Her sene olduğu gibi bu sene de tercih yapan genç arkadaşlara bir mektup yazdım. Elden ele... Son söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Öncelikle rahat ol! Biliyorum bu aralar herkes tepene üşüşüyor, sana bu tercihin ne kadar kritik bir tercih olduğunu anlatıyor. Bence hepsi yanılıyor. Bu tercih hayati bir seçim değil. Çünkü hayat çoktan seçmeli bir sınav değil! Verdiğimiz kararların hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu yıllar sonra değişebiliyor. Bu tercih sizin geleceğinize dair verdiğiniz son karar da değil. İleriki yıllarda daha pek çok tercih yapacaksınız. O tercihler içinde bugün yaptığınız tercihin yeri giderek azalacak. Ayrıca bu karar geri dönülmeyecek bir karar değil. O nedenle benim size bu tercih dönemindeki ilk tavsiyem çok basit: Rahat olun!
PUANA DEĞİL AYNAYA BAKIN!
Açık yazayım: Tercih yaparken taban puanlarına, sıralamalara bakmayın. Bütün bu veriler geçen sene sınava girenlerin belirlediği bir referans noktası. Başkalarının tercihleri yani. Yıllardır taban puanda zirvede olan öyle bölümler var ki eski halinden hemen her şeyi kaybetmiş, hocalar gitmiş, okul geriye gitmiş ama sıra hep aynı yerde kalmış... Konumuz bu değil ama diyeceğim şu: Sadece taban puan ya da sıralama ile tercihlerinizi belirliyorsanız geçmişte takılı kalmış bir pusulayla yönünüzü arıyorsunuz demektir. Bu sıralamaları bir kenara bırakın ve aynaya bakın. Tutkunuz nedir? Hayattan en büyük beklentiniz nedir? Ya hayalleriniz?
ZAMANI UNUTTUĞUN UĞRAŞ NEDİR?
Sevgili kardeşim, biliyorum hayal, tutku, beklenti falan soyut kavramlar. Aynaya bak deyince belki ne demek istediğim çok açık değil. O nedenle biraz daha somut olarak şu basit soruya yanıt vermeni isterim: Yaparken saate hiç bakmadığın, yemek yemeyi, nerede olduğunu unuttuğun şey nedir? Nedir ayağını yerden kesen uğraş? Bu soruya bulduğunuz yanıt her ne ise o alanda bir tercih yapın. Etrafınızda o alanda aç kalırsınız diyenlere de pek kulak asmayın. Çünkü bu çağda artık yaptığınız işin ne olduğu önemli değil. Yaptığınız işte zirveye çıkıp çıkmadığınız önemli. Zirveye çıkmanın formülü de yukarıdaki soruda saklı. İşine tutkuyla bağlı olmayanın zirveye çıktığı görülmedi zira... Unutmayın ki sıradan bir tıp doktoru olacağınıza mesleğine tutkuyla bağlı bir hemşire olmak hem sizi daha çok mutlu edecek hem de size daha iyi bir gelecek sunacak. Sıradan bir gıda mühendisi olacağınıza, işine tutkuyla bağlı bir şef olun. Hem daha başarılı hem de daha zengin olursunuz.
MESLEK DEĞİL DİSİPLİNİ SEÇİN!
Eskiden, ebeveynleriniz tercih yaptığı zamanlarda üniversite tercihi demek meslek tercihi demekti. Artık böyle bir dünya yok. Doktor, mühendis ya da öğretmen olarak mezun olanların bir ömür bu mesleği yaptığı devir bitti. Çünkü hem bireylerin beklentileri hem de meslekler hızla değişiyor. Hesap şu ki sizin kuşak en az üç, belki daha çok kariyer değiştirecek! Pek çoğunuz mezun olduğunuz işi yapmayacaksınız. Muhtemelen mezun olduğunuzda şu an size tercih olarak sunulan mesleklerin tamamen dışında bir iş yapacaksınız. Açın bugün bir iş ilanları sayfasını inceleyin. Aranan elemanların çoğu üniversite tercih rehberinde olmayan ‘mesleklerden’ oluşuyor. O nedenle tercih yaparken mesleği değil, okuyacağınız disiplini seçin. Bu ne demek diye merak ediyorsanız, bir örnekle açayım: Özel bir gerekçeniz yoksa, işletme yerine ekonomiyi seçin. İlki meslek, ikincisi disiplin!
