GeriSeyahat Lezzetlerin peşinde Dikili’den Foça’ya
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Lezzetlerin peşinde Dikili’den Foça’ya

Lezzetlerin peşinde Dikili’den Foça’ya

Şimdi yola çıkma zamanı. Güneş, deniz, yemyeşil doğa ve leziz yemekler sizi bekliyor. Ege yolculuğumun geçen hafta yayımlanan ilk bölümünde Kaz Dağları’nın yeşillikleri arasına saklanmış cennet benzeri iki küçük mekandan bahsetmiştim. Kuzey Ege’deki yolculuğum bu haftada sürüyor. Uğradığım restoranlarda tadına baktığım yemekleri, geçen gezilerimden aklımda kalan tatları ve yörelerin geçmişini sizlere anlatmaya çalışacağım.

Güre sırtlarında, ağaçların, çiçeklerin arasına saklanmış Zeytinbağı’nda, ciğerlerime, gözlerime, mideme çektiğim ziyafetten sonra Kuzey Ege’deki yolculuğuma devam ettim. İyi ki Edremit’ten erken saatlerde geçtim. Yoksa mutlaka Cumhuriyet Lokantası’na uğrayıp, bir güzel karnımı doyururdum. Cumhuriyet ile yaşıt lokantada, iki yıl önce yediğim Kadınbudu köftenin tadı hâlâ damağımdaydı. Ayvalık sapağından geçerken, gözümün önüne Cunda Adası’ndaki lokantaların mezeleri geldi. Bay Nihat’ın yerinde, Nesos’taki mezelerin tadı, insanın aklını başından alacak cinstendi. Bence Türkiye’de en lezzetli mezeler, Cunda’da hazırlanıyordu.
Dikili’de, denize nazır Mercan Köşk lokantasına geldiğimde, acıkmıştım. Sütte levrek buğulamasını bir güzel mideme indirdim. Dikili’den ayrılırken aklım pırıl pırıl denizde kalmıştı. Bu sakin ve güzel kasabada yaşayanları kıskandım. Sonra yol üstündeki çilek tarlalarından birine uğradım. Kadınlarla birlikte hem çilek toplayıp hem de yedim. Kıpkırmızı çilekler, kokulu ve çok tatlıydı. Gömleğimin lekelenmesine hiç aldırmadım. Gözlerimde deniz manzarası, midemde lezzetli levrek ve çilek, kulaklarımda kuş sesleriyle direksiyonu Bergama’ya çevirdim. Niyetim bu güzelim ilçeye bir merhaba demek, tarihin arasında yürüyerek yediklerimi hazmetmekti. Bergama’yı iki yıl önce bıraktığım gibi buldum. Yani değişen pek bir şey yoktu.

BERGAMA’NIN KAYIP HAZİNELERİ

Zirvedeki tiyatroya tırmandım. Özel orkestra bölümlü, 10 bin kişilik tiyatroda antik çağın oyunları bütün gün sürüyordu. Şarapları, yemekleriyle gelenler, uzun gösterileri sıkılmadan izliyordu. Bugünün Bergaması’nda tiyatro tutkusunu pek gözleyemedim. Athena Tapınağı’nın bulunduğu yerde, Helenistik dönem heykeltraşlığının en başarılı örnekleri sergileniyordu. Önemli bir heykel geçmişi olan kentin bugününde, meydanları süsleyen hiçbir heykel yoktu. Mutlaka bir yerde Atatürk heykeli dikilmişti ama, onu da ben göremedim.

Helenistik dönemin en büyük kitaplıkların biri de Bergama’daydı. Ahşap damlı, okuma salonu loş ışıklı kitaplıkta, 200 bin rulo yazma bulunuyordu. Bir söylenceye göre, Antonius M.Ö 41’de ruloları kaçırıp, Kleopatra’ya armağan etmişti. Amacı, İskenderiye Kitaplığı’nın yanmasına çok üzülen güzel Kraliçe’yi teskin edip, gönlünü kazanmaktı. Bugünün Bergaması’nda ise değil dev kitaplık, kitapçıya rastlamak zordu. Belki vardı da benim gözüme çarpmadı.

Tarihi anıtlardan beni en çok etkileyen, M.Ö 4. yüzyılda kurulan Asklepion oldu. Burası, tıp araştırmalarının yapıldığı, ünlü doktorların yetiştiği çok önemli bir tedavi merkeziydi. Çamur banyosu, rüya yorumu, müzik, telkin, sıcak banyo gibi çeşitli yöntemler kullanılmıştı. 3 bin 500 kişilik tiyatrosunda, hastalar için şenlikler, konserler düzenleniyordu. 2300 yıl öncesinin Bergamalı hastaları, bugünkülerden daha şanslıydı...

Gimnasyumlar, tapınaklar, agoralar, kutsal alanlar... Bu muhteşem anıtları tek tek anlatmaya sayfalar yetmezdi. Bir başka güzel yapı, kırmızı tuğladan yapılan “Kızıl Avlu” tapınağıydı. MÖ yapılan, Mısır Tanrısı Serapis’e adanan tapınak hâlâ eski görkemini koruyordu. Girişteki kaldırıma, halıcılar ünlü Yağcıbedir kilimlerini sermişti. Hem tanıtıyor hem de eskitip değerini artırıyorlardı. 1398’de I. Beyazid’in yaptırdığı heybetli Ulu Cami de hâlâ ayaktaydı.

