Serdar Turgut

Yeter artık ama dedim ve...

10 Eylül 2002
<B>BEBEK </B>geldi gelecek stresi... Uykusuzluk, yorgunluk...

Para yetecek, yetmeyecek derdi...

Sürekli kısıntı sıkıyönetimi altında yaşam...

Gelecek korkusu...

Acaba onu görebilecek miyim bunu görebilecek miyim endişeleri...

Yoksa hasta mı korkuları...

Bundan sonra her günün aynı olacağı yolundaki tahmin...

Sonra memleket haberleri...

O bunu mu demiş, bu bunu mu yapmış, kimin kime son puştluğu olmuş...

Hangi arkadaşım daha işsiz kalmış...

Bir şey yapabilir miyiz ki?

Hemen her saatte yapılması gereken görevler.

Mama saati, uyku saati, köpek gezdirme saati, kedi besleme saati, gazete okumaya başlama saati, yazıya başlama saati, yazıyı bitirme saati, yine mama saati, uyku saati...

Rana'nın talepleri.

Üst yönetimin talepleri.

Hayatın talepleri.

* * *

Ve o gün dedim ki ‘‘Bana müsaade biraz havalanmak zorundayım, bilmem anlatabiliyor muyum.’’

Ve çıktım gittim evden.

Lionel Hampton'un cenazesine katıldım.

Cotton Club'ın önünde buluştu herkes.

Binek arabasına konulmuştu tabut.

Çok süslüydü atın çektiği araba.

Wynton Marsalis cenazenin önünde yürüyüşe başlayan bandonun başındaydı.

‘‘St. Louis Blues’’ çaldı.

Benim haricimde herkes çok şıktı.

125. Cadde boyunca yürüdük.

‘‘St. James Infirmary Blues’’ da çaldı gayet tabii ki.

Sonra kiliseye geldik. Türk kurnazlığıyla içeriye sızmayı başardım.

Şarkılar söylendi, müthiş konserler verildi, hep birlikte gülündü, az da olsa hep birlikte gözyaşı döküldü.

Daha da önemlisi dans da edildi.

Müzik sesi sokağa taştı, dans da sokaklara yayıldı.

* * *

Hayatta yaşadığım en güzel saatlerden bir tanesiydi olan biten.

Gayet tabii ki tesadüfen de olmadı bu, cenazenin olacağını biliyordum, evdeki isyanımın zamanlamasını da ona göre yapmıştım zaten.

Eve döndüm sonra. İtiraf da ettim yaptığım komployu, Rana kızmadı, hatta ‘‘İyi yapmışın’’ da dedi.

O da mı yaşlanıyor ne?

Ve şimdi her şey yine başladı, ama öyle sanıyorum ki, yani en azından şu anda öyle hissediyorum ki bir yıl boyunca evden hiç çıkmadan durmadan aynı şeyleri yapsam da, uyumasam da sıkılsam da, korksam da fark etmez.

Çünkü gaz vermiş durumdayım kendime .

Hem de ne biçim.

Her türlü kısırdöngüye hazırlıklı gibi hissediyorum kendimi.

* * *

Cenaze boyunca birtakım adamlar cep telefonlarını havaya kaldırmış duruyorlardı.

Bu tuhaflığın nedenini ertesi gün gazeteyi okuyunca anladım.

Cenazeye katılan Fransızlar cep telefonlarıyla Lionel Hampton hayranı arkadaşlarını ülkelerinden aramışlar, onlar da katılsın, hissedebilsin diye olan biteni dinletiyorlarmış.

Ve bunu okur okumaz da evdeki bütün kısırdöngülerin tamamını üç saatliğine de olsa tek başına üstlenmek zorunda kalmış olan Rana'yı neden cenazeden arayıp da olan biteni ona da dinletmedim diye vicdan azabı çekmeye başladım.

Ve en son olarak da her güzel olayda illa da bir vicdan azabı unsuru niye olmalı ki diye sinirlendim.

Ve işime gücüme bakmaya devam ettim.
Yazının Devamını Oku

Batı medeniyetindeki son gelişme

9 Eylül 2002
<B>BATI </B>medeniyeti üzerindeki araştırmacı gazetecilik faaliyetlerim bütün hızıyla sürüyor sevgili okurlar. Sizler için neredeyse 24 saat boyunca hiç durmadan araştırma-inceleme faaliyetleri içindeyim. Deyim yerindeyse saçımı süpürge yapmış durumdayım velinimetim okuyucular için.

Bu kadar faaliyet sonucunda gayet tabii ki tek dişi kaldığı söylenen ancak daha sonra bildiğim kadarıyla takma diş taktırmış olan medeniyet ile alakalı son derece ilginç yeni gelişmeleri de yakalamayı başarıyorum.

İtiraf etmeliyim ki benim bu araştırma konum üzerinde çalıştığı belirtilen daha nice araştırmacı, bilim adamı var.

Ancak onların hiçbirisi benim tespit ettiğim ana dinamikleri keşfetmeyi başaramaz. Bu mümkün değil.