BÖLÜM DEĞİL ÜNİVERSİTE SEÇİN!
Şimdiye kadar 24 kişiye verilmiş olan bu ödülü alanların tamamı erkek. New York Üniversitesi’nden meslektaşım Prof. Dr. Tülin Erdem bu seçkin listeye katılan ilk kadın olarak ödülünü geçen hafta aldı.
APPLE’I TİTRETEN TÜRK!
Bir dönem Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti’nde de görev yapan Tülin Hoca’yı Türkiye, Apple-Samsung davasındaki kritik rolü nedeniyle bir gazetenin attığı, yukarıdaki manşetle tanıdı. Doktora sonrası başta MIT ve Yale olmak üzere dünyanın en iyi üniversitelerinin öğretim üyeliğine davet ettiği nadir isimlerden biri olan Tülin Hoca, uzunca bir süre UC Berkeley’in en yüksek maaşlı akademisyenleri arasında yer almasıyla biliniyor (UC Berkeley devlet üniversitesi olduğu için bu verileri kamuya açık). Halen NYU Stern İşletme Fakültesi’nde Pazarlama Bölüm Başkanlığı yapan Tülin Hoca, pazarlama biliminin en önemli dergisi Journal of Marketing Research’ün de ilk kadın editörü. Türkiye’de de Özyeğin, Bahçeşehir, Sabancı ve Koç üniversiteleri ve Hamdi Ulukaya Girişimi’nde markalaşma stratejileri üzerine pek çok seminer veren hoca, aynı zamanda Nobel ekonomi ödüllerini belirleyen uluslararası jüride de yer alıyor.
SİNYAL ETKİSİ NEDİR?
Tülin Hoca ödülü iki farklı çalışmasıyla almış. İlki ‘Sinyalleme Etkisi’ (Signaling Effect), ikincisi ise ‘Yapısal Modelleme’. Bu iki teknik kavramı hocaya sordum. Literatürde Tülin Erdem ismi ile anılan sinyalleme etkisi, bir markanın temel işlevinin hedef kitleye verilen sözlerin tutulacağı sinyalini vermek olduğunu ifade ediyor. Güçlü bir marka bir nevi garanti belgesi işlevi görüyor. Yani marka, müşteriye ‘Riskini ben alıyorum’ diyor. Marka, verdiği bu garanti sinyalini yerine getirdiği sürece değer kazanıyor, getirmediği sürece de değer kaybediyor.
NASIL KARAR VERİYORUZ?
Tülin Hoca’
Fakat ben gündemden bağımsız yazacağım bugün. Çünkü her şey geçiyor ama kendinize yaptığınız yatırım bir ömür boyu heybenizde kalıyor.
Akademide, sporda veya sanatta bir deha olmanın yolu nedir? Sınıfta ya da işte performansınızı nasıl zirveye çıkarabiliriz? Bu konuyla ilgili size 4 aşamalı bir formül sunmak istiyorum. Ama önce şu soruyu sorayım: Üstün yetenek sizce doğuştan mı geliyor yoksa sonradan mı elde ediliyor? Bu basit soruya vereceğiniz yanıt çok önemli. Çünkü bu yanıt, öğrenmeye yaklaşımınızı da belirliyor. Nobel ödüllerinden satranç şampiyonlarına, matematikten yüzmeye pek çok alanda yapılan çalışmalar zekânın tek başına başarıyı belirleyen bir faktör olmadığını gösteriyor. Pratiğin, öğrenmenin temel değişken olduğu giderek daha net bir şekilde açığa çıkıyor. Her ne kadar popüler başarı hikâyeleri başarıyı tesadüflere ya da doğuştan gelen faktörlere bağlasa da gerçekler hiç de öyle değil.