SANKİ ZAMAN DURMUŞ

Antik Bergama’dan sonra dağın eteklerindeki eski Bergama’ya yöneldim. Daracık sokaklar insanı içine çekiyor, sarmalıyor, huzur veriyordu. Rengarenk aşı boyalı evler, tablo gibiydi. Pencere içlerine, dam kenarlarına tenekeler içinde begonyalar yerleştirilmişti. Kırmızılı, yeşilli, sarılı, pembeli, morlu duvarların bazılarına da sarmaşık sardırılmıştı. Küçücük dükkanlarda, tamirci, nalbant, fırın, terzi ve kolonya kokan berberler harıl harıl çalışıyordu.

Birden burnuma Köfteci Pala’nın kimyonlu köftelerinin kokusu geldi. Ama öylesine toktum ki, bu lezzetli köfteleri görmezden geldim. Aslında aklımın bir ucunda da Ticaret Odası’nın lokantasına gidip, yörenin damak çatlatan yemeği Çığırtma yemek vardı. Yolcu yolunda gerek, deyip yola devam ettim. Foça’ya uğradıktan sonra İstanbul’a dönüp,
ölüm orucuna girmem gerekecekti...

FOÇA’NIN YOLLARI KAMYONLU

Aliağa’yı geçip, Yeni Foça’ya saptığımda kendimi uzun kamyon konvoyunda buldum. Yolun iki yanı, dev sanayi tesislerince işgal edilmişti. Homur homur dev kamyonlar bu tesislere çalışıyordu. Dar yolda sollayamadığım için fabrika bacası, egzost dumanı altında yavaş yavaş ilerliyordum. Etraftaki manzara ürkütücüydü. Büyükçe bir hurdalığı geçince yine güzellikler belirdi.
Ortaçağ sonunda kurulan Ceneviz kolonisi Foggia Nuova’nın mirasçısı Yeni Foça’yı görünce, kararmış ruhum biraz huzur buldu. Masmavi gökyüzüne pırıl pırıl bir güneş yapışmıştı. Koyun karşı tepeleri, yazlıkçı sitelerinin işgaline uğramıştı. Yeni Foça’nın eski taş evlerle süslenmiş daracık yollarında gezinirken, geçmişi düşündüm.

Kasaba 1275’te kurulmuştu. O tarihte burası, Benedetto ve Manuele Zaccaria adındaki Cenevizli iki tüccar kardeşe verilmişti. Kardeşlerin amacı, yarımadadaki şap madenini işlemekti. Önce yarımadanın kuzeyine korunaklı liman inşa ettiler. Liman kısa sürede genişledi, zengin Foggia Nuova şehrine dönüştü. 1455’te Osmanlıların eline geçen Yeni Foça’nın bugününde, eskiyi anımsatacak pek bir şey bulamadım.

Yeni Foça’dan Eski Foça’ya giden kıyı yolu, öyle manzaralarla doluydu ki, ikide bir durup fotoğraf çekmek zorunda kalıyordum. Yol bitmek bilmiyordu. Zeytinlikler bitince birden Foça göründü. Otomobilimi meydana bırakıp, sokaklara daldım.
Yarımada limanı ikiye bölmüştü. Önce “Büyük Deniz” bölümündeki eski camiyi, kenti çevreleyen surları gezdim. Heredot Tarihi’ne göre, Tartessos Kralı Arganthonios sur inşası için öyle çok para vermişti ki halk harcaya harcaya bitirememişti.

KÜÇÜK DENİZ’DE ZİYAFET

Sonra limanın Küçük Deniz bölümüne geçip, kasabanın yeni döneminde gezindim. Kimi onarılmış, kimi yıkılmak üzere taş evlerle süslü sessiz ara sokaklara hayran oldum. Güzelim evlerin duvarlarında, geçmişin çok kültürlü yaşamından izler aradım. Kapı üstlerindeki tarihten başka ize rastlayamadım.
Foça’ya akşam çöküyordu. Küçük Deniz’deki limanın kıyısına gidip, balıktan dönen tekneleri gözlemeye başladım. Leğenlerde çırpınan barbun, çipura, levrek, kefaller biraz sonra kıyıdaki restoranlara yollanacaktı. Omuzlarımdaki ve bacaklarımdaki ağrıları hissedince, iyi bir akşam yemeğini hak ettiğimi düşündüm.
Niyetim Küçük Deniz’in kıyısındaki Celep’in Yeri’nde bir soluk almaktı. Eski dostlarla kucaklaştım, balıkçılarla selamlaştım, kordonda turlayıp, midemi iyice baştan çıkardım. Celep’in Yeri, Ege kıyısındaki en favori mekanlarımdan biriydi. Mezeler çok lezzetli, balıklar hep tazeydi. Kalamar’ı, karidesi ızgaraya attırdım. Zeytinyağlı mezeleri çatal ucuyla yedim. Her zaman olduğu gibi midemde balığa yer bırakmadım.
False