Soykırım olsaydı ağlayabilir miydik halimize?

“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime” diyen şarkıyı hangimiz bilmeyiz? Bestecisi Ermeni Serkis Efendi’dir. Nasıl bir soykırım uygulanmıştır ki, bugün biz birçok Ermeni bestecinin muhteşem şarkılarıyla mest olmayı sürdürüyoruz?

Haberin Devamı

Soykırım olsaydı ağlayabilir miydik halimize

Şu İstanbul resminde her milletin ve dinin insanı var. Bu, güzellikten başka ne olabilir ki.

Soykırım olsaydı ağlayabilir miydik halimize

Paskalya çöreği

İnsanlara rahat batar! Bildiğiniz batar. O yüzden rahat durmak zordur. Huzurla yaşa, yediğin önünde yemediğin ardında, karnın tok, sırtın pek, uyan şükret, yaşa, insanlarla neşelen, şarkı söyle, doğayı hisset, dans et, sanatla ilgilen, bilime kulak ver, oku, yaz, nefes al… Yok! İlle de batacak o rahat. Harika bir evlilik yapar, gider başkasının peşine düşer; borcunu harcını öder, gider beterine saplanır; önümde yemeğim var diye sevineceğine neden bunun tuzu eksik diye celallenir; sahip oldukları her şeye yeter iken başkasınınkine göz diker vs. Bunlar bireysel davranışlar gibi gelebilir ama ne yazık ki toplumlar da aşağı yukarı böyle. Fark ettiyseniz, bu davranışlar çoğunlukla erkeklere özgüdür ve toplumların/milletlerin de bireylerle hemen hemen aynı olmasının ardında, çoğunlukla erkekler tarafından yönetiliyor olmaları yatar! Konumuz kadın-erkek değil ama yeri gelmişken kendi öngörümü altını çize çize söyleyeyim: Eğer ülkeleri kadınlar yönetiyor olsaydı, bu kadar acı, bu kadar saçmalık, bu kadar rezalet yaşanmazdı dünyada. Bana göre iki kere ikidir bu. Geçelim…

Haberin Devamı

MİLLET-İ SÂDIKA

İnsanlara rahat batar evet. Toplumlara da batıyor işte. Nedir bu “Ermeni meselesi” adı verilen tuhaflık öyle? Üzerinden 106 yıl geçmiş, hâlâ 1915 olaylarının ne olduğunu anlayamamış olan ya da anlamıyormuş numarası yapanlara gülmek gerek. Belli ki rahat (barış, ittifak vs.) batmış. Tıpkı bundan 1,5 asır önce olduğu gibi. Çünkü her şey, bütün dünyada milliyetçilik akımlarının başladığı 19. yüzyılda başladı.
Ermeniler Osmanlı kayıtlarında “millet-i sâdika” olarak geçer. Yani, gerçek, hakiki, bağlı millet. Azınlıktır, çoğunluktur ayrı bir konu. Hep vardılar. MÖ 5. yüzyılda yaşayıp yazmış Ksenofon’un “Onbinlerin Dönüşü”nde Doğu Anadolu, Ermenistan olarak geçer. Pers İmparatorluğu’nun kuzey eyaletlerindendir Ermenistan. Yani Türkler gelmeden önce Ermeniler vardı Anadolu’da. Sonra buralar hep Roma İmparatorluğu oldu. Yine vardılar. Sadece onlar değil ki, Yunanlar vardı, Makedonlar vardı, Persler vardı, Kafkasyalılar vardı, Tatarlar vardı, o vardı, bu vardı… İyi de Türkler geldi. Geldik yahu, ne yapalım yani! Yerleştik. Önceden var olanlarla bir arada yaşadık. Yaşayabiliyorduk. Aynı mahallede her din, her millet vardı ve herkes birbirine saygıyla yaklaşırdı. Yoksa sen nereden bileceksin paskalya çöreğini, onlar nereden bilecek kandil simidini? Yıllar var yiyemedim paskalya çöreği. Eskiden pastaneler de yapardı. Şimdi saçma sapan düşman bir tavır: “Ne paskalyası bre!” E ecdadın yapıp Hıristiyan komşusuyla kol kola yiyordu, sana n’oluyor? Paskalya çöreğinin tadı, hoşgörünün tadıydı oysa. Neyse…