Bill Gates bu anlamda çok iyi bir örnek. Herkes onun üniversiteyi bırakıp birden zengin olduğunu düşünse de o başarısını gittiği lisedeki o dönemin en gelişmiş bilgisayar laboratuvarlarından birine borçlu. Tabii başarı için çevresel koşulların uygun olması da yetmiyor. Bill Gates, lise hayatını bu laboratuvarda daha pratik bilgisayar çözümleri hayal ederek geçiriyor.
Peki bu hikâye bize ne anlatıyor? Yani başarılı olmak ve alanımızda fark yaratmak için ne yapmalıyız?
K. Anders Ericssonbu soruya hayatını adamış bir psikolog. Yaptığı onlarca araştırma ile “zirve performans” konusunda uzman biri. Ericsson ve arkadaşlarının pek çok kültürde ve farklı sahada zirve performansı yapanlar üzerinde yaptıkları çalışmaların sonucunda vardıkları bir formül var. Herhangi bir alanda zirveye çıkmak için şu 4 koşulu yerine getirmek gerekiyor: Tahayyül, durum tespiti, sürekli geri besleme (geri dönüt) ve pratik!
ÖNCE TAHAYYÜL!Herhangi bir alanda zirveye çıkmak için önce başarı motivasyonunuzun olması gerekiyor. Hayali olmayan kişinin başarması mümkün değil. Ancak büyük hayalleri olanlar, bu hayallere sıkı sıkıya bağlı olanlar zirveye çıkabiliyor.
REALİST DURUM TESPİTİ ŞART!Bir alanda zirveye çıkmanın ikinci koşulu gerçekçi bir durum tespiti yapmak. Yani uzmanlaşmak istediğiniz sahadaki becerilerinizin bir bilançosunu çıkarmak. Zayıf noktalarım neler? Nerelerde daha çok çalışmam gerek? Bu sorulara gerçekçi bir yanıt vermeden hedefe yaklaşmak imkânsız.
SÜREKLİ GERİ BESLEME (GERİ DÖNÜT)
Ancak bu etkiyi anlamak için önce seçmenlerin neye göre ve nasıl karar verdiğine bakmamız gerekiyor.
3 GRUP SEÇMEN VAR!
Bu bağlamda seçmenleri oy verme biçimlerine göre kabaca üç gruba ayırabiliyoruz: İdeolojik seçmenler, lider seçmenleri ve ekonomik gidişat seçmenleri. Türkiye’de yapılan pek çok araştırmada seçmenlerin ezici bir çoğunluğunun ya ideolojik ya da lider seçmeni olduğunu biliyoruz. Bu oran kimi araştırmalarda yüzde 80’leri buluyor. Geriye kalan yüzde 15-20’lik seçmen kitlesi ise benim ‘gidişat seçmeni’ dediğim kesimi oluşturuyor.
İDEOLOJİK SEÇMENLERSiyasal seçimlerde, insanların ideolojik bir tercih yapması eşyanın tabiatına uygun olan bir durum. Öyle olduğu için de seçmenlerin önemli bir kısmı sağcıysa sağ bir partiye, milliyetçiyse milliyetçi bir partiye, solcuysa sol bir partiye oy veriyor. Seçim dönemindeki kampanyalar ya da vaatler bu seçmenler için çok bir anlam ifade etmiyor. Aynı şekilde ekonomik gidişat da bu seçmenlerin oyunu değiştirmiyor. İdeolojik seçmenler oylarını kimliklerine bakarak kullanıyor. Seçim dönemi başlamadan oylarını belirlemiş seçmenlerden söz ediyoruz. Türkiye’de CHP, MHP ve HDP kendi içinde en çok ideolojik seçmene sahip partiler ancak AK Parti içinde de belli oranda ideolojik seçmen var.
