Yemeli, içmeli İspanya

Kısa bir ayrılıktan sonra yine beraberiz. Bu kez İspanya’daydım. Bahar başında soğuk bir İspanya turu oldu.

Şarap tatmaktan, yemek yemekten pek bir yer göremeden döndüm.Bu haftaki yazımda, gezip gördüklerimden daha çok yiyip içtiklerimi sizlere anlatmaya çalışacağım.

Baharla birlikte bana da yol göründü. Onun için iki hafta benden ses soluk çıkmadı. Son yolculuklarımın bahanesi dayanılır gibi değildi: ‘Şarap tatmak’. Önce Pamukkale -haftaya anlatacağım- sonra da İspanya. Pegasus Şarapçılık firmasının, ithal edeceği şarapları tattırmak için yaptığı davet, durağan günlerime atılan bir can simidi gibi geldi. Yeme, içme, gezme... Kimin hoşuna gitmez ki!..

Son günlerde şarap konusu herkesin ağzına pelesenk oldu. Kimi rengini, kimi kokusunu, kimi üzüm çeşidini, kimi bağını, kimi damakta bıraktığı tadı, kimi sağlığa faydasını anlatıp duruyor. Şarabı konuşmak, şarabı anlatmak adeta moda. Bilen de bilmeyen de şarap üzerine ukalalıklarla dolu cümleler kurmaya can atıyor. Antik çağdan bu yana sofraların baş tacı olan bu muhteşem içki, Türkiye’de sanki yeni keşfedilmeye başlandı. Tüketici sayısı fazlalaştıkça, üreticiler de aşka gelip yatırım yaptılar. Şimdi dağ taş bağ oldu. Dünyanın en ünlü üzüm çeşitleri Mürefte, Saroz, Çeşme, Alaçatı, Manisa, Denizli’de, güneşe bakan yamaçlarda yerini aldı.

İthal şarap satışının serbestleşmesinden sonra, ilk furyada kalitesiz veya orta kalitede yabancı şaraplar sökün etti. Şarap severler bir hevesle paraya kıyıp, bunları alıp tadına baktılar. İlk heves geçtikten sonra ithal şaraba olan talep yavaşladı. Çünkü bunların hem fiyatı çok yüksek hem de tatları o parayı hak edecek düzeyde değildi. Bu yabancı şaraplar sayesinde, şarap üretimine biraz çekidüzen geldi. Yıllardan beri iki üçten yukarı çıkmayan kaliteli şarap üreticilerinin sayısı giderek artmaya başladı.

Şarap ve şarabın Türkiye macerası, böyle bir iki paragrafla anlatılacak kadar kısa ve basit değil. Yerimiz her zamanki gibi kısıtlı. Ben girizgahı burada kesip İspanya gezisine geçeceğim. Aslında yağmurdan, koşuşturmaktan, şarap tadıp yemek yemekten fırsat bulup çevreyi pek göremedim. Aslında görülecek yerlere de gitmedim. Onun için bu yazı biraz yeme-içme ağırlıklı olacak.

Madrid havaalanında önce buz gibi bir hava, ardından uzayıp giden bir kuyrukla karşılaştım. Tam 53 dakika sonra -saat tuttum- polisin önüne gelebildim. O kadar bekledikten sonra da sorgusuz sualsiz içeri girdim. İlk ziyaret edeceğimiz şarap üreticisi Madrid’in kuzeyindeydi. Araba yemyeşil ovaların arasından rotasına doğru ilerlemeye başladı. Uzaklarda ovayı çevreleyen dağlar, hálá yarı bellerine kadar beyaz karla örtülüydü. Kara bulutlar ise yağmuru serpe serpe arabayı izliyordu. Hazırlıksız yakalanmıştım. İspanya bende hep sıcağı çağrıştırırdı. Hele hele mayıs başında ılık ve doyumsuz bir İspanya baharı ile karşılaşacağımı umuyordum. Yanılmışım... Soğuk, rüzgar ve yağmur gezi boyunca peşimi bırakmadı.

