Zamansız mavi yolculuk

Ancak zaman bulup, ekim ayının sonunda mavi yolculuğa çıktım. Gökova’nın cenneti andıran kimsesiz koylarında kah balık yakaladım, kah yüzdüm, kah güzelliklere daldım gittim.

 Deniz bazen çarşaf gibi dümdüz oldu, kah rüzgarla oynaşıp dalgalandı. Gece gökyüzünde yıldızları göremedim ama, bu yolculuğun tadı damağımda kaldı.

Uzun zamandan beri sesi soluğu çıkmayan avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar, ekimin son günlerinde telefon edip hal hatır sordu, kendisi hakkında rapor verdi. İşi gücü satıp savmış, Bodrum’un Bitez’ine yerleşmiş. Kara avcılığını da artık iyiden iyiye terk edip, balıkçılığa merak sarmış. Onun için koca bir tekne almış. Şimdi günlerini koy koy dolaşıp, balıkları kandırmakla geçiriyormuş.

Tüm bunları anlattıktan sonra ağzındaki baklayı çıkardı: "Havalar çok güzel. Hemen atla gel, Gökova’da bir mavi gezi yapalım..." Bu davete hemen itiraz ettim: "Koca yaz aklın neredeydi. Ekimin sonunda mavi gezi mi olurmuş... Fırtınası dalgası, yağmuru..." Yanıldığımı söyledi. Gökova’nın tam vaktidir dedi. Sonra ekledi: "Bir mavi yolcu için en büyük başarı, kendisinin bir mavi yolculuk düzenleyebilmesi ve arkadaşlarına bir mavi gezi serüveni yaşatabilmesidir..." Anladığım kadarıyla deniz, Zeki’yi çok değiştirmiş, filozof yanını kuvvetlendirmişti.

Vakit geçirmeden toparlandım. İlk uçakla İstanbul’dan Bodrum’a uçtum. Uçakta okuduğum bir kitapta, Zeki’nin son cümleyi Azra Erhat’tan "yürüttüğünün" farkına vardım. Ayrıca aynı kitapta -Mavi Yolculuk- bu yolculuğun öncülerinden biri olan Azra Erhat’ın da Zeki’yle aynı şeyleri söylediğini okudum: "Mavi gezinin yapılabileceği mevsim haziran ayından ekim sonuna kadar uzanır. Yaz ayları açık havada, güvertede yatmak için en elverişli aylarsa da, güz ayları denizlerin en sakin ve balığın en bol olduğu zamanlardır..."

Yazımın tam burasında bir itirafta bulunmalıyım. Bugüne kadar hiç mavi yolculuğa çıkmadım! Bu yolculuğa çıkan teknelerin uğradıkları koyların büyük bir bölümüne, ya günübirlik tekne gezileriyle gittim ya da karadan arabayla ulaştım. Ama teknede geceleyip, yıldızlara bakarak hiç hayal kurmadım veya gecenin sarhoşluğundan sıyrılabilmek için sabahın erkeninde denize balıklama atlamadım. Bunları bugüne kadar neden yapmadığımın cevabı yok. Belki de dar kamaralarda yatamama korkusudur. Bilmiyorum!

ŞAŞIRTICI MAVİLİK

Neyse, Azra Erhat’ın kitabına dönersek; ona göre Gökova’ya ilk gelen, en çok denizin maviliğine şaşıp kalırmış. Denize baktıkça gözünün önüne gelen lacivert, çivit mavisi, mor, menekşe, yeşil, zümrüt yeşili diye renk adlarını bulur sıralarmış. Türkçesi yetmeyince de, indigo, saks mavisi, Prusya mavisi gibi terimlere başvurur, durmadan başka tonda bir maviye boyanan denizin karşısında onlar da yetmeyince dünya dillerinin Gökova’yı tanımlamaktaki yoksulluğunu anlayıp susar, hayran hayran baka kalırmış.