LİDER SEÇMENLERİİkinci grup ise lider seçmenleri. Bu seçmenler oylarını ideolojik saiklerin ötesinde, gidişattan da biraz bağımsız olarak liderin kimliğine göre veriyor. Adayın hal ve hareketleri, lider karizması, hikâyesi, estirdiği rüzgâr seçmenlerin oy verme tercihini belirliyor. Dünyada son dönemde yapılan, başta Trump olmak üzere pek çok lideri iktidara bu lider seçmenleri taşıdı. Aynı şekilde Türkiye’de de AK Parti zaferlerini bu seçmen grubuna borçlu.
GİDİŞAT SEÇMENLERİÜçüncü grup seçmenler ise oylarını ideolojiye ya da lidere göre değil gidişata göre belirliyor. Bu seçmen grubu için seçimler daha ziyade rasyonel bir tercih. Kim benim için daha iyi bir gelecek sunuyor? Kim başta ekonomik ve güvenlik olmak üzere temel ihtiyaçlarıma daha iyi çözüm sunuyor? Bu sorulara verilen yanıtlar seçmenin oyunu bir partiden alıp başka bir partiye taşıyabiliyor. Zaten yüzergezer oy ifadesi de buradan geliyor. Öyle olduğu için de seçim kampanyaları, vaatler bu grup için tasarlanıyor. Bu seçmen grubunun boyutu da adı üstünde gidişata göre belirleniyor. Kriz olmayan dönemlerde bu grubun oranı tek haneli rakamlara gerilerken kriz anlarında 15-20 puanı buluyor.
HANGİ GRUP BELİRLER?
Önce bir tarif yapalım. Tatilde öğrenme kaybı öğrencilerin özellikle uzun yaz tatillerinde bildiklerini unutmaları, öğrendikleri bilgileri tatil sürecinde kullanmadıkları için kaybetmeleri demek. Ancak bu öğrenme kaybı her öğrenci için eşit seviyede olmuyor. Bazı öğrenciler yaz aylarını iyi değerlendirerek bir sonraki sınıfa bir adım önde başlıyor. Öte yandan, bir diğer grup var ki bu çocuklar sene içinde okulda öğrendiklerinin önemli bir kısmını yaz tatilinde kaybederek bir sonraki sınıfa geçiyor. Öyle ki birinci sınıfta okumayı söküp, yaz tatilinde hiç pratik yapmadığı için okumayı unutarak ikinci sınıfa başlayan çocuklar var.
LİSE SONDA ARADAKİ MAKAS BİR YILA ÇIKIYOR!
Yapılan uzun soluklu araştırmalar gösteriyor ki öğrenciler “ortalama olarak” matematik ve okuma yazma gibi temel derslerde öğrendiklerinin neredeyse 10’da birini yani ortalama 1 aylık müfredata denk gelen bilgi ve beceriyi her yaz tatilinde kaybediyor. Bu kayıp en fazla ilkokul çağında ve ilk 4 yılda gözlemleniyor ama bu sonraki yıllarda kayıp olmadığı anlamına gelmiyor. Öyle olduğu için de öğrenci, üniversite sınavına geldiğinde tatilde öğrenme kaybı yaşayan çocukla tatilde öğrenme kaybı yaşamayan çocuk arasındaki makas iyice açılıyor.
ASIL KAYBEDEN YOKSUL ÇOCUKLAR!
Maalesef yoksul ailelerden gelen çocuklarla varlıklı ailelerden gelen çocuklar arasında okulda başarı bakımından büyük bir fark var. Bu fark, daha çocuklar okula adım attığında başlıyor. Ancak okullar bu farkı bir noktaya kadar azaltıyor ki bu da okulun sosyal mobilite aracı olması işlevine denk düşüyor. Zira ideal olan, okulun, kapısını açan her çocuğa eşit öğrenme fırsatı sunmasıdır. Bu bağlamda okullar işlevini bir noktaya kadar gerçekleştiriyor. Aşağıdaki grafikte de özetlediğim gibi her senenin başında var olan fark okulun açık olduğu dönem boyunca azalıyor. Yani yoksul ve varlıklı ailelerden gelen çocuklar arasındaki makas eylül ayından haziran ayına kadar geçen dönemde bir nebze kapanıyor. Ancak bu makas okulun tatile girdiği yaz aylarında yeniden açılıyor. Bir başka ifadeyle tatilde öğrenme kaybı devreye giriyor. Çünkü varlıklı aileler çocuklarına yaz ayları boyunca yeni öğrenme fırsatları sunarken yoksul aileler bu fırsatı sunmakta güçlük çekiyor.
