Serdar Turgut

Dininizi değiştireceksiniz başka çare yok!

22 Ağustos 2002
<B>BUGÜN </B>Türkiye denilen toplumsal olaya bilimsel bir soğukkanlılıkla yaklaşacağım. Tamam biliyorum ki sosyal bilimlerin, matematiksel netlikte formülasyonlara uydurulmasının mümkün olmadığını savunan bir görüş de var.

Ancak, ben onlara katılmıyorum. Toplumların da bilimsel netlikle çözülebileceğini, mantıki açıdan net ve kesin olan çözümlere ulaşılabileceğini düşünüyorum.

Dolayısıyla bu yazıda Wittgenstein metodolojisi ile Türkiye'yi çözümlemeyi ve tüm, evet TÜM toplumsal problemlerimizi çözmemize yarayacak sonucu, buna ulaşmamızdaki tüm mantıki adımları tek tek sıralayarak, net olarak göstermeye karar verdim.

* * *

Türkiye gibi özellikleri olan bir ülkede, demokraside ısrar edildiği durumlarda her zaman kaos koşullarına gidildiği tarihi bir gerçektir.

Bunun ilk işareti 1946 yılında verilmiştir. Tek parti dönemine son veren adımların atılmasıyla birlikte daha önce düzenli olarak tek bir hedefe doğru yürütülen toplum modelinden çıkılmış, çıkar çatışmaları başlamış ve bugün Türkiye'ye musallat olan tüm yanlışların kökü 1950-60 döneminde atılmıştır.

Bu toplumun gündeminde demokrasi ne zaman yer alsa, aynı anda ve buna paralel olarak ‘‘din meselesi’’ de gündeme gelmiş; mantıken gerek olmadığı, teorik açıdan anlamlı da olmadığı halde oy verme hakkına sahip kılınan cahil kitleler, hayattaki en önemli meseleleri olarak dini sorunlarını algıladıklarından, bu mesele demokrasi nedeniyle sanki memleketin en önemli meselesiymiş gibi görülmüştür.

Siyasi liderler hem yedinci maddedeki önkoşulu sağlayacak söylemler sürdürürlerken, hem de demokratik sistemin tabiatı gereği oy talep etmek zorunda kaldıkları bu kitlelerin gönlünü de hoş tutmak için sürekli olarak din motifini kullanarak politika yapmışlardır.

Yedinci ve sekizinci maddelerin toplam etkisi sonucunda bir yandan cahil insanların sayısı katlanarak artarken, bir yandan da din özgürlüğünün hayattaki en önemli özgürlük olduğu yolundaki yanılsama da topluma yayılmıştır.

Türkiye'de onuncu maddede işaret edilen muazzam çelişkiyi çözmek için ortaya çıkan, hem kendi dinine gerçekten inanan, hem de Batı tipi demokrasiyi savunan hareketler olmuştur.

Üçüncü maddede işaret edilen gerçek unutulup da demokraside ısrar edildiği anlarda bu tür hareketler samimi programlarla ve önemli bir iş yapmak için ortaya çıkarlar.

Ancak her durumda bunlara, ‘‘Siz bunları bilmezsiniz, bunlar bir iktidara gelirse bakın neler yapacaklar. Bunlar yalan söylüyor. Bunlar büyük tehlikedir’’ diye örgütlü tepki verilir.

Demokraside ısrar edildikçe bu tür İslami hareketler olacaktır, ancak Türkiye bu tür hareketlerin hiç ortada olmayacağı bir özel tip demokrasi hayaliyle yaşamaktadır uzun yıllar boyunca.

On dördüncü maddede yer alan istek mantıksızdır, iç çelişkilerle doludur ve bu yüzden de anlamsızdır.

Ancak bunu samimi olarak öneren fikirler ortaya atıldığında, köşe yazarları, aydınlar, sanatçılar ve sosyal bilinç sahibi insanlar tepki vermekte ve bu önerileri faşizm diye nitelemektedirler.

Öte yandan on yedinci maddede sıralanan türde insanların en büyük korkusu da dine atıf yapan bir partidir. Onun iktidara gelmesinden en çok onlar korkar ve onların iktidara gelmemesi için ellerinden geleni yaparlar, elden gelen yapılınca da ona destek verirler.

On yedinci ve on sekizinci madde bir arada muazzam bir mantık çelişkisidir ve toplumda ağırlığı olan bu insanlar bunun farkında da değillerdir. Dolayısıyla Türkiye'de

20 A- Demokraside illa da ısrar edilecekse,

20 B- Her partinin eşit şartta yarışıp, dıştan müdahale ile karşılaşmadan iktidara gelme şansı olduğu kabul edilecekse.

20 C- B ve C şartları varken İslam'a atıfta bulunacak partilerin var olacağı ve bunların da iktidara geleceği gerçeği mantığın bir gereğidir. Ancak Türkiye'de bu konuda yerleşik tavır, o partilerin mutlaka yalan söylemekte olduğu ve iktidara gelince kötülük yapmaya başlayacakları yönünde olduğundan...

Ortaya konulan tüm bu mantık silsilesi sonunda, mantık sistemimiz içinde yer alan muazzam çelişkiyi ortadan kaldırıp, daha az sorunlu bir topluma geçebilmemiz için yapılabilecek tek şey, atılacak tek adım kalmıştır.

Dininizi değiştireceksiniz.

Bu bir Kanun Hükmünde Kararname ile mi olur, yoksa MGK kararıyla mı bilemem ama yöntem önemli değil, asıl önemli olan sonuçtur.