Eğer bana inanmıyorsanız, bu dediklerimi haddinden fazla şişmiş bir egonun lüzumsuz böbürlenmeleri olarak algılıyorsanız, buyurun aşağıda aktaracağım haberi okuyun.

* * *

Bu haber New York Post Gazetesi'nin cumartesi günkü nüshasında 10'uncu sayfada manşetten yayınlandı.

Yorumsuz yayınlıyorum, bilmem anlatabiliyor muyum?

‘‘Mattel şirketi tarafından ‘Harry Potter' filminden esinlenerek üretilen ve titreşim mekanizmasına sahip olan süpürge sopası oyuncağının genç kızlar arasında haddinden fazla popüler hale geldiği öğrenildi.

‘Nimbus 2000' adı verilen oyuncak ‘Harry Potter and the Sorcerers Stone' adlı filmindeki oğlan sihirbaz tarafından kullanılan sihirli süpürge sopasının benzeri olarak piyasaya sürüldü.

19.99 dolara satılmakta olan süpürge sopasının ‘üzerine iyi binilmeyi kolaylaştıracak bir dizaynı' olduğu ve ‘heyecanı artırmak için titreşim yaratıcı mekanizmaya sahip olduğu' üretici şirket tarafından açıklandı.

Oyuncak şirketinin internet sitesi yeni oyuncağın özellikle genç kızlarda yaratmış olduğu büyük heyecan nedeniyle şaşkınlıklarını ifade eden anne ve babaların yazmış olduğu yorumlar ile doldu.

Sitedeki köşede mektubu yayınlanan bir anne oyuncağı aslında oğluna aldığını ancak ablasının oyuncağı onun elinden almak için sürekli kavga çıkardığını belirterek, ‘Oyuncağın pilleri de kısa sürede tükeniyor' diye şikayette bulundu.

Bir başka mektup sahibi ise ‘Benim 12 yaşındaki kızım yaş gününde ona hediye olarak illa da bunu almamı isteyince ben başta onun bu oyuncak için yaşının büyük olduğunu düşünmüştüm ancak şimdi bakıyorum da kızım bu hediyesinden son derece mutlu gözüküyor' dedi.

Bir başka anne ise mektubunda ‘Kızımın arkadaşları da bu yeni oyuncağa bayıldılar. Öyle ki hepsi birden toplanıp odaya kapandıklarında neredeyse saatlerce oradan çıkmadan sessizce oynuyorlar' diye yazarak mutluluğunu ifade etti.

Oyuncağın üreticisi Mattel şirketinin sözcüsü Sara Rosales ise ‘Her zaman olduğu gibi çocukların iyiliği ve sıhhati bizim en önde gelen hedefimizdir. Bu oyuncağın çocuklar için uygun olmadığını düşünmüyoruz' dedi.’’

* * *

Sevgili okurlar.

Haber bu kadar.

İzin verirseniz bugün yazımı kısa kesmek zorundayım çünkü bu tür araştırmacı gazetecilik derin çalışmaları beni çok yoruyor.

Denilebilir ki entelektüel açıdan son derece yorgun düşüyorum bu tür araştırmacı faaliyetler sonunda.

Dolayısıyla dinlenmeye, bir süre sessiz kalmaya ve yarın yepyeni bir yazı için enerji toplama zamanına ihtiyacım var.

Bu bizim meslek böyledir işte, araştırma, irdeleme yazma işi hiç bitmez, tüketir insanı kısır döngüsel dişleri arasında.

Uzun lafın kısası haydi bana baş baş, bırakın da gideyim...
Yazının Devamını Oku

Terör tahmin programı

8 Eylül 2002
<B>İKİZ </B>Kuleler'e yapılan saldırının sigorta şirketlerine toplam maliyeti 50 milyar dolar oldu. Sigorta şirketlerinin bundan önce karşı karşıya kaldığı en büyük mali sorumluluk 15 milyar dolardı. O da yıllar önce Florida'yı vuran büyük kasırga nedeniyle ortaya çıkmıştı.

50 milyar dolar gibi olağanüstü bir sorumluluk altına giren sigorta şirketleri, olaydan hemen sonra terör sigortası işinden tamamen çıkmaya karar verdiler.

Ancak Amerikan hükümeti, bir dizi yasa çıkararak şirketlerin bu adımı atmasını engelledi, terör sigortasını birçok işkolunda zorunlu hale getirdi.

*

Durum böyle olunca şirketlerin planlarını tam olarak yapabilmeleri, primlerini tam tespit etmeleri ve olası yükümlülüklerini iyi bilebilmeleri için ‘‘bir terör tahmin programı’’ ortaya çıkarılması zorunlu oldu.

İki şirket bu konuda çalışmaya başladı.

Önlerinde duran sorun son derece karmaşıktı. Amerika'da terör hedefi olabilecek tüm noktaları tespit edip, olası saldırının derecelerine göre olabilecek zararların dökümünü yapmak zorundaydılar.

Çok büyük uzmanlık gerektiren ve sigorta şirketlerinin o güne kadar alışık olmadığı ölçüde detaylı plan gerektiren bir çalışmaydı bu.

Dolayısıyla iki kurumdan uzmanları işin içine kattılar.