TATİLDE ÖĞRENME KAYBINI ORTADAN KALDIRMAK MÜMKÜN!
Bir kere genç nüfusumuzu bu yüzyılda rekabet edebilecek seviyede eğitmemiz gerekiyor. Eğitim sorunuyla ekonomi sorunu bu anlamda aynı sorun. Biri olmadan öbürü olmuyor, özellikle bu çağda. Bakın Kore’den söz ettim. Onlar çocuklarına fen ve matematik gibi becerileri kazandırma bakımından dünyada zirvede, biz ise ilk 50 arasında bile yokuz! Bunun nedeni kaynak sıkıntısı değil zira Kore ve Türkiye milli gelirden benzer oranlarda kaynağı eğitime ayırıyor. Ama onlar öyle bir eğitim sistemi kurmuş ki aldıkları sonuç bizi fersah fersah geride bırakıyor. Eğitimimizi çağın gerektirdiği beceri setine odaklamamız gerekiyor. Birinci sınıf fen ve teknoloji liselerini her ile, her ilçeye açmayı ertelediğimiz her gün, hamallık yapmayı kabul ettiğimiz gündür.
EĞİTİM YETMEZ!Eğitim sisteminde reform yapmak yetmez. Tıpkı İsrail’in, tıpkı Finlandiya’nın, tıpkı Estonya’nın yaptığı gibi eğitimin yanına girişimciliği de koymak zorundayız. Gençlerimizi ‘atanamayan’ olmak için değil, girişimci olmak için yetiştirmeliyiz. Bunun için de gençlerimizi özgür bırakmaya cesaret etmemiz ve onlara adil bir rekabet ortamı sunmayı başarmamız lazım. Girişimcilik ancak bu ikisinin bir arada olduğu iklimde gelişiyor. İnsanlar fikirlerini özgürce tartışabildiği, bu fikirleriyle adil bir rekabet ortamında yarışabildiği oranda girişimci olabiliyor. Kalkınma zihniyetini öyle bir değiştirmeliyiz ki, hesabı montaj sanayi ya da inşaat üzerinden değil, eğitim ve girişimcilik üzerinden yapmalıyız. Yani diyeceğim şu: Eğer bu seçimlerde 80 milyonluk ülkede neden bu kadar az girişim çıkıyor sorusuna yanıt bulamazsak korkarım ki bir sonraki mucize için daha çok bekleyeceğiz.
5 YILDA 1 MİLYAR KAZANDIRAN HAYALÜÇ arkadaşın Bostancı’da bir apartmanın zemin katında kurduğu oyun şirketi bu hafta 1 milyarı aşkın bir fiyata (250 milyon dolar) satıldı. Gram Games’in bu muazzam başarı hikâyesini anlatacağım ama önce bu haberin neden bu günlerde tartışılması gerektiğinden bahsedeyim.
Biliyorsunuz kişi başına düşen milli gelirimizi 3 bin dolardan 10 bin dolara çıkarmayı başardık ama 10 yıldır da o bantta sıkışıp kaldık. Ekonomistler bu duruma orta gelir tuzağı diyor. Çünkü bizim gibi pek çok ülke 3 bin dolardan 10 bin dolara eski usul üretimle, doğal kaynaklarla, inşaatla çıkıyor ama 10 bin dolardan 20 bin dolara bu yoldan gitmek mümkün değil. Peki dünyada orta gelir tuzağını aşan ülke yok mu? Elbette var. Mesela Güney Kore. Mesela Finlandiya. Mesela İsrail. Son yıllarda Doğu Bloku ülkeleri de katılıyor bu kervana... Peki nedir bu ülkelerin yapıp da bizim yapamadığımız? Zihniyet devrimi. Bu ülkeler eski usul üretimi terk edip katma değeri yüksek üretime geçti. Ya biz?