Din değişimi sağlandığında, çelişkisiz ve mantıken tutarlı işleyen bir sisteme ulaşacağımız kesindir.
Yazının Devamını Oku

Mektup kutumdan seçmeler

21 Ağustos 2002
<B>SAYIN Serdar Turgut,<br><br></B>Bu konudaki ısrarınızı anlamamız mümkün değil. Size kaç kez anlatmaya çalıştık ki bu gazetede İngilizce köşe yazısı yazmanız mümkün değil. Bu basit gerçeği anlamanız neden bu kadar zor ki? Dolayısıyla Hüsamettin Özkan'ın ortalıklarda yine görünmeyişi meselesini ele aldığınız ve adı geçen kişide Shakespeare'in eserlerindeki tiplere özgü trajik yanlar bulunduğu iddiasında olduğunuzdan da Shakespeare İngilizcesiyle kaleme almış olduğunuz, ‘‘Hüsamettin Özkan, Where art Thou?’’ başlıklı yazınızın Hürriyet Gazetesi'nde yer alması uygun bulunmamıştır.

İyi günler.

Hürriyet Gazetesi Üst Düzey Yayın Kurulu.

* * *

Sayın Serdar Turgut,

Hayır, hayır, hayır, hayır ve de yine hayır!

Daha önce yazmış olduğunuz yazıyı Shakespeare İngilizcesini geniş kitleler anlayamayacağı gerekçesiyle reddetmedik ki? Gerekçelerimiz tamamen farklıydı. Bu nedenle aynı içerikli bir yazıyı bu kez de ‘‘Sam Puff Dady Combs’’ ekolünde rap müziği sözlerine uygun hale getirip yeniden bize yollamanızın bir anlamı yoktur. Dolayısıyla , ‘‘Hüsam, Where the Fuck Are You’’ başlıklı yazınız da aynen size iade edilmiştir.

Teşekkürler.

Hürriyet Gazetesi Üst Düzey Yayın Kurulu.

* * *

Serdar Turgut

Hürriyet Gazetesi köşe yazarı

Sayın yazar,

İsmail Cem'in yapmış olduğu, ‘‘Bizim aslında Kemal Derviş'e ihtiyacımız yok. Yolumuza devam ediyoruz. Yakında her şeyi net olarak görmeye başlayacağız’’ açıklaması üzerine kaleme aldığınız ve Cem ile arkadaşlarının yakında görmesi muhtemel olan şeyleri açıkladığınız yazınız, gazeteniz üst yönetimi tarafından incelenmek üzere kurulumuza iletilmiştir.

Yaptığımız inceleme sonucunda yazınızın son derece müstehcen, Türk örf ve ádetlerine aykırı ve açıkçası da son derece rahatsız edici bir terbiye düzeyi sergilediği sonucuna varılmıştır. Kararımız gazeteniz üst yönetimine de iletilmiştir. Bundan sonraki çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Sansür Kurulu.

* * *

Ertuğrul Özkök'ten

Serdar,

Seni defalarca uyarmama rağmen, dikkatimi dağıttığım anlarda fırsatını bulup yazılarına ahlak sınırlarını zorlayıcı kelimeler koyma girişiminde bulunmandan bıktım.

‘‘Seçim sistemi meselesi şimdi mi aklınıza geldi bire eblehler’’ başlıklı yazında, olası sonuçlardan korkup da seçimi erteletmeye çalışabilecekler için kullandığın ‘‘Sıkıyorsa deneyin bakalım, yürek ister bunu denemeye çalışmak’’ adlı cümleni yazından çıkarmayı reddettiğinden, bu cümlenin yazının öz anlamını yansıttığı fikrinde ısrarlı olduğundan, kendinin halkın hislerini sayfaya taşımaktan başka bir şey yapmıyor olduğunu söyleyerek ‘‘ben aslında yazı dünyasının Robin Hood’’uyum diye ısrarlı davranmandan ve mantıki argümanları dinlemeyi reddetmenden dolayı yazını gazeteye koymama kararı aldım.

* * *

Sevgili Turgut,

Kusuruma bakma, sana cevap vermekte geciktim. Ancak ne yazık ki istediğin bilgileri sana aktarmam mümkün değil. Yat gezisinde aramızda konuştuklarımız özeldir.

Bu nedenle Mehmet Y. Yılmaz'ın güneş batıp da bir kadeh içtikten sonra bizlere aktardığı ‘‘aşk’’ üzerine orijinal fikirlerini sana anlatmam doğru olmaz.

Bu konudaki merakını anlayışla karşılamama rağmen özel sohbetleri sana aktarmamın doğru olmayacağını umarım anlarsın. Ancak sana abi olarak bir tavsiyede bulunayım. Sen zannediyorsun ki bu konuda Mehmet Y. Yılmaz bir otorite. Ancak sen asıl bu konuda Ertuğrul Özkök'ün fikirlerini duysaydın o zaman iyice şaşırırdın.

Ve belki de bu konuda otorite figürü olarak bundan böyle kendine Ertuğrul'u seçerdin

Yours Sincerely

Özer Çiller

(P.S: Yatta konuşulanlar özeldir biliyorum ama sanırım bir konuya açıklık getirmem mümkün. Hayır, yat gezimiz boyunca Mehmet Y. Yılmaz, Hasan Cemal'in nerede gizlendiği konusunda hiçbir ifşaatta bulunmadı. Tansu'ya gelen bazı bilgiler varsa veya eğer ben bir şeyler duyarsam sana haber veririm. Ö.Ç.)

* * *

Sayın yazar,

Hayır kardeşim, ‘‘Hüsam Where the Fuck art Thou’’ başlığı da uygun değil.

Anlamıyor musun, geri misin nesin be!

Hürriyet Üst Düzey Yayın Kurulu
Yazının Devamını Oku

Amerikalılar imkánsızı başardılar

20 Ağustos 2002
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>cuma günü <B>Elvis Presley'</B>in 25'inci ölüm yıldönümüydü. Çoğunuz gibi benim de umurumda değildi bu yıldönümü ama ABD'de önemli fikir yazıları yayınlandı bu konu hakkında. Ve ilginç bir araştırmanın sonuçları da ortaya çıktı birkaç gün önce. Amerika'da Elvis'in hálá daha hayatta olduğuna inananların oranı yüzde 7'ymiş sevgili okurlar. Evet yüzde 7.