CIA ve FBI'dan emekli olmuş tecrübeli terör uzmanları işe alındı.

Ayrıca İkiz Kuleler'e yapılan türde bir terör olayına nihai etkileri açısından normal yaşamda en benzeyen olayın kasırgalar olduğu tespitinden yola çıkarak, kasırgaları ve onların yapması muhtemel hasarları tespit etmekte uzmanlaşmış kişiler de kadrolara alındı.

Ve takım çalışmalarına başladı.

*

Tüm Amerika'da teröristlerin hedefi olabilecek irili ufaklı bütün noktaların bir dökümünün yapılmasıyla işe başlandı.

Sonuçta tam tamına 330 bin adet nokta tespit edildiğini söylersem, işlerinin ne kadar da zor olduğunu daha iyi anlarsınız.

Daha sonra bu 330 bin noktanın her birinde olabilecek çeşitli terör eylemleri, örneğin o noktaya uçak düşürtmek, canlı bomba, kimyasal silah saldırısı tek tek modele sokuldu.

Her eylem türünün o noktada ve civarındaki yerleşim birimlerinde yapacağı hasarlar tespit edildi. Noktaların etrafındaki işyerlerinin, kamu kuruluşlarının, yani potansiyel terör sigortası müşterilerinin dökümü de yapıldı.

Çeşitli senaryolar işin içine sokularak olabilecek en yüksek hasar ve ölüm oranları ortaya döküldü.

En sonunda da bu 330 bin adet nokta eleme yoluyla teröristlerin en fazla ilgi duyabileceği, aralarında Hürriyet Heykeli, Chicago'daki Sears Binası, San Francisco'daki Golden Gate köprüsü gibi, büyük ve vurulduğu takdirde ses getirecek hedeflerin yer aldığı toplam bin adet olası hedefe indirildi.

Bunlar hakkında daha detaylı bir senaryo olasılıkları dökümü yapıldı.

*

Sonuç olarak ilk başta imkánsız gibi gözüken iş başarılmış oldu.

Terör eylemi gibi önceden tahmin edilmesi hayli zor olan bir şeyin bile tahmini riskleri sigorta şirketleri için çıkarıldı.

Hazırlanan programı 330 bin doları bastıran bütün sigorta şirketleri kullanmak için satın alabiliyor.

Şirketler terör sigortası yapacakları zaman, sigortalanacak kurumun nerede bulunduğuna bakarak modelden bir risk analizi yapıyorlar ve ona göre o kuruma primler tespit ederek kendi olası risklerini de az çok tahmin ediyorlar.

Ben bu işin kapitalizmin mi yoksa merkezi planlamaya inananların mı başarısı olduğuna pek karar veremedim ama sonuçta yapılan iş öylesine muazzam ki, insan yapanları, kim olurlarsa olsunlar takdir etmeden de duramıyor.
Yazının Devamını Oku

Durum vahim haberiniz olsun!

6 Eylül 2002
<B>MEMLEKET </B>sınırları dışına her çıkışta, Türkiye'yi daha fazla düşünmeye başlıyorum. Bu eğilimimi tespit etmiş olan Rana'ya göre bende bir tür davranış bozukluğu varmış, öyle dedi bana.

Ben bugüne kadar sınırları içinde iki günden fazla yaşadığım hiçbir ülkeyi beğenmemişim, ona göre.

Ve yine ona göre içinde yaşarken yerden yere vurduğum bir ülkenin dışına çıkar çıkmaz da, anında o ülkeyi özlemeye başlıyormuşum.

Türkiye'deyken asabımı bozan her şeyden şu aralar sanki güzel şeylermiş gibi bahsetmeye başlamam da bu davranış bozukluğumun bir sonucuymuş.

Ona göre ben huzursuzmuşum ve bulunduğum değil de bulunabileceğim yerleri sevmek gibi bir takıntım olduğundan hayat boyu da mutsuz yaşayacakmışım.

* * *

Bu tür durumlarda ona hiç sektirmeden anında cevap veririm ama son konuşmasından sonra düşündüm de galiba haklı. Bu yüzden sustum.

Ancak Türkiye'yi daha fazla düşünmeye başlamam, sadece olduğum yere değil de olabileceğim yere takmamla alakalı değil.

Gündemden kopma korkusu nedeniyle ülke sınırları içinde olsaydım katiyen okumayacağım, ilgilenmeyeceğim haberleri, yorumları bile dikkatle okumaya başladım son günlerde.

Bir şeyleri atlamayayım, bağlantıları kaçırmayayım diye ülkenin gündemi üzerine daha fazla düşünmek zorunda hissediyorum kendimi.

* * *

Dolayısıyla detaylara gömülmüş durumdaydım.

Siyaset dünyasının en rutin haberinden tutun, ekonominin en teknik göstergesine kadar anlamak çabası içindeydim.

Onca gazete, haber, yorum derken, bütün bu detaylar arasında kaybolmuşken birden kafama bir şey dank etti.

Sevgili okurlar.

Biz kafayı iyice üşütmüş durumdayız, haberiniz olsun.

