Yeter artık ama dedim ve...

BEBEK geldi gelecek stresi...

Uykusuzluk, yorgunluk...

Para yetecek, yetmeyecek derdi...

Sürekli kısıntı sıkıyönetimi altında yaşam...

Gelecek korkusu...

Acaba onu görebilecek miyim bunu görebilecek miyim endişeleri...

Yoksa hasta mı korkuları...

Bundan sonra her günün aynı olacağı yolundaki tahmin...

Sonra memleket haberleri...

O bunu mu demiş, bu bunu mu yapmış, kimin kime son puştluğu olmuş...

Hangi arkadaşım daha işsiz kalmış...

Bir şey yapabilir miyiz ki?

Hemen her saatte yapılması gereken görevler.

Mama saati, uyku saati, köpek gezdirme saati, kedi besleme saati, gazete okumaya başlama saati, yazıya başlama saati, yazıyı bitirme saati, yine mama saati, uyku saati...

Rana'nın talepleri.

Üst yönetimin talepleri.

Hayatın talepleri.

* * *

Ve o gün dedim ki ‘‘Bana müsaade biraz havalanmak zorundayım, bilmem anlatabiliyor muyum.’’

Ve çıktım gittim evden.

Lionel Hampton'un cenazesine katıldım.

Cotton Club'ın önünde buluştu herkes.

Binek arabasına konulmuştu tabut.

Çok süslüydü atın çektiği araba.

Wynton Marsalis cenazenin önünde yürüyüşe başlayan bandonun başındaydı.

‘‘St. Louis Blues’’ çaldı.

Benim haricimde herkes çok şıktı.

125. Cadde boyunca yürüdük.

‘‘St. James Infirmary Blues’’ da çaldı gayet tabii ki.

Sonra kiliseye geldik. Türk kurnazlığıyla içeriye sızmayı başardım.

Şarkılar söylendi, müthiş konserler verildi, hep birlikte gülündü, az da olsa hep birlikte gözyaşı döküldü.

Daha da önemlisi dans da edildi.

Müzik sesi sokağa taştı, dans da sokaklara yayıldı.

* * *

Hayatta yaşadığım en güzel saatlerden bir tanesiydi olan biten.

Gayet tabii ki tesadüfen de olmadı bu, cenazenin olacağını biliyordum, evdeki isyanımın zamanlamasını da ona göre yapmıştım zaten.

Eve döndüm sonra. İtiraf da ettim yaptığım komployu, Rana kızmadı, hatta ‘‘İyi yapmışın’’ da dedi.

O da mı yaşlanıyor ne?

Ve şimdi her şey yine başladı, ama öyle sanıyorum ki, yani en azından şu anda öyle hissediyorum ki bir yıl boyunca evden hiç çıkmadan durmadan aynı şeyleri yapsam da, uyumasam da sıkılsam da, korksam da fark etmez.

Çünkü gaz vermiş durumdayım kendime .

Hem de ne biçim.

Her türlü kısırdöngüye hazırlıklı gibi hissediyorum kendimi.

* * *

Cenaze boyunca birtakım adamlar cep telefonlarını havaya kaldırmış duruyorlardı.

Bu tuhaflığın nedenini ertesi gün gazeteyi okuyunca anladım.

Cenazeye katılan Fransızlar cep telefonlarıyla Lionel Hampton hayranı arkadaşlarını ülkelerinden aramışlar, onlar da katılsın, hissedebilsin diye olan biteni dinletiyorlarmış.

Ve bunu okur okumaz da evdeki bütün kısırdöngülerin tamamını üç saatliğine de olsa tek başına üstlenmek zorunda kalmış olan Rana'yı neden cenazeden arayıp da olan biteni ona da dinletmedim diye vicdan azabı çekmeye başladım.

Ve en son olarak da her güzel olayda illa da bir vicdan azabı unsuru niye olmalı ki diye sinirlendim.

Ve işime gücüme bakmaya devam ettim.
Yazarın Tüm Yazıları