İlk bakışta bu oranı küçümseyebilirsiniz ama basit bir hesap yapıp da oranın 20 milyona yakın insanı tanımladığını anlayınca insan bir anda ‘‘Haydi canım ya, olmaz böyle şey’’ demek ihtiyacını duyuyor. Ama olmuş işte basbayağı.

* * *

Aslında Elvis'in hálá hayatta olduğuna inanan insan sayısının böylesine büyük olması bir anlamda ABD'de Bush'un nasıl olup da başkan seçilebildiği muammasını da açıklayıcı ipuçlarını taşıyor. Dünya tarihinde ilk kez bir seçmen kitlesi kendisinden çok daha salak olan bir insanı lider olarak seçme başarısını gösterdi sevgili okurlar.

Bugüne kadar dünyada yapılan tüm seçimlerde seçilen kişiler seçmen ortalama zekásının üzerinde olan kişilerdi, ilk kez Amerika'da son başkanlık seçiminde bu kural bozuldu.

‘‘Sakız çiğnerken aynı anda düşmeden yürüyemeyeceği’’ üzerine birçok laf söylenmiş olan Gerald Ford döneminde bile bozulmayan bu ana kuralı Bush deldi geçti.

* * *

Geçen günlerde Bush'un sağlık raporu basına dağıtıldı Amerika'da. Tahtaya iki kez tık tık vurdurtacak, insana ‘‘maşallah’’ dedirtecek içerikte bir rapordu bu. Ve aynı zamanda bu rapor ‘‘sağlam kafanın sağlam vücutta’’ bulunacağı yolundaki üniversal tezi de tamamen yalanlayacak türde bir metindi.

Sağlık raporunun yayınlanmasının hemen ertesi günü New York Post gazetesinde çıkan karikatür meselemizi net olarak ortaya koyuyordu aslında. Tek karelik karikatürde Bush'a kulak muayenesi yapmak isteyen doktor onun sağ kulağına ışığı tutuyor ve ışık sol kulaktan aynen bu kez 15 misli filan büyümüş halde çıkıyor.

Anlayacağınız iki kulak arasında ışığı bloke etmeye yarayacak bir şey yok, orada bir boşluk, bir kara delik var sadece.

* * *

Amerikan başkanları içinde bugüne kadar basın toplantısında konuşmaya en az zaman ayıran kişi Bush olmalı.

Sadece ‘‘Onu öldüreceğim, bunu keseceğim’’ diye konuşacağı zaman iyice ezberlemiş olduğu cümleleri üst üste çok sayıda yanlış yapmadan tamamlamayı başarıyor. Bunun dışında başka konular hakkında konuşmayı pek sevmiyor.

Karmaşık meseleler hakkında büyük ihtimalle basit ve bir o kadar da geçersiz fikirleri var olmalı mutlaka, bakışlarından bunun böyle olabileceği sonucuna varıyorsunuz ama onları bile bir türlü aktaramıyor insanlara.

Elinde yazılı metin olmadığı, hazırlıksız yakalandığı anlarda gözlerine baktığınız zaman fiziksel olarak var olduğu tahmin edilen beyninin son can çekişmelerini tamamlayıp o an vefat ettiği gibi bir izlenime kapılıyorsunuz.

Gözleri bir anda donuklaşıyor, sabit bir noktaya bakıyor, büyük ihtimalle vücudunda büyük bir stres de yaşanıyor o anlarda ve sonunda da ya son derece abuk bir şey söylüyor ya da işi yine savaş konusuna getirerek konuyu bağlayıveriyor.

* * *

Bence bu yüzden sürekli tatil halinde. ‘‘Çalışma tatili’’ diye bir kavram uydurmuş, durmadan işin uzağında bir yerlerde duruyor.İşleri esas olarak götürenlerin yaptığı bir düzenleme olmalı bu.

Başka bir insan olsa bu düzenlemeden sıkılır, ve işinin başına bir an önce dönmeye çabalardı.

Ama ne yazık ki böyle detayları düşünmeye vakti yok, çünkü gününün en önemli saatlerini spor yapmaya ayırmak zorunda.

Yaşam biçimini gören de sanır ki o Amerika'nın başkanı değil de aslında olimpiyatlara hazırlanan ve sadece part-time iş olsun diye Beyaz Saray'a uğrayan bir kişi. Durmadan spor yapıyor ve işin acıklı yanı bu özelliğiyle de çok iftihar ediyor.

Beyas Saray'da yanında çalışanları bahçeye topluyor, koşu düzenliyor ve onları geçip bununla da iftihar ediyor, hatta bu konuda basın toplantısı filan da düzenliyor.Bütün bunlara rağmen dayanıklılığı en az olan Amerika başkanı da o.

Clinton başkanken günde 20 saat çalışır, günde iki üç devlet başkanını kabul eder, 15 toplantıya katılır, 30 tane filan hamburgeri götürür, bu arada da evlilik dışı üç beş ilişkiye filan girerdi.

Şimdiki spor yapıyor, sonra saat 20.00 civarı filan yatıyor, arada ne yaptığı meçhul.

Dış gezilerinin hepsinde sürekli olarak jet-lag durumunda kalmayı başararak bir dünya rekorunu da bu arada kırmış durumda Amerika Başkanı.

Yorgun olduğu zaman, ki o kadar spordan sonra sürekli yorgun olmaması mümkün değil, hiçbir konuya tam olarak konsantre olamıyor.