Yani büyük ihtimalle hemen hepiniz bu durumun az çok farkındasınızdır da, bu olaya dışardan bakmak zorunda kalan bir insana çok daha çarpıcı bir şekilde kendisini gösteriyor.

Görünen o ki Türkiye'de nüfusun büyük bir bölümü ciddi bir ruh hastalığı geçirmekte ve işin tuhafı, ülke genelinde yaşanmakta olan bu toplumsal ruh krizinin nasıl çözüleceği yolunda bir küçük ipucu bile bulunmamakta.

* * *

Düşünsenize bir seçim yaklaşıyor, çok önemli bir döneme girecek Türkiye.

Geleceğimizin nasıl olacağı büyük bir ihtimalle bu seçimin sonucuna bağlı olacak.

Ve onca parti var ama ortalıkta kimse bir program, bir hedef, bir strateji tartışmak zorunda hissetmiyor kendisini.

Bir tek bana mı tuhaf geliyor bu bilemiyorum. Eminim Türkiye'de de bunu tuhaf bulan az sayıda insan vardır, ama onlar da ses çıkarsalar bile fayda etmeyeceğini düşündüklerinden olsa gerek bu konuda bir şey söylemiyorlar galiba.

Ortada birtakım insanlar var. İşte Hüsamettin, Mesut, Recep, Tansu, Baykal, Derviş falan filan.

Bu insanların sabun operalarının senaryolarında rastlanabilecek türde ilişkileri, kavgaları var.

Ama doğru dürüst bir fikir yok ortada.

Kim kimi arkadan hançerlemiş, kim kime yalan söylemiş, bu onu mu demiş, o bunu mu demiş, kim yalancıymış, kim puştmuş.

Memlekette siyaset bu tür meselelerin hesaplaşmasından öteye gidemiyor bir türlü.

Eğer siz bütün bu sıradan ve önemsiz kavgaların ötesine geçip de birtakım somut meseleleri, kim ne diyor diye öğrenmeye çalışırsanız hava alırsınız.

Örneğin, ben şu konuları merak ediyorum:

Türkiye'de nüfusun yaklaşık yüzde 40'ının yaşadığı tarım sektörü artık yok oldu. İktidar olan arkadaş bu sektöre ne yapacak, bir plan var mı?

Memlekette üniversiteler sapır sapır dökülüyor. İktidara gelmeyi isteyen herhangi bir partinin yüksek öğretimde radikal değişimi sağlayacak planı var mı?

IMF programı üzerinde tartışma açmayı, uygulanan programda yeni bazı açılımlar yapmayı düşünen var mı?

Son krizle birlikte milyonlarca insan işsiz kaldı. Onların aç kalmalarını önlemek için önümüzdeki bir yıl içinde ne yapacağını bilen arkadaş var mı? Bu konuyu aklına getiren var mı?

Şu anda imkán olsa en azından 3 milyon kişi başka ülkelerde beşinci sınıf işlerde çalışmak için yurtdışına kaçar. Türkiye'yi bu ayıptan kurtaracak planı olan kim, planın detayları ne?

* * *

Tabii ki soruları artırabilirim ama gereği yok. Önemli olan hiçbir partinin detayı düşünülmüş bir programı, stratejisi, bir modern Türkiye'ye ulaşma planı olmadığı, bunun yerine herkeste bol keseden atılmış vaatler bulunduğudur. Seçmen çoğunluğu da kara cahil olduğundan, tutulmayacağını artık deneyerek öğrenmiş olması gereken vaatlere bir kez daha kanarak yine oy vermeye hazırlanmaktadır.

Böylece Türkiye belki de cumhuriyet tarihinin en önemli oylamalarından bir tanesine kapsamlı hiçbir konuyu tartışmadan girmekte, kimsenin gelecek planının ne olduğu yine bilinmemekte, ama insanlar, rol yapma yetenekleri bile artık iyice sırıtmaya başlayan siyasetçileri televole programını izler gibi izlediklerinden sonuçta memlekette büyük bir komedi yaşanmaktadır.

Bu nedenden dolayı korkarım ki Türkiye'nin olağanüstü potansiyelinin tekrar heba edileceği bir yeni beş yıla daha girmek üzereyiz.

Dolayısıyla buna izin veren bizler, bizdeki davranış bozukluğu olduğuna göre, kitlesel bir ruhsal bozukluk geçirdiğim tespitinde de yanılıyor olamam değil mi ama!
Yazının Devamını Oku

Onlar bizim devimiz anlaşıldı mı kardeşim

5 Eylül 2002
<B>BİZİM </B>basketçilerin kaderi, İstanbul'da ortalıkta dolaşan bazı üst düzey yöneticilere benziyor. Medyada örnekleri bol bulunan, iş áleminde de örnekleri görülen tuhaf adamlar bu üst düzey yöneticiler.

Yaşamlarına bakarsanız doğuştan ‘‘üst düzey’’ler, genetik özellikleri nedeniyle seçilmiş gibidirler ve hayatta ne yaparsa yapsınlar, ne kadar başarısız olursa olsunlar, içlerinin ne kadar boş olduğu biraz dikkatlice bakılınca hemen anlaşılsa da ‘‘üst düzey’’ yönetici olma haklarını onların elinden almanız imkánsızdır.