Haberin Devamı

TERÖR CEHALETİ KULLANIR

1800’lerin ortalarında, Osmanlı iyice güçten düşünce -bakın burada sahiden de yerine oturuyor laf- “dış güçler”, Osmanlı’nın geniş ve bereketli topraklarına konabilmek için milletin unsurlarını kullanmaya karar verdiler. Bunun kayıtları çok bol, burada yazmaya gerek yok. Osmanlı topraklarındaki tüm gayrimüslim unsurları provoke ettikleri bilinen gerçektir. Haliyle milliyetçilik de doğmuştu ve bazı şeylerin önüne geçilemezdi. “Ulus-devlet” anlayışı doğuyordu zira. Eh, Anadolu’daki Ermeniler de provoke edildi, kimi uydu, kimi uymadı. Bu arada söylemeliyiz ki, Ermeni ana-babaların, kötü bir enerji ile harekete geçirilen erkek evlatlarını durdurmaya çalıştıkları ama söz dinletemedikleri de bilinir. Yani, oluşturulan “komitelere” katılan isyancı Ermeni gençler, Türk komşuları ile aynı sofrada yemek yiyen ana-babalarını fena üzüyorlardı ama durum zaten hep böyle olmuştur. Genç ve ateşli insanları, hele bir de cahillerse bir şeye ikna etmek hiç zor değildir ki. Yoksa nasıl ikna edebilirsin gencecik bir insanı, vücuduna sarmalanmış kilolarca bombayla pimi çekmeye? Terör, gençliği ve cehaleti kullanır çünkü. Başka deyişle cehalet, bir fıçı dolusu gazdır, uygun dille yapılan tahrik de küçücük ama korkunç sonuçlar doğuran bir kibrit!

Haberin Devamı

KATLİAM BOYUTUNDA

İşte 1800’lerin ortalarından 1900’lerin başlarına kadar Ermeni çetelerin isyanları ve Anadolu’nun her yerinde yarattıkları korku ve terör büyüyüp katlandı. 1894-1896 yılları arasında zirve yaptı. Adana-Samsun hattının doğusunda kalan her yerde Ermeni isyanları büyük korku yarattı. Çok can alındı, çok mal kayboldu. Pek çok yerde “katliam” boyutuna vardı. Ermeni çetelerin yaptıkları, yıllar sonra, Sırpların Boşnaklara yaptıklarına (1992-1995) benzetilecekti.

TAZMİNAT YERİNE GEMİ

Uzatmayalım… Bugünün ABD Başkanı Joe Biden’in dedeleri, bu olaylar sırasında Osmanlı memleketindeki ecnebilerin ve ne işleri varsa Amerikalıların zararlarının tazmin edilmesini istediler. Çünkü zarar gören mal onlarındı, zarar veren Ermeniler de Osmanlı tebaası… O sırada II.Abdülhamid tahttaydı. İstenen tazminat 22 bin altın idi. Sultan Abdülhamid, istenen meblağın yüksekliği karşısında itiraz etti. Bunun üzerine ABD, İstanbul’a bir filo gönderme tehdidinde bulundu. Filo! 6 yüzyıllık “Koskoca Osmanlı”, kurulalı daha yüz elli yıl olmamış bir devletin bu tehdidi karşısında çok tedirgin oldu. Çünkü zayıftı. Sultan Abdülhamid durumu, ABD’ye bir kruvazör siparişi vererek yumuşattı. İstenen tazminatı da, kruvazörün bedeline dâhil ederek taksitle ödemeyi kabul etti. ABD tehdidini geri çekti ve 1900 yılının mayıs ayında, Philadelphia’daki William Cramp firması ile Osmanlı Devleti bir kontrat imzaladı. Yapılan kruvazörün adı Mecidiye idi. Mecidiye, Sultan Abdülhamid’in babası Abdülmecid’in adını taşıyacaktı. Peki kruvazör ve tazminat birleşince fiyat kaça çıktı? 355 bin altına!

AYIPLI MAL

Haberin Devamı

1903’te gemi, Midilli’de Osmanlı’ya teslim edildi ancak verimsiz çalışmakta, istenen hızlara ulaşamamaktaydı. Birinci Dünya Savaşı’na kadar gemi hep tamirlerle, ayarlarla, denizci dilindeki adıyla trimlerle geçirdi ama pek işe yaramadı. 1914’te, müttefikimiz Almanlar gemiyi gelip kontrol edince ne gördüler dersiniz? Kazanlar gemiye yanlış bağlanmıştı! 355 bin altın ve ayıplı ürün! Zaten 1915’te de Odessa’da mayına çarpıp battı. Ruslar gemiyi çıkartıp yüzdürdüler, ona Prut adını verdiler. Almanlar 1918’de gemiyi ele geçirip Osmanlı’ya teslim ettiler. Adı yeniden Mecidiye oldu ve eğitim gemisi olarak hizmet vermeye başladı. 1952’den sonra da yavaş yavaş sökülüp yok oldu.

Haberin Devamı

TEHCİR KANUNU METNİ

Mecidiye mayına çarpana kadar Ermeni çeteler de içeride faaliyetlerini sürdürüyorlardı ve zaten Birinci Dünya Savaşı cephelerine zor yetişen Osmanlı, bir de içinden darbe alıp duruyordu. Durum, dayanılamaz bir hal aldığında Osmanlı, radikal bir eylem kararı aldı. Almak zorunda kaldı dersek durumu olduğundan daha hafif ya da ağır göstermiş olmayız. 14 Mayıs 1915 tarihli Tehcir (yani göç) Kanunu yayınlandı:
“Madde 1: Seferde ordu, kolordu, fırka kumandanları, bunların yardımcıları ve bağımsız bölge komutanları halk tarafından herhangi bir surette hükümetin emirlerine ve ülkenin savunmasına, güvenliği korumaya ilişkin uygulamalara karşı koymak, silahla saldırı ve direnme görürlerse hemen askeri kuvvetle şiddetli biçimde cezalandırmaya ve saldırıyı bütünüyle yok etmeye yetkili ve zorunludur.
Madde 2: Ordu ve bağımsız kolordu ve fırka kumandanları askerî kurallara aykırı veya casusluk ve ihanetlerini hissettikleri köy ve kasabalar halkını ayrı veya topluca diğer yerlere sevk ve yerleştirebilirler.
Madde 3: Bu kanun yayın tarihinden itibaren geçerlidir.
13 Recep 1331 – 14 Mayıs 1915”