Ve düşünebiliyor musunuz ki bu kişi dünyanın en büyük silah gücüne de komuta ediyor ve bizi de Irak savaşına angaje edecek, şimdi ben bundan korkmayayım da neden korkayım ha!
Yazının Devamını Oku

Zafer Mutlu'nun dedikleri üzerine

19 Ağustos 2002
<B>YENİ </B>bir gazete çıkarmak üzere arkadaşlarıyla Sabah grubundan ayrılan <B>Zafer Mutlu </B>dün <B>Ayşe Arman </B>ile yaptığı mülakatta ilginç noktalara değindi. Onların yaşadığı bu ayrılık olayının patrona <B>‘‘ihanet’’,</B> <B>‘‘arkadan bıçaklama’’ </B>gibi boyutları vardır belki de ama ben bunlarla alakalı değilim. Brezilya dizilerine konu olabilecek türden şeyler, medya dünyasında hep olmuştur, hep de olacaktır.

Olayın bu boyutun dışında bence başka önemli yanları var.

Bunca yıldır bu işin içindeyim Zafer Mutlu ile bir kez bile ‘‘merhabamız’’ olmamıştır.

Kendisi köşe yazısı yazmadığı için de meseleler hakkında fikirlerinin ne olduğunu ancak gazetesinin birinci sayfasında ortaya konan tavırlardan çıkarmaya çalışırdım. Dolayısıyla ender de olsa onun görüşlerinin yer aldığı bir mülakat ortaya çıkınca bu benim açımdan dikkatle okunması gereken bir metin oldu doğal olarak.

***

Şunu baştan söylemeliyim: Yeni gazetenin arkasında şu varmış, bu para vermiş, asıl sahip başkasıymış gibi söylemler beni ilgilendirmiyor.

Bu gibi durumlarda benim için önemli olan tek şey yeni bir ‘‘ekmek kapısının’’ daha açılmış olmasıdır. Meselenin tek ele alınabileceği yer medya sektörü olduğundan olsa gerek son ekonomik krizin bizim sektörde nasıl da büyük bir işsizlik yaratmış olduğu konusu fazla tartışılmadı.

Gazeteciler işlerini yaşam biçimi olarak gördüklerinden, başka iş yapmayı da bilmezler ve işsiz kalınca da aç kalma tehlikesine düşerler Yeni bir gazete yeni iş imkánı, yeni rekabet ve yeni umutlar demektir. Kendilerinden hoşlanmadığım bazı isimlerin bile tekrar çalışmaya başladıklarını duydukça keyifleniyorum. Dolayısıyla da yeni gazetenin başarılı olmasını gerçekten istiyorum.

***

Ancak bazı sorunlarla karşılaşacakları kesin. Dediklerinden çıkardığım kadarıyla Zafer Mutlu son derece net düşüncelere sahip bu konuda.

Sabah geleneğindeki gazeteciliklerinin ‘‘başarılı’’ olduğunu düşünüyor, bu formülü, işi iyi bilen arkadaşlarıyla uygulamaya soyunacaklarını da söylüyor. İşte bu noktada onun dedikleriyle, mesleki dayanışma duygusu içinde, tartışmaya girmek lazım bence. ‘‘Sabah’’ sıfırdan yaratılıp kısa sürede Hürriyet'in zirvedeki konumunu tehdit eder hale gelmişti. Bu açıdan bakarsanız başarılı olunduğu da kesindir. Ancak bu başarının bir de maliyeti oldu ki, bunu hepimiz yüklendik sonuçta.

Özal döneminin ideolojisiyle tamamen yoğrulmuş olan haberler, kısa spotlar halinde verilmeye başlandıkça kendilerinin okuyucu sayısı da arttı. ‘‘Hürriyet’’ gazetesi de arkasında hissettiği bu tehdidi bertaraf edebilmek için kısa sürede radikal bir değişim geçirdi. Hem ideolojik hem de habercilik anlayışı açısından radikal bir değişimdi bu. Ve sonunda gelinen noktada gazeteler birbirine benzemeye başladı, bazı gazeteler okuyucu kaybetti, bazıları kazandı ama okuyucu toplam sayısı da hep aynı kaldı.

***

Hepimiz içindeydik bu dönüşümün, hepimiz bunu gerçekleştirmek için aktif olarak çalıştık.

Geldiğimiz noktada dönüp baktığımda el birliğiyle ‘‘başarmış’’ olduğumuz işin gerçek bir başarı olup olmadığını da sorgulamak ihtiyacını hissediyorum ben. Bugün bu sorgulamanın yapılması gündemdedir, çünkü bence son 15 yıldır bir şekilde dönüşüme uğramış olan medyada da aynen siyasette olduğu gibi bir dönemin kapanması noktasına doğru gidildiği kanısındayım.

Hem siyasette hem de medyada bazı şeyler değişecektir, bu kaçınılmazdır. Gazeteleri çıkaran kadrolar ülkenin ihtiyaçlarına karşılık veren değişik içerikte gazeteler yapacak kapasitedelerdir ve dolayısıyla da bu kaçınılmaz dönüşüm büyük ihtimalle aynı kadrolar tarafından yapılacaktır.

***

Zafer Mutlu konuşmasında bunun işaretini veriyor, bazı ‘‘eski adetleri’’ eleştirirken yeni gazetede bunları yapmayacaklarını söylüyor.

Ancak burada da bir sorun var. ‘‘Sabah’’ın sektöre getirdiği gazete yapma biçimi tüm gazetelere yayılırken, o üslubun bir parçası olan, haberlerin ‘‘öyle’’ sunuluş biçimiyle yakından bağlantısı olan bir başka sosyal mesele, Zafer Mutlu'nun deyimiyle siyasetçilerle ‘‘mıck mıck’’ ilişkiler de Türk medyasının gündemine kalıcı olduğu izlenimi veren bir şekilde oturdu.

Şimdi Zafer Mutlu bu tür ilişkilere girmeden gazete yapacaklarını söylüyor. Benim anlamadığım nokta o tür ilişkilerin tehlikesi kavranmış gözükülürken, ifade edilirken, bir yandan da hálá daha bir anlamda hayata o bakışın, o tavrın, o ‘‘mıck mıcklığın’’ gazete sayfası üzerine yansımasını oluşturan haberlerin sunuluş ve ele alış biçimi üzerinde neden fazla kafa yorulmayacağı izlenimini vermeye dikkat ettiğidir Zafer Mutlu'nun.