MONTAJI BİZİM AMA MARKASI DEĞİL!Türkiye’de insanlar çok çalışıyor. Hatta bizim çalışanlarımız OECD içindeki en uzun çalışma saatlerine sahip. Ama maalesef çok çalışmak demek çok değer üretmek demek değil. Geri getirisi yüksek işler, yani yüksek teknoloji ürünleri bakımından üretimimiz içler acısı. Bildiğiniz bir hesap: Güney Kore’de üretilen bir akıllı telefon iki ton çay ediyor! İhracatımız içinde bu tarz yüksek teknoloji ürünlerinin oranı yüzde 3 bile değil. Daha evvel yazmıştım. Biz senede 3 milyar dolarlık fındık satıyoruz, İtalyanlar bizden aldığı fındığa marka ekleyip onlarca kat fazla kazanıyor. Sanayimiz de aynı durumda. Binlerce işçiyle ürettiğimiz arabaları ihraç ediyoruz ama bir hesaba göre 100 Euro bile zor kazanıyoruz. Kaymağı patenti olan yiyor. Parayı markası olan kazanıyor. Bizim de artık bu üst lige çıkıp katma değeri yüksek ekonomik düzene ayak uydurmamız şart.
İŞE AKIL VE TASARIM KATMAK ZORUNDAYIZ!Katma değeri yüksek üretimi ben kısaca böyle tanımlıyorum: Ne üretiyorsanız o üretime daha çok akıl, daha çok tasarım katacaksınız. Domates üretirken daha uzun raf ömrüne sahip olan ürünü üreteceksiniz. Fındık değil fındık markası ihraç edeceksiniz. Zeytin değil, zeytinin markalaşmış yağını satacaksınız. Tekstil için de aynı formül geçerli. Sanayiye gelince, montaj sanayisine talip olmak yerine yeni, daha adı sanı konulmamış alanlara yöneleceksiniz. Daha evvel bu köşede yazdığım gibi 100 yıl evvel başlayan otomobil yarışına girmekten değil, önümüzdeki yüzyılın insansız otomobiline talip olmaktan söz ediyorum. Kısaca, montaja değil patente, hammaddeye değil markaya yatırım yapan bir ekonomik çark oluşturacaksınız. İşte tüm bunların olması için bizim her alanda yeni girişimlere ihtiyacımız var. Eski işlere değil, yeni hayallere ihtiyacımız var. Gram Games de işte bunlardan biri.
MUCİZELERLE BU İŞ OLMAZ!
Bu iki testi geçen adayların önümüzdeki seçimlerden galip ayrılacağını düşünüyorum. Anlatayım.
1- HANGİ ADAYLA ÇAY İÇMEK İSTERDİNİZ?Aday odaklı seçimlerde sonucu en iyi tahmin eden sorulardan biri şudur: Kiminle oturup bir şeyler içmek istersiniz? Amerika’da buna ‘bira testi’ diyorlar. Seçmenlere ‘Hangi adayla bira içmeyi tercih edersiniz?’ diye soruluyor. Ve bu basit soruya verilen yanıt seçim sonucunu pek çok başka göstergeden daha doğru tahmin ediyor. Hatta öyle ki 2004 başkanlık seçimlerinde eski bir alkolik olduğu için içki içmediği bilinen George W. Bush buna rağmen bira testini kazanmıştı. Aynı şekilde seçmenler Romney yerine Obama ile Clinton yerine Trump ile bira içeceklerini söylemişti. Tüm seçimlerde de sonuç bira testini geçen adayın lehine sonuçlandı. Peki neden? Çünkü bu test seçmenin hangi adayı daha karizmatik bulduğunu, hangi adayı daha çok sevdiğini gösteriyor. O nedenle önümüzdeki seçimlerde Türkiye seçmeninin en çok hangi adayla çay içmek istediğini ben çok merak ediyorum... İdeolojik bariyerleri aşıp bu çay testini geçen adayın bu seçimde başarı şansı yüksek olacak.
