyse ki oda numaraları aydınlatılmıştı...

İlk gün beni şaşırtan kasvetli havaya bir süre sonra alışmaya, hatta giderek sıra dışı oteli sevmeye başladım. Bu değişimde, oteldeki tüm ayrıntılara yansıyan kalite kadar 201 numaralı odamın penceresindeki manzaranın da payı vardı. Akşamları pencereden sokağı, dingin, adeta yavaşlatılmış yaşamın akışını tasasızca izlemek, günün yorgunluğunu alıyordu.

Ama beni asıl etkileyen binanın tarihçesiydi. Kentin kültür, sanat kurumları bulunduğumuz Sada Banderia Sokağı’nda toplanmıştı. Birkaç bina ötemizde Teatro Sa’da Banderia levhası dikkatimi çekmişti. Otel binası ise 1859’da Baquet Tiyatrosu olarak açılmış, aydınların buluşma mekanı olmuştu. 1888’deki yangında harap olan bina 122 yıl sonra, ünlü tasarımcı Nini Andrade Silva tarafından tiyatro temalı otele dönüştürülmüştü. Binanın öyküsünü öğrenmem diğer ayrıntıları da farketmeme yol açtı. Ana kapıdaki şık yazılar Portekizli şair, oyun yazarı, romancı ve siyasetçi Almeida Garret’in (1799-1854) şiiriydi. Restoran duvarlarındaki büyük boy siyah-beyaz fotoğraflar tiyatro salonundaki izleyicilere aitti.

ŞARABI KORUMAK İSTERKEN PORTO’YU İCAT ETTİLER

Porto, belleğimde geçmişten kalan bir fotoğrafla yer edinmişti: Üzerinde tekneleriyle Douro Nehri ve nehrin kıyısına, giderek yükselen bir eğimde dizilmiş, balkonlarından çamaşırlar sarkan, bitişik nizam, değişik renklerdeki eski görünümlü evler... Porto’nun dış dünyaya yansıyan penceresi Douro Nehri olmakla birlikte, beni en çok etkileyen kıyıdaki, vitrindeki değil, iç kesimlerdeki Porto oldu. Bir ucunda belediye binasının diğer ucunda Intercontinental Otel’in etkileyici şık binasının yer aldığı Dos Aliados Bulvarı’nın insanı rahatlatan genişliği ve tenhalığı, yer yer dik sokakları, bir kıyı kentinde olduğunuzu her an hissettiren martıların sesi, bir yanda geleneksel, küçük, sahiplerinin kapının önünde müşteri beklediği dükkânlar, diğer yanda vitrinlerini şık tasarımlı ürünlerin süslediği mücevherciler, ayakkabıcılar...

Lezzetli şaraplık üzümleri yetiştirmeye elverişli bereketli Douro Vadisi’nin bulunduğu Porto elbette bir şarap kenti. 17’nci yüzyılda, İngiliz tüccarların, nakliye sırasında bozulmamaları için, şaraplara brandy katmaları üzerine keşfedilen porto şarapları, Porto’nun ticari olduğu kadar turistik ürünü. Nehrin Vila Nova de Gaia yakasında yerleşik çok sayıda şarap işletmesi turizmden yararlanıyor. Küçük tadımlarla sona eren ücretli, rehberli turları pek rağbet görüyor. Yaklaşık yarım saat süren bu geziler tahmin edileceği gibi satış bölümünde sona eriyor. İkram edilen şarabı tadan gezginler satış bölümüne yöneliyor. Birinci Luis Köprüsü’nden Riberia tarafına geçerken, kimin o gün hangi işletmenin turuna katıldığı, taşınan, içi şarap şişeleri dolu torbalardan kolaylıkla anlaşılıyor.

DENİZCİLİK KURSU ÜNİVERSİTEYE DÖNÜŞTÜ

İster deniz, ister nehir, isterse yalnızca bir kanal olsun, su, sağladığı ekonomik olanaklar nedeniyle kentlerin yerleşiminde belirleyici, ekonomik ve toplumsal yaşam üzerinde de etkili olmuştur. İçinden geçtiği ya da çevrelediği kente her zaman dinamizm katmıştır.

İspanya’dan doğan ve Portekiz’den Atlas Okyanusu’na dökülen Douro, Porto’ya da kıyı kenti kimliği kazandırmış. Porto Üniversitesi’nin kökeni, nehrin kent ekonomisi için taşıdığı önemin bir göstergesi. 1911’de kurulan üniversitenin çekirdeğini, 1762’de, denizcilik eğitimi vermek üzere açılan denizcilik sınıfı oluşturmakta. Aynı dönemde açılan çizim ve resim sınıfı, 19’uncu yüzyılın başlarında Denizcilik ve Ticari İlişkiler Kraliyet Akademisi’ne dönüşmüş.

Nehrin öbür yakasında, şarap işletmelerinin bulunduğu Vila Nova de Gaia yer alıyor. Çok sayıda köprü her iki yakayı birbirine bağlıyor. Ama asıl yoğunluk, iki katlı Birinci Luis Köprüsü’nde. Nehir her iki yakaya da hem estetik hem de ekonomik ve toplumsal açıdan dinamizm katmış. Her iki yakanın kıyılarında doğal olarak yaşam daha canlı; lokantalar, kahveler, hediyelik eşya satan dükkânlar, oteller, parklar… Yalnız bütün bunlar Porto tarafında insanların kıyıyla buluşmasını engellemeyecek ölçüde konumlanmış; insanların yürümeleri, oturmaları ve doğrudan nehri izlemeleri için oldukça geniş boşluklar bırakılmış. Lokantalar, dükkânlar bu boşluktan sonra başlıyor. Gaia’nın coğrafi özelliği kıyıdan bu denli geniş yararlanmaya elverişli değil. Dar bir düzlük alandan sonra toprağın hemen yükseldiği bu tarafta İstanbul Boğazı’nın kimi bölümleri gibi yol hemen kıyıdan geçiyor ve hayli dar. Yine de bu tarafta, elverişli her yere parklar inşa edilmiş. Venedik gondollarının daha hacimlisi gezinti teknelerinin, botların süslediği nehirle insanlar içiçe görünüyor.