Bence ellerine büyük fırsat geçti, bunu bildikleri ve inandıkları türde bir ‘‘aynı’’ gazete çıkarma amacıyla heba ederlerse Türk medyası zorunlu dönüşümün kapıda olduğu bu anda önemli bir kozunu daha kaybedecektir. Umarım yapacakları işe iyice düşünerek girerler.

Yazının Devamını Oku

Ben de sanattan anladığımı sanırdım

18 Ağustos 2002
<B>HAYAT </B>gerçekten bir okul sevgili okurlar. Her an her dakika yeni bir şey öğreniyor insan, bu başöğretmeni bulunmayan okulda.

Bir şeyleri bildiğinizi sanıyorsunuz, sonra hop bir bakmışsınız yepyeni bazı gelişmeler nedeniyle o çok iyi bildiğiniz şeylerin neredeyse tamamı aslında yanlışmış.

Ve eğer siz açık fikirli bir insansanız, hayatın bu cilveleri nedeniyle daima bilginizi, kültürünüzü arttırma imkánını da yakalarsınız ister istemez.

* * *

Böylesine bir en son yeni bilgi, sanat dünyasından geldi.

Ben ressamların çalışmalarını yaparken hayatta en önem verdikleri şeyin resmi üzerine çizdikleri yerin (tuval, duvar vesaire) çalışma boyunca neredeyse tamamen hareketsiz durmalarına özel önem verdiklerini sanırdım.

Öyle ya, durmadan oynamaya çalışan, şekilden şekle giren bir tuvalin gördüklerini yeniden yaratmaya çalışan bir ressamın canını burnundan getireceğini, ona hayatı zehir edeceğini ve işini yapmasını neredeyse tamamen imkánsız kılacağını düşünürdüm.

Ama hayat işte, yine yaptı cilvesini ve bu bilgilerimin tamamen yanlış olduğunu bana öğretti.

Eski bilgileri negatifleyerek tamamen yanlış hale getiren yeni bilgiler Bolivya'dan geldi sevgili okurlar.

Evet Bolivya'dan.

Bu da benim meslek yaşamımda, bırakın meslek yaşamımı tüm yaşamımda bir ilki oluşturuyor aslında.

Son gelişme olana kadar bana birisi çıkıp da yarın sen Bolivya'dan yeni bir şey öğreneceksin deseydi ona mutlaka bir kafa atardım.

Ama bakın düşünülmedik de oluyor işte, Bolivya'nın da dünyanın medeniyet dağarcığına yeni bir katkısı var artık.

* * *

Bolivya'da bir kadın ressam sanatına yepyeni bir perspektif getirmeye karar vermiş.

Bir meydana 10 adamı toplamış ve penislerini boyamaya başlamış.

Onları rengarenk hale getirmekmiş amacı.

Okurlar, kardeşler.

Bana ister geri kafalı deyin, ister yaşlandığımı düşünün, isterseniz de beni muhafazakárlıkla suçlayın.

Umurumda değil.

Ben şunu bilir, şunu söylerim.

Bir kadın ressamın bir penisi tuval olarak kullanmaya karar vermesi durumunda o tuvalin tamamen hareketsiz durmayı başarması, bu resim sanatının olmazsa olmaz önkoşulunu eksiksiz yerine getirmesi imkánsızdır.

Yani bunun olabilmesinin tek şartı o tuval-penisin artık bir adama ait olmaması başka bir deyişle kendi başına bağımsız bir yaşama sahip olmasıyla mümkündür.

Bu da mümkündür sanat dünyasında teorik olarak.

Ancak o zaman da adama hesap sorarlar yemin ediyorum. Yani ben tek bir bağımsız, yani ucunda adam olmayan penisi anlarım da tam 10 adet eski sahibiyle ilişiği koparılmış penis bence hayli şüphe çekecek bir olaydır.

Otoriteler o durumda ‘‘tuvallerin neden bu kadar çok ki’’, ‘‘Bunları nereden buldun ki’’ ve en önemlisi de ‘‘Bunların sahibi olan 10 adam nerede ki’’ diye de sorarlardı herhalde durum öyle olsaydı.

Dediğim gibi son olayda böylesine vahim gelişmeler yok, sadece hareketsiz durmayı başaramayan bazı tuvaller var ve bu da sanat tarihinde bir ‘‘ilk’’i oluşturmuyorsa başka neye orijinal gelişme diyeceğiz bunu da benim bilmem mümkün değil.
Yazının Devamını Oku

Birkaç gündür

16 Ağustos 2002
<B>HAFTA </B>boyunca yazdıklarımı sabırla okudunuz inşallah. Biliyorum bazı konular içerik itibarıyla ‘‘sıkıcı’’ oluyorlar, hele benim gibi meseleyi birkaç güne uzatırsanız... Ancak köşe yazısının limitleri içinde bir konuyu bütün boyutlarıyla ele alıp tek yazıda istediğinizin tamamını söyleyebilmek mümkün olmuyor.

Meseleyi kısa kestiğinizde, olayın bazı boyutlarını açmadığınızda ise yanlış anlaşılmanız tehlikesi hep var. Hatta benim son yazılarda gördüğüm kadarıyla konuyu açarak irdelemeye çalıştığınızda bile yanlış ‘‘okumaların’’ önüne geçilmesi mümkün olmuyor.

Bazı okuyucularım bu yazılardan sonra benim büyük bir kişisel dönüşüm yaşamış olduğumu düşünüyorlar mesela. Kızmıyorum bu tür bir tepkiye, bilakis haklı da buluyorum bazı okuyucularımın endişelerini.

Ancak şu noktanın anlaşılması benim için çok önemli: Bizim Türkiye'de bir ádetimiz var.