2- HANGİSİNİN ŞOFÖRLÜĞÜNE AİLENİZİ TESLİM EDERSİNİZ? Sadece sevmek yetmiyor elbette. Sonuçta ülkeyi yönetecek bir aday seçiyorsunuz. Öyle olduğu için de çay testini geçen adayda ehliyet aranıyor. Siyasal tercihte karizma kadar önemli bir diğer kriter de ehliyet. Yani hangi adayı seçilecek mevki için daha yetkin, donanımlı görüyorsunuz. Özellikle kriz zamanlarında bu kriterin ehemmiyeti artıyor. Eskiler ‘çobanlık testi’ derdi: Hangi aday üç danayı güdebilir? Şimdi de ‘Arabayı kime teslim edersiniz?’ deniyor. Özetle, seçmen canını ve malını güvenle teslim edebileceği bir aday arıyor. O nedenle önümüzdeki seçimlerde Türkiye seçmeninin şoför koltuğunda hangi adayı görmek istediğini çok merak ediyorum. Ehliyet sınavını geçen adayın bu seçimde başarı şansı yüksek olacak.
SEVMEDİĞİNE GÜVENMEK ZOR!Karizma ve ehliyetten hangisinin daha önemli olacağını ise koşullar belirliyor. Normal koşullarda seçmen sevmediği bir aday sırf ehliyet sahibi diye gidip ona oy vermiyor. Al Gore ya da Hillary Clinton’ı hatırlayın! Her ikisi de rakiplerinden çok daha yetkindi ama daha sevimli adaylar gelip seçimi onların elinden aldı. Ama bu dediğim denklem kriz zamanlarında tersine dönüyor. Seçmen, eğer kriz var ise arabanın anahtarını ehliyetsiz birine vermiyor. Yani sevmek tek başına yetmiyor. Bakalım bu seçimde hangi kriter önemli olacak ve hangi aday bu iki kriterin ikisini de geçecek.
ÇİN’DE TÜRKİYE’Yİ ARDAHAN TEMSİL EDECEKDEMEK oluyormuş. Ardahan’dan Türkiye şampiyonu yazılımcılar çıkıyormuş. Haberi duyunca merak edip araştırdım. Nasıl oldu da Ardahanlı çocuklar ülkenin çok daha gelişmiş coğrafyalarından gelen akranlarını geride bırakarak Türkiye’yi Çin’de temsil etme fırsatını elde etti? Buyurun, haftanın hayalini birlikte anlayalım.
Ardahan Eğitim Vakfı Başkanı
Nüfus gençken çözemediğimiz sorunların her biri nüfus yaşlıyken katmerlenerek karşımıza çıkacak. Bugünün işsiz, eğitimsiz gençleri yarının güvencesiz yaşlıları olacak. Verilere bakalım.
Türkiye’nin en büyük avantajlarından biri genç nüfusu. Dinamik bir ülke olmamızın altında yatan sebeplerden biri bu. Gençlerimizi iyi eğitip, onları geleceğe iyi hazırlarsak ülke olarak hak ettiğimiz yere gelebiliriz. Buraya kadar sorun yok... Ama gelin görün ki önümüzdeki yıllarda bu demografik avantajı yitiriyor olacağız. Yani artık ‘Türkiye genç nüfusa sahip bir ülke’ cümlesi geçerliliğini yitiriyor. Çünkü ülke nüfusu tahmin ettiğinizden çok daha hızlı bir şekilde yaşlanıyor. Bu yüzyıldaki en genç kuşağımız şu an karşımızda olan gençler. Peki bu gençler ne durumda? Onları geleceğe hazırlayabiliyor muyuz?
GENÇLİĞİ GELECEĞE HAZIRLIYOR MUYUZ? Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülen PISA testlerine göre 15 yaşındaki gençlerimiz fen, matematik ve okuduğunu anlama gibi üç temel beceri bazında, dünyadaki akranları arasında ilk 50 arasında yok. 15-29 yaş aralığındaki gençlere baktığımızda durum daha da vahim, zira o yaş grubundaki her 3 gençten 1’i şu an ne okulda ne işte ne de herhangi bir kursta. Peki bu gençler nerede? Ekonomistlere göre ‘atıl’ durumda. Öyle az buz bir sayı değil, 6-7 milyonluk ‘atıl genç’ nüfustan söz ediyoruz.