Uğrayacağımız ilk şaraphane -bodegas- Madrid ile Burgos kentleri arasında, daha çok butik üretim yapan Blason’du. Önce, bıçak gibi kesen rüzgarın eşliğinde bağları gezdik. Sonra sıcak bir salonda tadım yaptık. Yüzde yüz Tinta Del Pais adlı yöre üzümünden yapılan şaraplarla damağımı bir türlü barıştıramadım. 700 metre yükseklikte taşlı-kumlu bir arazide yetişen üzümlerden, oldukça yüksek alkollü bir şarap üretilmişti. Üç ay süreyle Fransız meşesinden yapılan fıçılarda bekletilen şaraplar, bir türlü köşelerini yuvarlayamamış, gerekli gövdeyi oluşturamamıştı.

SÜT KUZUSUNUN BUDU

Lerma kasabası daracık sokakları, ferforje korkuluklu balkonları, tahta kepenkli pencereleri, yosun tutmuş oluklu kiremitle kaplı damları ile bana İtalya’nın Siena kentini hatırlattı. Bir yokuş indim, bir yokuş çıktım, iki ara sokağa saptım ve kasabayı bitirdim.

Otelimiz -Parador de Lerma- tarihi bir binadaydı. Lerma dükünün 16. yüzyılda yapılmış olan sarayı, onarılmış, lüks bir otele dönüştürülmüştü. Bugüne kadar kaldığım otellerin en iyilerinden biriydi. Sabahın alacasından beri yollardaydım. Tabanlarım artık isyan bayrağını açmıştı. Tavan yüksekliği dört metre olan odama çekildim. Bir güreş minderi büyüklüğündeki yatağıma uzanıp, akşam yemeği için enerji toplamaya çalıştım.

Akşam yemeği yakındaki bir başka kasabada, Asados El Cibres (Selvi) adlı restorandaydı. Önden fırından yeni çıkmış pideye benzer ekmekler geldi. Ardından masanın üstü donatıldı: Morcilla denen kan sosisi, ev yapımı kaz ciğeri, kroket, üstünde eritilmiş peynir ve dolma fıstığı ile sebze pudingi. Ve adını bilmediğim diğer lezzetler masayı süsledi. Ama final muhteşemdi. Büyük tepsiler içinde, ağzına henüz ot değmemiş 20 günlük süt kuzusu budu geldi. Bizdeki kuyu kebabını andıran butların lezzetini anlatmaya kelime bulamadım. Küçük bir çatal darbesiyle etler henüz kıkırdak halindeki kemiklerden ayrılıyordu. Ev sahipleri esas lezzetin kuzunun suyunda olduğunu, onun için tepsiye ekmek banmak gerektiğini belirttiler.

RIOJA’NIN BAĞLARI

Yemek boyunca gündüz yudum yudum tadına baktığımız şaraplardan bu kez bardak bardak içtik. Yol yorgunluğu, onca yemek ve şarapla birleşince göz kapaklarıma tonlarca ağırlık birden oturdu. Otele kadar onları açık tutmakta zorlandım.

Ertesi gün daha kuzeye, İspanya’nın ünlü şarap bölgesi Rioja’ya doğru yol aldık. Biraz sonra bağlar göründü ve uzun süre görüntüde kaldı. Ova, dağ, tepe göz alabildiğine üzüm bağıydı. İspanya’da dikili bağ alanı 1.2 milyon hektarı buluyordu. Bu bağlardan üretilen şarap miktarı ise yılda 33 milyon hektolitreydi.

Önce Burgos kentine uğrayıp, bir koşu katedrali gezdik. Sağanak yağmur izin vermediği için sokakların tadına varamadık. Daha sonra Logrono kentinde Casa Chuchi adlı bir restoranın önünde durduk. Birileri İspanyollara sanki, ‘bu Türklerin önce karnını doyurmak gerek’ demişti sanki. Bir geminin kamarasını andıran restoranda ağırlık zeytinyağlı yemeklerdeydi: Jambon tabağı, haşlanıp zeytinyağına yatırılmış taze kuşkonmaz, jambonlu küçük enginar, haşlandıktan sonra zeytinyağı ile tatlandırılan nohutlu taze fasulye, mürekkep balığı mürekkebiyle yapılmış sosun içinde kalamarlı kabak kalye, kuzu uykuluğu tavası, mezgit türü bir balık... Her ne kadar içtiğimiz kırmızı şaraplarla uyum sağlamasa da yemekler oldukça lezzetliydi.