Bir insan ülke sorunları üzerinde düşünmeye başlayınca, kendi kafasına göre sorunun ne olduğunu ortaya koyup, ne olabileceğini yazdığında bunun arkasında mutlaka çok daha farklı ve de gizlenen başka bir şeyler olduğunu da illa düşünmek zorundayız.

Neler duydum neler son günlerde.

AKP'den para almışım, Aydın Doğan bana bu şekilde yazmam için talimat vermiş, ben de ‘‘dinci’’ olmuşum, kendimi gizleyerek çalışıyormuşum artık.

Temelde patalojik olan bu tepkileri verenler toplumumuzun vazgeçilmez unsurları olan, hayatımıza da renk katan komplocular.

Sonra ‘‘Sen onların ne olduğunu bilmezsin’’ciler de var.

İktidara gelince üniversiteleri medrese yapacaklar, Taksim'e cami dikecekler söyleminin temsilcileri bunlar.

Gördüğüm o ki bu arkadaşlarla yeni bir fikir üzerinde tartışmak katiyen mümkün değil.

Çünkü öyle bir söylem tutturmuşlar ki hayatta ne tür gelişme olsun bunun arkasında mutlaka kendilerinin inandığı kaçınılmaz felakete giden bir başka gizli çalışma olduğu iddiasındalar. Bırakınız görüş alışverişinde bulunmayı, bunlarla münakaşa etmek bile çok zor, çünkü daha ikinci cümlelerinde bağırmaya da başlıyorlar.

* * *

Bu iki ana tepkici grup dışında da AKP konusuna büyük kuşkuyla bakış olduğunu gördüm son günlerde.

Meseleler üzerinde içgüdüsel tepkileri dışında düşünme alışkanlıkları olanlar bile endişe içindeler.

Haklılar da gayet tabii ki.

Çünkü bu toprakların en sancılı konularından bir tanesi üzerinde konuşuluyor. Ve yıllardır ‘‘din’’in bu toplumun sosyal yaşamında yerinin ne olacağı üzerine uç noktalarda öyle söylemler konuşuldu ki insanlar yine bu eski söylemlere dönüleceği korkusunu yaşıyorlar.

Teorik, tarihi ve pratik nedenler de var bu korkularının temelinde.

Ancak aşırı söylemlerin bu toplumda hep ‘‘azınlıkta’’ kalmış olduğuna dikkat çekerim.

Nasıl ki solda Stalinist politikaların Türkiye'yi kurtaracağını düşünenler hálá daha varsa, şeriat düzeninin ülkeyi selamete çıkaracağını söyleyenler de var.

Bunlar hep olacak.

Önemli olan nokta Türk insanının nerede durduğudur.

Bu topraklarda insanların büyük bölümü oy verirken bir oradan bir buraya yalpalansalar da sonuçta hep ortalarda bir yerlerde durmuşlar ve azınlıkların zorlamalarına rağmen hep ortalama çözümlerin en iyisi olduğunu düşünmüşlerdir.

Bu özellik Türkiye'nin büyük şansıdır.

Bu özellik niyeti aslında kötü olan siyasetçinin bile en kuvvetli denetleyicisidir.

Ben hálá daha Türkiye'nin dünyaya gerçek bir ‘‘örnek model’’ olacağına inanıyorsam, hem de bunu yaşam biçimlerine, tercihlere, ülkenin ana rotasına dokunmadan yapabileceğine inanıyorsam, tek dayanağım bu çoğunluğun özelliği dolayısıyladır.

Ülkemizin ‘‘laiklik’’ ilkesinin uygulanışını yeniden ele alması, toplumsal ilişkilerde bu konu etrafında yaşanan sertliklerden kurtulması, çoğunluğu rahatsız etmeyecek adımlarla toplumun rahatlatılması gerekmektedir.

Şuna dikkatinizi çekmeliyim: Şu anda en güçlü gibi gözüken iki parti CHP ve AKP'nin ortak özellikleri bu tür meseleler üzerinde kafa yormuş olmalarıdır.

Öyle anlaşılmaktadır ki insanlar bu meselenin meseleye iki farklı yönden yaklaşacak bu iki parti eliyle bir şekilde uzlaşmaya bağlanmasını, bu meselenin sorun olmaktan çıkarılmasını, hatta bunun ‘‘gönül rahatlığıyla’’ unutularak başka önemli konulara el birliği ile sertleşmeden yürünmesini beklemektedirler.

Her şeyi eskiden olduğu gibi çözmeye çalışmanın imkánı kalmamıştır Türkiye'de.
Yazının Devamını Oku

Dış dünyadaki imajımız

15 Ağustos 2002
<B>ASLINA </B>bakarsanız Türkiye son derece içine kapalı yaşayan bir ülke. Memleketin siyasi durumunu düşünüp, kararlar alırken bu kararlarımızın dış boyutunu fazla göz önüne almadığımız, Türkiye'nin dünyanın güç dengeleri içindeki yerinin bu gelişmelerden nasıl etkileneceğini pek düşünmediğimiz bir gerçektir.

Zihinsel düzeydeki bu eksikliğimiz ise pratikte hayli ilginç bir durum ortaya çıkarıyor.

Şöyle ki:

Dünya üzerindeki güç dengelerinin her tartışıldığı platformda, her önemli global kararın alınma aşamasında biz resmi söylemimizde ‘‘İslam’’ı kullanıyoruz aslında.

Türkiye'nin dinine ‘‘rağmen’’ moderniteyi yakalamış olduğunu, böylesine bir sentezi ilk gerçekleştiren ülke olduğunu, bu güç işi başarmış olması dolayısıyla tüm İslam áleminin Türkiye'yi örnek almak zorunda kalacaklarını her fırsatta güçlü bir dille vurguluyoruz.

Türk deneyiminin bir model oluşturduğu iddiası da bu uluslararası platformda açıklanan resmi söyleme bağlı olarak dile getiriliyor zaten.

