İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış "mahalle"

“TÜM dünyanın çocukları birleşin” mi demişti ana/babamız, bilemiyorum. Ama Marks, Engels halledemedi de, "mahalle" becerdiydi sanki... Esnafın, işçinin, memurun, bürokratın, işadamının çocuğu aynı “saha”da...Ki, her yer sahaydı o zamanlar: “Bütün kara parçalarında, Afrika dahil...”

Haberin Devamı

Bakkaldan alınan aynı naylon topla maç ederdik hep birlikte.
İki top alır birini göbeğinden yarıp, diğerine kılıf yapardık ki...
Futbol topu gibi ağırca olsun, hayallerimiz gibi uçmasın rüzgarda.
Dün dedim ya... İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmıştık da; yine de meşin futbol topu varsa birisinin...
Takım kaptanı o olurdu, fasulyeden.
Hak-hukuk, kıymet de bilirdik, diyelim.

SİZE KANMADIK KENDİMİZİ KANDIRDIK

Maçtan sonra aynı musluğa dayardık ağzımızı kana kana. Ama kolayına kanmazdık.
Biz kendimizi kandırırdık.
Ama öyle güzel, öyle gür, öyle serindi ki su... Doğanın nazarı, kendine değerdi.
Terli terli içerdik elbette de, zat-ü re uğramazdı kimseye.

RÜYAMIZ AYNI KUMAŞTAN, KABUSUMUZ DEVLETLÜ

Bize bakar bakar... “Su gibi olsun ömrünüz” derdi büyüklerimiz, öyle berrak, öyle debili geçti o mahsus mahal günlerimiz.
Su akar, yatağını bulurdu, sonunda.
Yatağımızı bulmamız, cuma-cumartesi geceyarısını geçerdi ama... (10+’ydı o zaman geceler)
Yatınca da beğenirdik, -ne tam, ne çeyrek ortopedik- yatağımızı.
Rüyalarımız, zaten aynı kumaştan.
Kabusu, hep devletlü yaşadık.

Haberin Devamı

MALKOÇLU BODRUMDA İKAMET EDERDİ

Ayrımcılık varsa, pozitifti, bilek hakkıyla...
Kapıcının çocuğunu bilek güreşinde kimse yenemezdi mesela.
Salkım söğütten düdük yapılacaksa, hüner de onda, çakı da... Ağaca en hızlı tırmanan, meyveye en mevsiminde dalan da O.
Malkoçoğlu
sarayda değil, bodrum katlarında, kapıcı dairelerinde yaşardı o zamanlar.
Sıkı çocuklardı.
Uzaklardan gelen, yakın dostlar...
* * *
İşadamının (mesela GırGır süpürgesi baş bayii) çocuğunun misketi daha gıcır, daha çok olabilirdi ama, onu da üterdi mahalli adalet.
“Made in Amerikan” bisikleti de, “Bir tur daha ver hadi, bir tur daha” nidalarıyla kamulaştırılırdı anında...
Ardından da, toplu taşıma.

EVE DÖNERKEN HERKES EŞİT KİRLENİRDİ

İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış mahalle

Hava kararırken, eve döndüğümüzde herkes eşit kirlenmiş olurdu.
Her çocuğun o “hali”ne, her aile aynı tepkiyi göstermezdi şüphesiz.
Çünkü “Kirlenmek güzeldir” sloganıyla göbek atan reklamlar ve “kirlenmeyi” bile tüketim vesilesi yapan “bilinçlendirme aracı kurumlar” yoktu henüz...
Temizlik merdaneli makineye, lekeler, kaynar kazanda oklavalı çamaşır dövmeye...
Bize her gün bayramdı; balkonlara asılan, sokağa bayrak gibi sarkan rengarenk, sabun kokulu çamaşırlarla...
Devrimin varsa hala bayrağı... Belki öyle bir şeydi.

Haberin Devamı

KOLALANAN YAKADAN COLANANAN MİDEYE

“Ecevit mavisi”nin selefi ise finalde “çivit”le verilirdi, okul gömleklerine.
Yakalar da kolalanırdı, tabi. (Türk çocukları, Türk çocukları, gözler ileri, başlar yukarı...)
“Beyaz yakalı” çocuklardık, az aşağı, az yukarı... (Ama Beyaz Türkler ya keşfedilmemişti, ya da yoktu henüz ortalıkta...)
Midelerin de colalanmasına, çok sonra geldi sıra.
* * *
Çepeçevre çevreciydik üstelik. Farkında değildik ya, onu sayma...
Kendinde çevreciydik; pet şişe yok ki mesela kapak toplayalım.
Ama markasız sade gazozların kapakları, oyun ve alet-edevatın vazgeçilmez nesnesiydi.
Biriken şişelerin depozitosu ise, ikramiye gibi toplu harçlık.

Haberin Devamı

DAVE CROCKETT TEYZELERİN TİLKİ TÜRKÜ

Kadınlarda kürk modaydı ama, bizim Emek Mahallesi’ne “etol” ebatında yansırdı.
Bir de “tilki yaka kürk” vardı ki; ölü ölü... Dave Crockett gibi gezinirdi bazı “balık eti” teyzemler.
Galata dönüşü, istavritini balık halinden almış acemi çaparici gibi salınırdı...
Zengin gösterirdi.
Ama yutmazdık.
İki gün sonra, teyzem, tilki, ben... Hep beraber, gaz ya da Sana yağı kuyruğunda...
“Bugün bana, yarın Sana”yı öğrenmek için, kaç fırın ekmek yediğimizi, siz nereden bileceksiniz.

YARİNLAR BENİM, SENİN, HEPİMİZİN

İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış mahalle

Yarın da inşallah, aşkları-meşkleri organik halleriyle, leyleklere emanet geri dönüşümleri, talihsiz sobeleri, yüzünü ağaca, direğe gömen yapayalnız ebeleriyle... Canlı canlı daha neleriyle, yine “mahalle”deyiz.
* * *
İnşallah dedim; laf lafı açıyor, zamanlamayı, “yarın”ı bir türlü tutturamıyorum.
Olsun... N’apalım; ne demişti Ali Rıza Binboğa:
“Yarinlar benim, yarinlar senin, yarinlar onun, yarinlar bizim...”
Ben severim, kökü alnını saran kara saçlı adamı.
Alın yazısına Rıza etmez, kendi yazar gibi gelir.

Yazarın Tüm Yazıları