Bodrum’a indiğimde, gökyüzünde kara bulutlar oynaşıyordu ama hava sıcaktı. Bir solukta marinaya inip, eşyaları tekneye attık. Denizciliği Zeki’ye öğreten Ordulu Ferhat Kaptan son hazırlıkları yapıyordu. Bir koşu markete gidip, kumanyayı torbalara doldurduk. Elimizdekileri görenler bizi bir aylığına denize açılıyor sanırdı. Hem gözümüze hem midemize ziyafet çekmeye niyetlenmiştik. Ferhat Kaptan ile çırağı demiri çekip, limandan çıkmaya çalışırken, arka tarafta koltuğa yerleşmiş, kendimi mavi yolculuğun dinginliğine terk emiştim bile.

Deniz, onu bilenlerin tabiri ile adeta "tahta" gibiydi. Karaada açıklarına gelince, Kos Adası’nın üstüne biriken kara bulutlar dikkatimi çekti. Hatta küçük bir hortum, yılan gibi kıvrıla kıvrıla denizi bulutlara taşıyordu. Yağmur gelecekti anlaşılan. Bir balıkçı, "Kos’un üstünde bulut varsa bilki Bodrum’a yağmur yağar" demişti. "Kısmet" dedim içimden.

Solda evler bitti, Bodrum’un yeşil yüzü göründü. Sağ tarafta ise antik dönemdeki adı Arkonessos olan Karaada uzanıp gidiyordu. Buraya niye kara demişlerdi acaba? Oysaki tepeler yemyeşildi. Sonra karşımıza girintili çıkıntılı sahilleri, zeytin ağaçlarıyla kaplı yamaçlarıyla Orak Adası çıktı. Ortadaki küçük Kıstak Adası’nı geçince, doğudan esen rüzgar sertleşti, dalgalar tekneyi hop hop hoplattı. Kos’tan kopup gelen kara bulutlar da ilk damlalarını dökmeye başladı.

BALIK HAYALLERİ

İlk demir attığımız yer Çökertme Koyu oldu. Buranın diğer bir adı Fesleğen Koyu idi. Bu adı belki de yamaçlarının fesleğenle kaplı olmasından almıştı. Zeki, öğle yemeği için tencereye su koyarken, türküdeki Çökertme’nin burası olmadığını, Yalıkavak Beldesi’nin batı sahilindeki Geriş Köyü’nün altına düşen bölgenin eski adının da Çökertme olduğunu, türkünün kahramanı kaçakçı Halil’in oralı olduğunu anlattı.

Öğleyi makarna ve salatayla atlattık. Asıl ziyafet akşamaydı. Yemekten sonra demir alıp, pruvayı Gökova’ya çevirdik. Kıyı kıyı gidecektik. Zeki ile birlikte sirti oltalarını kıçtan denize saldık. Pervanelerin çalkaladığı sulara dalıp gitmiştim. Aklım fikrim misinanın ucuna takılmıştı. Koca bir lüfer veya kofana, belki irice bir palamut, belki de bir sinarit... İğneye atlayacak balıktan başka bir şey düşünmez olmuştum. Tüm sorunlar, dertler, sıkıntılar misinanın üstünden kayıp, denize akıp gitmişti sanki. O an aklıma Orhan Veli düştü nedense: "Gün olur başımı alır giderim,/ Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda./ Şu ada senin bu ada benim,/ Yelkovan kuşlarının peşi sıra."

İskele tarafında Yeniköy Termik Santralı’nın dumanlı koca bacası görününce oltayı topladım. Gökova’nın çirkinlik abidesini görmemek için Zeki tekneye yol verdi. Bir hızla geçip gittik. Biraz sonra Ören sahilleri göründü. Orası da yazlıkçılarıyla vedalaşmış, kendi başına kalmıştı. Niyetimiz Ören burnunu dönüp, cennet Akbük’te gecelemekti. Kıran Dağları’na yaslanmış Akbük’e karadan birkaç kez gelmiş, koyun kimsesizliğine ve sessizliğine hayran kalmıştım. İlk kez denizden geliyordum. Ama hesaplarımız tutmadı. Güneyli rüzgarlar sakin koyu kıpır kıpır etmişti. Ferhat Kaptan, "sabaha kadar sallanırız, uyku tutmaz" dedi. Ben de içimden bir kez daha "kısmet" dedim. Halbuki gece yıldızlara bakarak uyumayı hayal etmiş, heyecanlanmıştım.