Açıkça söylemeliyim ki 11 Eylül sonrasında Amerika'nın atmış olduğu adımlarla dünyada oluşan ‘‘hava’’ da bu tür bir resmi söylemin ‘‘müşterisinin’’ hayli artmasına yol açmış durumda.

* * *

Ancak bu ‘‘model’’de önemli yapısal sorunlar var.

Dış dünyada kendi ülkelerinin stratejik avantajları doğrultusunda bu Türkiye modeline destek verir durumda olan ülkelerin karar vericileri de modeldeki aksayan yanları, modelin kendi içinde her zaman taşıdığı büyük çelişkiyi biliyorlar, görüyorlar ama taktik nedenlerle bunun üzerine gitmiyorlar.

Onların kendi ülke çıkarları doğrultusundaki bu tavırları bizim kısa vadede olan bitenler nedeniyle hoşumuza gitse de bu tür görüntüdeki uzlaşmaların ne kadar da oynak ve her an çökmeye hazır olduğunu da bilmemiz lazım.

Bu konuda adım atabilecek olan tek güç ise biziz, kimse bizim modelimizdeki çelişkileri bizim için sorgulamaz, bizim için kafa yormaz, sadece stratejik amaçlarına ulaştıkları anda bizi rahatlıkla ortada bırakıp, başka yönlere giderler.

Bunu bilelim de kendiliğimizden farklı bir şeyler yapmaya kalkışmazsak bu dediğim çıktığında üzülmeye filan kalkışmayalım.

* * *

Nedir resmi söylemde uluslararası platformlarda stratejik işbirlikleri için ortaya atılan Türkiye modelinin içindeki temel çelişki?

Türkiye kendisinin aslında bir Müslüman ülke olduğu kartını dış dünyada hep oynuyor ve aslına bakarsanız elinde oynayacağı başka koz da yok ama iş iç dünyaya, bizim ülke sınırları içine gelince resmi söylem tamamen değişiveriyor.

İç söylemde tüm hedef bu tür bir kozun herhangi bir düzlemde oynanabilmesini her zaman ve her şartta engellemek üzerine kurulmuş durumda.

Bu büyük çelişkinin üstüne üstlük bir de tüm vatandaşlarımızın ve tüm dünyanın bildiği üzere söz konusu ‘‘Türk modelinin’’ kusursuz işlemesi yolundaki en büyük güvence de Türk Silahlı Kuvvetleri'dir.

Yani açıkça söylemek gerekirse dışarıda çok anlatılan Türk modelinin içerde yönetenlerin istediği sınırlar içinde işleyebilmesinin tek güvencesi de bunu arkasında bir ‘‘güç’’ün durmasıdır.

Aslında bu da Türk modelinin aslında bir model olamayacağının en büyük göstergesidir çünkü modelin kelime anlamıyla gerçekleşmesi onun bir toplumsal uzlaşma süreciyle ortaya çıkmasına bağlıdır.

Biz ise bunu henüz dünyaya sunamadık ve buna rağmen hálá daha dış dünyadan gelen ‘‘siz modelsiniz’’ laflarına da kanmayalım, çünkü daha önce de vurguladığım gibi bu övgüler ve sırt sıvazlamalar sadece bunları dile getiren insanların kendi ülke çıkarları için formüle ettikleri bir stratejiden başka bir şey değildir.

Onlar zamanı gelince o çok savunur göründükleri Türk modelini anında satarlar, bunun da bilinmesi lazım.

* * *

Etrafımıza biraz bakmamız, içgüdüsel tepkiler vermemeye çalışarak dünya üzerinde düşünmemiz lazım.

Bizler iç çelişkileri büyük olan ‘‘Türk modelini’’ dışarıda anlatmaya çalışırken, burnumuzun dibinde başka bir gelişme yaşanıyor.

İran, bizim modelimize alternatif olması ihtimali çok da kuvvetli olan başka bir modeli kendi içinde büyük çatışmalar da yaşayarak adım adım oluşturma sürecinde.

Bu bugünden yarına olacak bir iş değil ama mutlaka olacak. Ve İran kendi modelini yarattığı gün çok daha güçlü bir şekilde dünya platformunda yerini alacak çünkü o modelde şeriattan başlanılıp modernizme doğru, toplumsal konsensüs ile adım atıldığından, korkulara ve zorlamalara yer olmayacağından, Türkiye'nin elindeki en önemli koz bir anda sıfırlanmış olacak.

Biliyorum birçoğunuza şimdi bu yazdıklarım hayal gibi gelmekte ama bu süreç tüm hızıyla yaşanmakta, stratejistler bunu tartışmakta ve olacak biteceğin işareti olan haber ve yorumlar artık belli başlı dış kaynaklarda yayınlanmakta.

* * *

Diyeceğim o ki Türkiye kendi modelini yumuşak adımlarla kurmalıdır.

Bu şu andaki yaşam tarzımızdan vazgeçmemizi gerektiren bir şey değildir aksine akıllı davranıldığında yaşam tarzlarımızı çok daha güvence altına alacak sonuçların alınacağına inanıyorum ben.

Dünyada hiçbir toplum korku, kuşku ve endişe üzerine kurulmuş olan bir model oluşturma iddiasıyla ortaya çıkıp bunu dünyaya anlatamaz. Önümüzdeki seçimde tahmin edilenler olursa bence Türkiye ilk kez yumuşak bir geçişle kendi modernitesini çok daha sağlam temellere oturtma şansını da yakalayacaktır.
Yazının Devamını Oku

Aynı tür tepkilerden sıkıldım

14 Ağustos 2002
<B>SON </B>48 saattir beklediğim, geleceğini tahmin ettiğim tepkiler akmaya başladı. Vay ben nasıl olur da AKP'ye destek verirmişim.

Onların takıyyeci olduklarını nasıl görmezmişim.

İktidara gelir gelmez dediklerini unutup başka şeyler yapacaklarını nasıl bilmezmişim.