İşin tuhafı, zincirleme başarısızlıklardan sonra işsiz kalsalar da üst düzey yöneticidir bunlar, öyle davranır, kendilerini öyle algılatır ve öyle de yaşarlar.

Bizim ‘‘12 dev adam’’ gibidirler yani. Sahada oynadıkları oyun beş para etmediğinde de ‘‘dev’’dir onlar. Yaşamları ve kafaları beş para etmediği halde hep üst düzeyde kalmayı başaran İstanbul'a özgü abuk tiplerle aynı kaderi paylaşır bu devler de ve işin tuhafı insanlar onları pek severler. Çünkü o insanlar, Türkiye'nin kişi başına düşen milli geliri 2 bin dolara yaklaştığı zaman da ‘‘En büyük Türkiye, başka büyük yok’’ diye bağırıp, mutlu olabilmektedirler.

***

İşin aslına bakarsanız bazı lakaplar insana yapışıyor ve siz ne yaparsanız yapın onu üstünüzden atamıyorsunuz.

Şimdi nazik olmak uğruna isim vermiyorum ama yukarda saydığım doğuştan üst düzeylere birkaç örnek versem eminim ‘‘ama onlar çok başarılı’’ diye konuşacaksınız.

Nedir başarıları diye sorsam, yine eminim aklınıza bir şey gelmeyecektir; çünkü bunların ortak özelliği şov yapmaktır. İmaj yaratırlar kendilerine ve asıl işleri de başarılıyı oynamaktır.

Bambaşka bir açıdan meseleye bakarsak Kadir İnanır'ın başına gelenler de lakabı üstünden atamamanın özel bir durumudur.

Kendine has davranışları olan bu sanatçımız, sonuçta tüm davranışlarının toplam sonucu olarak ‘‘Kadirizm’’ adıyla anılmaya başlandı.

Örneğin akşam gece kulübüne gidiyor, ertesi gün gazeteler ‘‘Kadirizm dün gece kulübündeydi’’ diye haber yapıyor.

Basın toplantısı düzenliyor, ‘‘Kadirizm dün konuştu’’ diye haber yazılıyor.

Dolayısıyla sonuç itibarıyla Kadir İnanır artık kendi yarattığı ideolojinin yaşayan biçimine dönüşmüş durumda.

***

Kadirizmin, ‘‘dev adamların’’ ve genetik üst düzeylerin paylaştığı kaderin örnekleri yurtdışında da var.

Bunu en tipik örneği şarkıcı ‘‘Prince’’. Prens adından sıkılan şarkıcı bir gün durup dururken adını değiştirmeye karar verdi.

Ancak bu sefer de insanlık áleminde konuşulan hiçbir lisanda telaffuzu mümkün olmayan bir işareti kendisine ad olarak seçti.

Şarkıcı bu şekilde davranarak ‘‘isimlendirme’’ ideolojisine bir darbe vurmaya da çalışıyordu.

Ancak işler istediği gibi gitmedi.

Onun hakkında haber yazmak zorunda kalanlar, kim hakkında laf ettiklerini belirtebilmek için, anlamı ve adı olmayan işaret dışında onu tarif edebilmenin bir başka yolunu bulmak zorundaydılar.

Sonunda formül bulundu.

Şarkıcı, adı geçmesi gereken her haberde ‘‘The artist formerly known as Prince’’ (Daha önce adı Prince diye bilinen şarkıcı) diye anılmaya başlandı.

Şimdi de bu ad ona yapıştı kaldı. ‘‘Daha önce adı Prince diye bilinen şarkıcı dün hastaneye kaldırıldı’’ türünden tuhaflıklar da İngilizce diline böylece girmiş oldu.

***

Tek isteğim şu: Artık İstanbul'da da bazı adamlar ‘‘daha önce üst düzey diye bilinen kişi’’ diye anılmaya başlamalı.

Gerçekte bir dizi başarısızlık sonucunda bile insanlar mükafatlandırılmamalı, çalışma ve işini iyi yapma artık tek kriter olmalı.

İstanbul da artık biraz modernleşmeli, feodal ilişkilerden kurtulmalı.

Zamanı geldi de geçiyor bile bunun.
Yazının Devamını Oku

Demokrasinin bize ağır yükü

4 Eylül 2002
<B>KAÇ </B>kez söyledim, <B>‘‘Şu demokrasiden vazgeçelim, bize daha uygun olan başka bir yönetim biçimi deneyelim’’ </B>diye. Tabir yerindeyse ‘‘Neredeyse dilimde tüy bitti’’, doğru olanı anlatayım diye sizlere.

Ama yok, millet ısrarlı görünüyor, illa da demokrasi demekte.

Üstelik demokrasi olacağız diye atılan her adımın memlekete nasıl da ağır bir yük yüklediği, astarının yüzünden nasıl da pahalı olduğu görüldüğü halde bu ısrar nedense sürdürülüyor.

* * *

Kürtçe kurslar başlayacak ya yine aynı şeyi yaşıyoruz.