KOYDAKİ DENİZKIZI

Koydan çıkıp bir hızla karşıya, Sedir Adası’na vardık. Orta Ada, rüzgara siper olmuş, turkuvaz suları süt liman etmişti. O ara güneş de göründü. Vakit geçirmeden mayomu giyip, ekimin sonunda Gökova’nın gök mavisi sularıyla kucaklaştım. Sonra ekim güneşinin cılız sıcağına sığındım. Zeki, motoru indirip, adaya gidelim dedi. O an canım, ne geçmişin kalıntılarını ne de Kleopatra Plajı’nın altın sarısı incecik kumlarını görmek istedi. Tembel tembel yatmayı tercih ettim.

Gün akşama dönmeden İngiliz Limanı’na girdik. Usta denizci Sadun Bora, "Vira Demir" adlı kıymetli kitabında koyu şöyle anlatmıştı: "70’li yılların sonuna kadar bu koyun etrafını koca koca çam ağaçları çevirirdi. Onlara bağlandığınız zaman dalları teknenizin üzerini örterdi. Yüksek ağaçlar perde gibi rüzgara mani olur, neredeyse demir atmaya gerek kalmazdı..."

İskeleye yaklaşırken kıyıda bir denizkızı heykeli gördüm. Heykeltıraş Tankut Öktem’in yaptığı heykeli, Sadun Bora, Can Pulak ve diğer "Gökova düşkünleri" buraya yerleştirmiş ve altına şunu yazmışlardı: "Bu denizkızı düşlerini süsleyen cennete erişebilmek için nice engin denizler, ufuklar aştı. Kıtalar, adalar dolaştı. Ta ki Gökova’ya ulaşana kadar..."

Gözlerden gizlenmiş bu koyun iskelesine kıçtan kara yaptık. Balık yakalayamadığımız için, balıkları iskelenin lokantasında yedik. Gece ilerleyince yatmak için tekneye döndük. Uyku tulumuna girip, arka güverteye uzandım. Gözümü zifiri karanlıkta gökyüzüne diktim ama yıldızları göremedim. Denize doğru uzayıp giden yakamozlar da yoktu. Ama ay ışığının çıt çıkmayan gecede, kara bulutlara yol gösterdiğine şahit oldum.

CENNET KOYLARDA

Ertesi gün kahvede çay içerken, bu koyların usta balıkçısı Ercü Kaptan oltalarımıza bir göz attı. Sonra da "bunları çöpe atın" dedi. Üşenmedi bize yeni, usta oltalar bağladı, "hadi şimdi rasgele" dedi. Bir heves palamarı çözüp, iskeleden ayrıldık. Koylar ve balıklar bizi bekliyordu. Her havaya kapalı, sakin suların oynaştığı Löngöz Koyu, bir kış limanı olan Okluk Koyu, güneyli rüzgarlara kucak açan Hırsız Koyu, Kıran fırtınasının bile söz geçiremediği Çanak Koyu, Kösemen Adaları, Yedi Adalar, Bördübet kıyıları... Ekimin izin verdiği kadar yüzdük, balık tuttuk, gecelerin sessizliğini dinledik, Gökova’nın tadını çıkardık.

Yola çıkışımızın üçüncü günü geri dönüp, marinaya kıçtan kara ettiğimizde, aklım başımdan gitmişti. Gözümde hálá mavinin tonları, ağaçların yeşilleri uçuşuyor, kulaklarım sessizliğin sesiyle çınlıyordu. Bu zamansız mavi yolculuğun tadı damağımda kalmıştı. Zeki’yle vedalaşırken, "bunu saymam" dedim, "yıldızları seyredemedim, yakamozlu denizlerde kürek çekmedim..." Zeki beni zehirlediğinin farkındaydı. Hınzırca bir gülüşle, "gelecek yıl tam zamanında çıkarız" diye yanıt verdi. İstanbul’a doğru uçarken, soğuk geçeceği söylenen kışı karşılamaya hazır hissediyordum kendimi.
Yazarın Tüm Yazıları