150 YAŞINDAKİ LELLO

İngiliz The Guardian Gazetesi’ne göre dünyanın en iyi üç kitapçısından biri. Tabandan tavana, raflardan, merdivenlere her yer ahşap. İki koldan ilerleyen, bir kavis çizdikten sonra birleşen, tekrar ikiye ayrılarak üst kata ulaşan merdivenleri dünyanın en etkileyici 10 merdiveni arasında...

Das Carmelitas Sokağı’ndaki Lelo, kente yolu düşen kitap kurtlarının uğrak yeri. Öyküsü 1869’a uzanıyor. Ernesto Chardron adlı bir Fransız, Clérigos Sokağı’nda uluslararası bir kitapçı açar. Lello, 19 ve 20’nci yüzyılda birçok kez el ve adres değiştirse de varlığını sürdürür. Bugün 1906 yılında kitapevi için özel olarak yapılan ve 1994’te restore edilen binasında. Dönemin ünlü mimarlarından Xavier Esteves’in tasarladığı gotik esintili, iki katlı binanın beyaz ve süslü ön cephesi kiliseyi andırıyor. Lello, günümüzün her şeyi satan kitapçılarından değil. Gerçek bir butik kitapçı. Tavana kadar yükselen raflar Portekizce kitap dolu. Ancak iç mimarisi de kitaplar kadar ilgi çekiyor. Sadece gezmek, görmek için pek çok turist uğruyor. İsletme sahipleri durumdan pek memnun değil. Alışveriş yapmayanlara karşı tedirgin edici ölçüde hissedilen bir tutum var. Fotoğraf çekmek yasak. Meraklı turistler için Lello tarihinin anlatıldığı İngilizce bir kitap hazırlanmış.

ANADOLU ÇAĞRIŞIMLARI

Bence Porto’yu ilginç kılan ne şarapları, nehirdeki gezinti tekneleri, kıyıdaki güzel balık lokantaları ne de kahveleriydi. Elbette bunlar güzeldi; I. Luis Köprüsü’nden ve katedralden (Terreiro da Sé) kenti kuşbakışı seyretmek; Vila Nova de Gaia kıyısındaki konteynerde hizmet veren Dom Tonho II lokantasına uğramak, Portolu çocukların nehre atlayışına ve günbatımına tanıklık ettikten sonra ızgara sardalye eşliğinde Porto şaraplarını tatmak; yağmayan, adeta toz halinde püsküren yağmur altında kentin en canlı caddesi Santa Catharina’da gezinmek, 90 yıllık Majestik Cáfe’de günün yorgunluğunu çıkarmak….
Bence Porto’nun ilginçliği kıyıda değil, içerilerdeydi. Buradaki Porto sanki 1960’ların sonunda dondurulmuş, 2000’lerde üzerindeki toz silkelenmeden yeniden canlandırılmıştı. Yıllar önce terkedilmiş görkemli bir konak gibiydi.

Beni geçmişe götüren, tanıdık gelen, tekrar kavuşma hissi verenlerden biri de halkıydı. Bizi otele getiren taksi sürücüsünde, sokakta 5 Euro’ya tişört satınca mutluluğu yüzüne yansıyan adamda, durak ve parklarda rastladığım yaşlı kuşaktaki Anadolu havasıydı. Çekinken, saygılı tavırlarıyla geçen yüzyılın terbiyesini yansıtıyorlardı. Kısa boylu, esmer, mütevazı giyimli, kasketli silüetler Anadolu insanından hiç de farklı değildi. Sá da Bandeira Caddesi’ndeki Bolhão pazarında, kadınlar, çiçek, ekmek, meyve-sebze, deniz ürünleri, şarküteri ve vaftiz giysilerinin yanı sıra canlı tavuk da satıyordu. Sanki küreselleşme, çağ atlama rüzgârı buraya hiç uğramamıştı… Ortalıkta ne cipli yeni yetmeler ne de dev AVM’ler vardı. Buna karşın kumaşçılar, tuhafiyeciler, artık görmeyi unuttuğumuz yün-orlon iplik satan dükkânlar, iç çamaşırcılar, hırdavatçılar hayattaydı. Bu haliyle Porto, 1970’lerin Ulus ve Kızılay’ını çağrıştırdı bana.

Kente günceli ise Porto Şarap Enstitüsü’nün karşısındaki, kültür merkezinde (Ferreira Borges Pazarı) gördüm. 19’uncu yüzyıldan kalan yapı dekorasyonu, genç müşterileriyle bugüne uyum sağlamıştı. Keza belediye binasının yanı başındaki postane (correious) mekânsal yerleşimi ve hizmetin niteliğiyle bugünü yansıtıyordu. Daha da önemlisi kadınların toplumsal yaşamın her alanında görünür olmalarıydı.

Porto, her an iletişime hazır kibirsiz insanları, zengin ve sağlıklı mutfağı, özellikle kentlerde istiflenmiş halde yaşayan biz Türkler için nefes aldırıcı ve geleneksel olanı yok etmeden modern olanı kucaklayan kentsel dokusu ile tekrar tekrar gitmeyi hak eden bir liman kenti.

False