Rasyonel bir insan, eğer sosyolog filan değilse, neden durup dururken Kürtçe öğrenmeye karar versin, bunu anlamam mümkün değil.

Yani adı Kürt olarak bilinen insanlara ‘‘halkların dostluğu’’ mesajlarını Kürtçe olarak vermenin keyfini yaşamak istiyorsa, onu bilemem. Bunu anlayışla karşılayabilirim ama şu da bir gerçek ki, sadece bu, lisan kursuna yazılmak için yeterli bir neden değil.

Çeşitli halklar İngilizce konuşarak mesajlaşsalar ne fark eder ki; üstelik bu yolu tercih ettiklerinde fazla stres de yaşanmaz.

Ama her şeyi bir yana bırakalım ve diyelim ki, Türkiye'nin Avrupa'ya artık bizim de demokrasi olduğumuzu kanıtlamak için açmış olduğu Kürtçe kursuna, insanlar yazılmaya başladı.

İşte o noktada yukarıda değinmiş olduğum demokrasinin ağır yükü, üzerimize binmeye başlıyor sevgili okurlar.

Türkiye'de Kürtçe dil kursu özgürlüğünün öylesine yan etkileri var ki, insan bunlara bakıp ‘‘Yahu yasak sürseydi millet çok daha rahat edecekti’’ diye düşünmeden edemiyor.

* * *

İş baştan faullü. Kurslar açıldı ama Kürtçe öğretecek hoca yok ortada.

Aslında vardır da, hemen hoca olabilecekler güvenlik nedeniyle kabul görmüyorlardır bence.

Kürtçe kursunda hoca olacakların öyle bir güvenlik araştırmasından geçirilmesi düşünülüyor ki, sanırsınız bunlar lisan öğretmeye değil de Milli Güvenlik Kurulu'nda genel sekreter olmaya adaylar.

Ve gayet tabii ki sadece güvenlik soruşturmasına da güvenilmemesi lazım; çünkü hatalar olabilir, dolayısıyla her hocanın bir süre takipte tutulmasında da yarar var bence.

* * *

Takipte tutulacaklar sadece hocalar değil.

Öğrencilerin de yakın izlemeye alınması lazım doğal olarak, bunun aksi düşünülemez. DÜŞÜNÜLEMEZ!!!!

İnşallah Kürtçe öğrenmek için başvuran insan sayısı fazla olmaz; çünkü düşünsenize Türkiye'de polisin işi zaten potansiyel suçlular ve potansiyel suçlu olmayı düşünebilecekler nedeniyle başından aşmış durumda. Bir de lisan öğrenme yoluyla potansiyel suçlu olacaklar ortaya çıkarsa, emniyet teşkilatı, personel açısından iyice zorlanacaktır, yemin ediyorum.

İş bunlarla da bitmiyor. Kursa gelecek öğrencilerin bazı kıyafetleri giymesi de yasak.

‘‘Terör örgütünü çağrıştıracak’’ diye tanımlanan ve bence hayli muğlak olan ama yasağı koyanların kafasında net olduğunu tahmin ettiğim bir tanım getirilmiş.

Bu tür şeyleri giyenler de Kürtçe öğrenemeyecekler.

Dolayısıyla her kursun kapısına, ‘‘kıyafet yönetmeliğine’’ uygunluğu sağlayacak bir görevli de konulacak.

Yahu, Türkiye'de bütün kıyafetler bir gün serbest kalsa, yemin ediyorum ki işsiz memur sayısı bir anda iki misline katlanır. ‘‘Kıyafet yönetmeliğine uygunluğun denetlenmesi sektörü’’ öylesine yoğun bir istihdam sektörü oldu ki son yıllarda.

* * *

Ha şu da var.

Bütün bu soruşturmaları, takipleri, güvenlik kontrollerini, kıyafet denetimlerini aşıp da hálá kursa devam etmekte ısrar edenler olursa...

Bence asıl onları alıp hemen içeriye tıkmak gerekir.

Çünkü bu kadar ısrarın temelinde mutlaka bir kötü niyet olmalıdır ve ben geçmiş deneyimlerime dayanarak şunu biliyorum ki, kötü niyetliler gözaltında gerçek amaçlarını da itiraf edeceklerdir.

Son olarak şunu yine söylemek istiyorum:

Bu demokrasi ısrarımızın topluma maliyeti çok fazla oldu. İşgücü, kaynak israfı had safhada.

Gelin ‘‘Zararın neresinden dönülürse kárdır’’ diyelim ve bu sistemden bir an önce vazgeçelim.
Yazının Devamını Oku

Düşmanlara karşı uyanık olalım!

3 Eylül 2002
<B>YURDUMUZU </B>bölmek amacıyla sürekli çalışan iç ve dış düşmanlara karşı daha da uyanık kalmak için önceki günden itibaren günlük kafein tüketimimi üç misline çıkardım. Tüm üst düzey yöneticilerime, adı Türk olarak bilinen insanlara ve Sezen Aksu'nun verdiği konserden çıkardığım kadarıyla memlekette var olduğu iyi haber alan kaynaklarınca iddia edilen bütün etnik gruplara duyuruyorum bu tavrımı. (Bu arada sırası gelmişken Amerikalı olarak bilinen, ama aslen Türk olan Meluncan insanlara da buradan selam yolluyorum.)