SOYKIRIM LAFININ GEÇMİŞİ

Unutulmamalıdır ki savaş zamanıydı. Zaten istenmeyen savaşın olduğu zamanlarda da istenmeyen bir sürü şey hep olmuştur. O yüzden kötü bir şeydir ya. Bu kanun üzerine Fransa, İngiltere ve Rusya, Osmanlı’nın bir süredir Ermenilere karşı “soykırım” yürüttüğünü ileri sürdüler. Yani o zamanlardan kalmadır o “soykırım” lafı. Bâb-ı Âli bu iddiayı şiddetle ve kanıtlarıyla reddetti! Belgeler çıktı da çıktı ama karşı taraf dinlemedi. Ve bu tartışma bugün de böyle sürüp gidiyor. Görünen o ki bizim halen belgelerimizi doğru düzgün göstermek ve anlatmakla ilgili sıkıntılarımız var. Ama görünen diğer şey de o ki, her zaman tetikte ve güçlü olmak durumundayız. Rahat batıyor dedik ya, insan var oldukça bu saçma özelliği de yaşayacak çünkü.

KİMSEYE ETMEM ŞİKÂYET

Ama Ermeni halkı ile Türk halkının hiçbir zaman gerçek bir sorunu olmadı. Halklar sorun yaşamaz zaten. Nasıl ve neden olsun ki, kaç asırdır yan yana, omuz omuza, el ele yaşıyoruz. Hatırlamalıyız ki, çetelerdeki kandırılmış gençler kötü şeyler yaparken Tatyos (Enkserciyan) Efendi (1858-1913), “Gamzedeyim deva bulmam” ya da “Bu akşam gün batarken gel” adlı muhteşem şarkıları besteleyip kültürümüze armağan ediyordu. Üsküdarlı kemençeci Onnik Efendi’nin oğlu Kemanî Serkis Efendi’nin (1885-1944) “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime” adlı eserini bilmeyenimiz var mı? Daha ne Ermeni bestecilerimiz, yazarlarımız, şairlerimiz, ressamlarımız var. Ne güzel insanlardı. Bu topraklar her dinden, her milletten, her renkten, her dilden insanı binlerce yıldır birlikte yaşatma gücüne sahip. Biz birlikte böyle çok güzeliz. Ancak cehalet böler bizi, ona da geçit vermiyoruz zaten. Vermemeliyiz.

SON SÖZ HOŞ OLSUN

Sayfaya, yine konuyla tam olarak bağlantılı ama hoş bir sedayla nokta koyalım. Ermeni çeteciler yüzünden satın aldığımız bozuk gemi Mecidiye’nin Kaptanı Mehmet Bey’in oğlu Ali Rıza Bey’in -ki biz onu babasından dolayı Kaptanzade Ali Rıza Bey (1881 – 1934) olarak tanırız- nihavend tango formunda bestelediği, Ömer Bedrettin Uşaklı güftesi söylesin son sözü (Dilek Türkan’dan dinlemelere doyamam):

AKŞAMI SÜZME DENİZ

Akşamı süzme deniz
Renginden gözüm yandı
Engindeki pembe iz
Gönlümde halkalandı

Ufkun kızıl ateşi
Yanan derdimin eşi
Ruhum solan güneşi
Gurbetin gülü sandı

BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ

ANİ SERİNLİK GELİYOR

Bir gün yorganla yatıyorduk, ertesi gün kapıyı pencereyi açarak uyumak zorunda kaldık! Bir gecede yaz geldi. Hoş geldi. Hasret kalmıştık doğrusu. Mayısa kadar soba mı yanarmış? Eh, yanarmış. Fakat sıcaklıklar mevsim normallerinin üstüne çıkarken düşünülmesi gereken bir başka unsur da, arada bu normallerin altına da düşebileceği. Mesela bu pazar, kuvvetli poyrazla birlikte yaklaşık 10 derece santigrat birden düşecek gibi görünüyor. Tabii gece de bir 10 daha. Hafta içinde de mevsimin “normallerini” yakalayabiliriz ama poyraz güçlü ve serinliğini de taşıyacaktır bize. Ama eminim bizi müsilaj (deniz salyası) çirkinliğinden kurtarmaya da başlayacaktır. Bu pazar yerel yağışlar görülebilir. Unutmayın, biz göremesek de Güneş, bulutların üzerinde bir yerde bize gülümsemeyi sürdürüyor. O bulutlar nasıl olsa dağılır, siz iyi olun.

Yazarın Tüm Yazıları