Uzatabilirim denilenlerden örnekleri ama gerek yok, özet olarak hepsi de aynı şeyi farklı şekillerde dile getiriyorlar.

Bunlar sürpriz olmadı bana. Olmadı ama sürpriz oluşturmuyorlar diye de tepkilere önem vermeden, bunları unutup gitmek de işe yaramaz.

Çünkü bu otomatik, neredeyse ‘‘içgüdüsel’’ olan tepkilerin Türkiye'nin önünü kapadığını düşünmekteyim ve bu konuda bir mesafe alınmadığı takdirde ne yaparsak yapalım ülkede değişimin yakalanamayacağını görüyorum.

* * *

Açıkça söylemek gerekirse bu tür tepkiler gerçek korkulara dayanmakla birlikte sonuç itibarıyla anlamsızlar.

Anlamsızlar çünkü ülkenin gerçek sorunları üzerinde düşünmeye çalışan insanın beynini kilitleyip rafa kaldırma amacını taşıyorlar isteseler de istemeseler de.

Türkiye'nin meseleleri, ülkenin geleceği üzerinde düşünme sürecinde ve nasıl bir vatan istiyoruz sorularına cevap arayışlarında din meselesini tamamen unutmanın, bunu yok saymanın nasıl olabileceğini samimi olarak söyleyeyim anlayabilmiş değilim.

Yani biliyorum bazı insanlar bu konunun katiyen gündemde olmadığı ve hiç de gündeme gelmeyeceği bir hayali ülkede sanal yaşam sürdürme çabası içindeler.

Onları da anlayışla karşılıyorum çünkü hepimizin tam da anlamadığı ve bu yüzden de bizi korkutan bir konuda tek çıkar yolun meseleyi tamamen yok farz etmek olduğu bir tepkicilik içindeler.

Ama çoğunun iyi niyetli olduğunu inandığım bu insanların ülkenin sorunlarına çözüm arayışlarında sonuç itibarıyla her zaman kafalarını bir duvara çarpıp, görünmez engellerle karşılaşmaları da kaçınılmaz.

Çünkü unutmaya çalıştıkları, yok farz ettikleri sorun bu ülkenin gündeminde, hem de gündemin tam göbeğinde ve bazı meseleleri 28 Şubat türü müdahaleler ile aşmanın da artık mümkün olmadığı hatırlandığında bundan sonra meseleye biraz daha zinde, yaratıcı ve yeni düşüncelerle bakmaya çalışmanın daha yararlı olacağına inanıyorum.

* * *

Ortadaki mesele gayet tabii ki yeni bir şey değil.

Bu ülkenin nice beyinleri, bilim adamları makul çözümler üretmek için düşündü durdu bu konu üzerinde.

Ama çözüm nihai analizde hep siyasette olduğundan ve ‘‘resmi’’ ideolojiyi savunduğunu söyleyen partiler de söylemlerini sadece korku yaratmak, öcüler oluşturmak üzerine kurduklarından kilitlendik kaldık bugüne kadar.

Kilitlerimizi kırıp, kendi inşa ettiğimiz kutuların dışına çıkıp, mesele üzerinde makul çözümler üretmeye çalışmamızın zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.

‘‘Yeni’’ oluşumlara, eski partilerin ‘‘yeni’’ ittifaklarına ben bu yüzden değer vermiyorum çünkü bu partilerin Türkiye'nin en önemli sosyal meselesi konusunda söyleyebilecekleri ‘‘yeni’’ bir şey katiyen yok.

CHP kendi kabuğunu kırmak için samimi bir çaba içinde ama onun seçmen kitlesinin ağırlığı da eski söylemin aynen devam ettirilmesi konusunda ısrarlı ne yazık ki.

* * *

Peki ama ne yapacağız.

Mesele hakkında sadece düşünmek, problemi ortaya koymak ve tıkanıklıkları göstermek yetmiyor.

Bir seçim yaklaşıyor. Bana göre bu seçimden Türkiye bazı kamburlarını üzerinden atmış olarak çıkacak.

Ben AKP gerçeğinin Türkiye'nin bazı tıkanıklıklarını ‘‘yumuşak geçişle’’ aşmasını sağlamakta tek şansımız olduğunu düşünüyorum.

Eskimiş düşünce sistemleriyle, tepkilerle, içgüdüsel korkularla sorun çözülmez, sorunu ‘‘kökünden çözeceğini’’ sanan kısa vadeli tedbirler ise sadece sorunun daha da büyümesine yol açar.

İktidara gelirlerse ne yaparlar, yalan mı söylüyorlar, temelde onlar kötü insanlar mı bilemem.

Ama bildiğim şu: Bütün bunlar doğru olsa bile bir şey fark etmez, çünkü Türkiye'nin gerçekleri, inançlı Türk seçmeninin talepleri onları dizginleyecek en büyük güçtür.

Türkiye'de insanlar inanç meselesinin kamusal alandaki yansımalarının makul düzeyde kalmasını, bu konuda aşırılıklara gidilmesini istememektedirler.

Çoğunluğun görüşü budur ve AKP de bu gerçeği iyi tespit etmiş olduğu için kısa sürede böylesine büyüyüp güçlenebilmiştir.

Dolayısıyla teoride de pratikte de uygulamaları bence makul olacaktır.

Olmadığı takdirde onlar da Türkiye gerçeğine kafalarını vuracaklardır ki partinin kurucuları akıllı inanlardan oluştuğundan buna yol açacak söylemlere gireceklerini hiç tahmin etmiyorum.

Bu nedenle AKP'ye ister oy verin ister vermeyin ama lütfen şunu yapmayın. Onlardan sürekli yumuşatıcı mesajlar gelirken, bunları da reddedici, düşmanlar yaratıcı, gerginliğe düşürücü tepkileri yinelemeyin.

Bu tavrınızın sonuçta ülkeye zarar verdiğini, bizi lüzumsuz bir kısırdöngüye ittiğini lütfen hatırlayın.
Yazının Devamını Oku