Ayrıca 19 gündür uyku gibi banal bir zayıflığı da tamamen bırakmış olduğum için gece yarısından sonra, özellikle iç düşmanlara karşın duyarlılığım daha da artmış olarak nöbet tutmaktayım.

Yılanın başını ezmek niyetindeyim ve iç düşmanlardan en ufak faullü bir harekette, harekete geçmeye de kararlıyım.

Bu da biline yani!

* * *

Meselenin üzerinde düşünüyorum da, aslında bir faullü hareket olmasa da önceden harekete geçmeliymişim gibi geliyor bana.

İnisiyatifi ben ele almalıyım!

Ayrıca kimi iç düşman olarak tanımlayacağım konusuna da pek güvenmeyin; kimse kendisini güvencede hissetmesin, çünkü bu aralar hayli sinirliyim.

Uykusuzluk, aşırı kafein kısırdöngüsüne kapılmış yaşayıp gidiyorum işte ve elimden her an bir kaza çıkabilir.

Bu nedenle herkes kendisine çekidüzen versin, örnek vatandaş olsun, bilmem anlatabiliyor muyum?

* * *

Bu arada yine sırası gelmişken Alevi vatandaşlarımızı da can-ı gönülden kutluyorum.

Seçim yaklaşıyor ya, gayet tabii ki bu vatandaşlarımızı temsil eden örgütün de partilerden talepleri olmuş.

Altı önemli istekleri varmış onların.

Taleplerinin ilk beş tanesi hakkında belirli bir fikrim yok ama altıncı taleplerini bütün kalbimle destekliyorum ya!

Okullarda saz eğitiminin teşvik edilmesini istiyorlarmış.

Benim fikrim de aynen böyle. Yıllardır bu memleketin en büyük sorununun, hatta bütün sorunların temelinde yatan ana meselemizin; ülkede saz çalan insan sayısının, olması gerekenden çok az olduğunu savunageldim.

Bana sorarsanız saz çalmak zekáyı açar, kişiyi dinamik yapar ve kinetik enerjiler harekete geçer.

Bana saz çalan bir tane ebleh bakışlı adam gösteremezsiniz. Kazayla bir tane bulup gösterseniz de bence o sazın değil, adamın kendinde zaten var olan bazı sorunların tezahürüdür.

Yani o adamın eline saz değil de saksofon da verseniz büyük ihtimalle yine ebleh bakacaktır dünyaya, (Bu arada bazı türkülerin, onları söyleyenleri aptallaştırdığı konusunda ayrı bir tezim de var ama bu ayrı bir yazı konusu olacak kadar zengin içerikte bir meseledir.)

Saz çalanların, türkü çığıranların sayısı arttığı zaman bu ülke ekonomik krizden de kurtulacaktır; benim şahsi fikrim bu.

Zaten son zamanlarda türkü gece kulüplerinin tüm vatan sathına bir anda yayılmasına da sırf bu nedenle destek verdim ve bir yazımda dedim ki ‘‘Türkü gece kulüplerini, iç düşmanların ülkeyi bölmesi yolunda yeni bir manevra olarak görenler yanılıyorlar. Onlar memleketin has evladıdırlar’’.

Evet böyle dedim ve bu fikrimin altına da aynen basıyorum imzamı yeniden.

* * *

Çocuğumu Yeni Türkiye Partisi'nden milletvekili adayı yapmaya karar verdim.

Bu açıklamamda mantıki bir çelişki de yok; çünkü parti amblemini seçip, marşını hazırlayıp, sağcı mı solcu mu olduğuna karar verinceye kadar bizim oğlan da milletvekili olacak yaşa nasıl olsa gelecektir.

Aslında oğlanın siyasete bu partiden 20 yıl sonra atılması da iyi olacak; çünkü ben baba olarak onun siyasete bulaşmasını katiyen istemiyorum. Bu partiden aday olacağı için ilk seçimde seçilemeyip hayal kırıklığı yaşaması kesin olduğundan, siyaset sevdasını kısa sürede bırakıp da işe yarayacak bir mesleğe (örneğin genel yayın yönetmenliğine) geçiş yapacak ve zararın neresinden dönülse kárdır diyerek mutlu olacaktır.

Böyle umuyorum yani!
Yazının Devamını Oku

Sevgili hatıra defterim

2 Eylül 2002
<B>30 </B>Ağustos'tan 31 Ağustos'a geçerken sabah saatleri: Sevgili hatıra defterim. Bebeğin de haykırması olmasa aslında son derece sessiz ve güzel olabilecek bir saatte sana bu satırları yazıyorum. Belirtmek istediğim şu ki, hayvanlar áleminde bir tek insan bebeklerin doğdukları andan itibaren hızla kendilerini beslemeyi öğrenmemeleri ve en fazla 15 gün içinde de anne babalarının yanından ayrılıp kendi yaşamlarını kurmaya başlamamaları aslında büyük bir haksızlıktır. Tabiatın bize oynamış olduğu bu oyun nedeniyle ‘‘insan’’ adıyla anılan kategorinin, tüm canlılar álemindeki en bahtsız kategori olduğu da kesindir.