Akşamüstü Altanza adındaki ikinci şarap üreticisini gezdik. Gördüğüm en modern şaraphanelerden biriydi. Üretim alanına genişçe bir çiçek bahçesinden geçilip giriliyordu. Tüm sistem modernleştirilmişti. Bir de binaların mimarisine özen gösterilmişti. Çok uzun bir süre Avrupa’nın ucuz şarap deposu olan İspanya, AB’ye girdikten sonra yaptığı tarım reformları ve yatırımlar ile kaliteli şarap üretimini artırmıştı. Altanza da yatırımdan payını alan şaraphanelerden biriydi.

Ertesi gün -son gün- gezinin en heyecan verici kenti Pamplona’ya vardığımızda yağmur insafa gelmiş, bulutları biraz aralayıp güneşin görünmesine izin vermişti. Uğradığımız yerler arasında bir tek bu kentin adını daha önce duymuş, daracık sokaklarında öfkeli boğaların önünden kaçışan insanları televizyonlarda birkaç kez izlemiştim. Çantayı otele atıp, vakit geçirmeden sokağa çıktım. 400 yıldan beri 7 Temmuz’da düzenlenen karnavalın en kanlı sokağı olan Santa Domingo’dan arenaya doğru yürümeye başladım. Boğalar bu dar sokakta insanları önüne katıp, güreş alanına doğru burunlarından soluya soluya koşuyorlardı. Çığlık çığlığa -ve de kanlı- bir koşuşmaydı bu.

HEMINGWAY’İN ANLATTIKLARI

Arena’ya gelmeden önce dar bir aralığa sapıp Del Castello alanına çıktım. Niyetim Hemingway’in ‘Güneş de Doğar’ adlı kitabını onun oturduğu kahvede okumaktı. Boğa güreşlerini seyretmek için Pamplona’ya gelen ünlü yazar burayı ballandıra ballandıra anlatmıştı. Meydanın bir köşesindeki kahveye oturdum. Karşımda pembe badanalı Hotel La Perla duruyordu. Burası ünlülerin uğrak yeriydi. Hemingway’den başka Orson Welles, Ava Gardner, Charlton Heston, Deborah Kerr, Arthur Miller burada kalmış, bu meydanda dolaşmış, bu kahvelerden birinde oturup içkilerini yudumlamıştı.

Ben de bir içki söyledim. Sonra kitaptan biraz önce yürüdüğüm sokağın anlatıldığı sayfayı bulup okumaya başladım: ‘Boğaların önünden kaçan öylesine çok insan vardı ki, arenanın kapısına yaklaştıklarında sıkışıp biraz yavaşladılar. Ağır sağrıları çamurlu boğalar hep birlikte hızla koşarken boğalardan biri öne fırladı ve kalabalıkla birlikte koşan adamlardan birine boynuzlarını taktığı gibi havaya kaldırdı...’

Yine bir romanın içine girmeyi başarmıştım. Karnım acıkınca kitabın içinden çıkıp, bir kültür merkezinin üst katındaki modern bir restorana -Summa- gidip, modern mutfağın küçültülmüş porsiyonları ile karnımı doyurdum: Mantar aromalı dana krep, deniz mahsulleriyle kuşkonmaz, kremalı deniz midyesi, saçta deniz levreği filetosu, sıcak çikolatalı dondurma. Oradan bir koşu son şaraphane olan Senorio De Sarria’ya gidip bölge şaraplarının tadına baktık.

Yoğun, hızlı, lezzetli bir İspanya yolculuğu oldu. Gittim, yedim, içtim ama pek bir yer göremeden döndüm. Darısı sizin de başınıza desem bilmem doğru olur mu?
Yazarın Tüm Yazıları