ORTANCA YAŞ YÜKSELİYOR!Bir ülkenin nüfusunun ne kadar genç olduğunu anlamak için elimizdeki en önemli göstergelerden biri ‘ortanca yaş’ istatistiği. Yani nüfusun yarısına tekabül eden yaş. Türkiye nüfusunun ortanca yaşı 1980’de 19.9 yaş, yani nüfusun yarısı 20 yaşın altında. Nüfus genç gerçekten de. Ama bu ortanca yaş 2012’de 30’u aştı. Önümüzdeki 20 yılda ülkemizin ortanca yaşı 40’ı aşacak. Yani yaklaşık yarım asırlık bir dönemde ortanca yaş 20’den 40’a çıkmış olacak.
20 YIL İÇİNDE GEÇECEKTÜİK verilerine göre halihazırda ülke nüfusunun yüzde 16.1’i genç, yani 15-24 yaş grubunda. Nüfus projeksiyonlarına göre bu oran 2040 yılında yüzde 13.4’ü, 2060 yılında yüzde 11.8’i ve 2080 yılında yüzde 11.1’i bulacak. Aynı süreçte yaşlı nüfus ise hızla yükselecek. Zaten yaşlı nüfus (65 ve daha üstü yaş) son beş yılda yüzde 17 artarak 6 milyon 895 bin 385 kişi oldu, ki bu sayı toplam nüfusun yüzde 8.5’ine denk geliyor. Bugün itibariyle yaşlı nüfus, genç nüfusun yarısı dolayında. Ama bu denklem önümüzdeki yıllarda bozulacak. Projeksiyonlara göre yaşlı nüfus 2040 yılında yüzde 16.3, 2060 yılında yüzde 22.6 ve 2080 yılında yüzde 25.6 olacak. Yani? Yani çok değil, 20 yıl sonra yaşlı nüfus, genç nüfusu aşacak.
Özetle, Türkiye bu yüzyılda bir iddia sahibi olacaksa bunun yolu şu an karşımızda olan gençleri geleceğe iyi bir şekilde hazırlamaktan geçiyor. Bu demografik fırsatı kaçırırsak, yani bu yüzyılda göreceğimiz en büyük gençlik kuşağını layıkıyla geleceğe hazırlayamazsak, bu gençler yaşlandığında karşımıza çıkacak sorunların üstesinden gelmemiz neredeyse imkânsız olacak. Seçimlerin yapıldığı şu günlerde gençleri ve sorunlarını gündeme getirmek işte bu nedenle sadece bugünün değil, bu yüzyılın kurtarılması için elzemdir.
YİNE AYNI FOTOĞRAF!ÇOK değil birkaç ay evvel bu köşede iş dünyasından bir kutlama fotoğrafı paylaşmıştım. Sahnede onlarca erkek ve arkasında yalnızca kafasının bir kenarı görünen bir kadın fotoğrafı. O sıra çok tartışılmış ve öyle olduğu için de o fotoğrafı verenler birkaç gün sonra başka bir fotoğrafla daha cinsiyet dengeli bir poz vermişti. Gerekli ders alınmış ve konu kapanmıştı. Ama gelin görün ki bu hafta aynı olay iki farklı kareyle tekerrür etti. İş dünyasının iki önemli örgütü üstelik kendi resmi kanallarından verdiği fotoğraflarda yine kadını unuttu. Twitter hesabımda paylaştığım fotoğraflar için ‘Tek bir kadın yok’ diyerek duruma dikkat çektim. Sağ olsun takipçilerim uyardı: Onlarca erkek arasında arkada yarı gizli bir kadın varmış! Ne oluyor? Kadınlar niçin yönetim fotoğraflarından topyekûn çıkarılıyor?
KADINLAR VARDIR!