* * *

31 Ağustos sabah: Sevgili hatıra defteri. Gazeteye yazı yazarak hayatımı kazanmak zorunda olmamın korkunç sonuçlarından bir tanesi de her güne bütün gazeteleri okuyarak başlama cezasını çekmek zorunda kalmamdır. Güne böyle başlayınca, meseleyi toparlayıp hayatını olumlu bir akışa kanalize etme şansını baştan kaybediyor insan. Bana kalırsa insanları sabah saatlerinde bu tür bir travmaya maruz bırakmak yasaklanmalı ve bir kanun hükmünde kararname çıkarılarak bundan böyle Türkiye'de tüm gazetelerin akşam 18.00'den sonra satışa başlamaları kuralı getirilmelidir. Tüm gazetelerin aslında bir ‘‘meyhane baskısı’’ şeklinde yayımlanmaya başlamasıyla birlikte Türkiye'de stres oranının da muazzam bir hızla azalacağına inanıyorum ben.

* * *

31 Ağustos öğle saatleri: Ben hayatımda hiç namaz kılmadım ve sürekli de içki içerim. Ve şunu bilin ki sadece bu nedenden dolayı siyasete atılmıyorum; çünkü Türkiye'de hiçbir ‘‘kitle partisinin’’ benim gibi bir insanı aday olarak göstermeye cesaret edebilmesi mümkün değil. Çünkü aday olabilmem ve değerli seçmen kitlelerini tatmin edebilmem için ya ‘‘Hiç içki içmedim ve sürekli namaz kılarım’’ demem gerekiyor, ya da illa liberal görüneceksem her ikisinden de yaptığımı birazcık anlatmam lazım. Birazcık içerim, birazcık namaz kılarım deyince liberal oluveriyorsun bu ülkede ve gayet tabii ki anında da liberal düşüncenin içine ediveriyorsun. Ama olsun, modern kitleler seni seviyor ya, asıl önemli konu o.

* * *

1 Eylül sabah: Hatıra defterine not. Bu satırları eşim değil ben Rana yazmaktayım. Serdar sabahın erken saatlerinden bu yana derin bir depresyon geçiriyor. Hayatın artık anlamı kalmadığını söylüyor hiç durmadan ve birkaç kez de yüksek sesle ağladı. Hüsamettin Özkan'ın seçimde aday olmayacağı haberini okuyunca bu acıya, onsuzluğa, onun var olduğu ama görünmediği bir siyasi ortama kendisinin adapte olmasının mümkün olamayacağını düşündüğü için acı çekiyormuş, böyle anlattı bana. Ona bir adet Xanax verdim; bir süre sonra açılacaktır, umut ediyorum.

* * *

1 Eylül öğle saatleri: Hatıra defterime notlar almayı sürdürecek gücü tekrar bulmuş durumdayım; çünkü Hüsam'ın siyaseti bırakacağı haberi bizzat kendisi tarafından yalanlandı. ‘‘Ben hayatta verdiğim her sözün arkasında durdum, seçimde de aday olacağım’’ demiş. Ben Hüsam'ın bu lafının Türkiye'deki üniversitelerde mantık derslerinde zorunlu olarak okutulmasından yanayım. Hangi sözü verdiği belli olmayan, verdiği sözler gizli olan bir insanın, ‘‘Ben verdiğim her sözü tuttum’’ diye konuşması, şimdi hayatta olsalardı Kant, Hegel, Schopenhauer ve nicelerinin kurdukları kendi içinde tutarlı düşünce modellerini temelinden çökertecek abuklukta bir olaydır. Üniversitelerimizde bu konu üzerinde düşünüldüğü takdirde eğitim kalitesinin anında birkaç misli artacağı da kesindir. Hüsam'ı özel yapan da budur işte. O tek bir cümleyle dünyadaki tüm mantık kurallarını zorlayacak güçte bir çıkış yapacak niteliklere sahiptir.

* * *

2 Eylül sabah: Sevgili hatıra defteri. Günde bir buçuk saat uyuyarak yaşamı sürdürme üzerine bir deneye başlamış durumdayım. Bugün bu deneyimin 15'inci günü. Son 15 günde toplam 18 saat kadar uyudum. İyi haber alan kaynaklara göre, gelmiş olduğum noktada sinirlerim oldukça laçka halde, öyle diyorlar. Bence bu kötü niyetli bir yorum. Neden böyle yorumlar yapmak zorunda hissediyorlar kendilerini anlamıyorum. Tamam, sabah internetten haberleri okurken bir an kendimi kaybedip bilgisayarımı pencereden dışarı attım ve sonra da köpeği boğmaya çalıştım, ama sadece bunlara bakıp da bir insan hakkında sonuçlara atlamaya çalışmanın haksızlık olduğunu düşünüyorum. Umarım benimle ilgili değerlendirmeleri yakında değişir.
Yazının Devamını Oku