Selçuk Şirin

Şimdi yerelde seneye ülkede

2 Eylül 2018
GEÇTİĞİMİZ hafta bu köşeden bir çağrı yaptım: Gelin Türkiye’yi 1 günde temizleyelim!

Twitter ve Facebook sayfamdan da paylaştığım bu kampanya çağrısı milyonlarca kişiye ulaştı. Binlerce destek mesajı geldi. Sivil toplum kuruluşları, taraftar grupları, öğrenci kulüpleri ‘Biz de varız!’ dedi. Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcısı Mehmet Emin Birpınar Hoca, Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu, TEMA Vakfı Başkanı Deniz Ataç bunlardan sadece birkaçı. Benim temiz bir Türkiye geleceğine olan inancım bir kat daha arttı.

BİZDEN ÇOK ÇÖPÜ OLANLAR NASIL ÇÖZDÜ
Evet, çöp modern yaşamın kaçınılmaz bir parçası. Tükettiğimiz her ürünle sonuçta ‘çöp’ diyeceğimiz bir çıktı da üretiyoruz. Türkiye’de de son dönemde bu kadar çöp olmasının nedeni işte bu tüketim alışkanlıklarındaki değişim. Eskiden suyu çeşmeden içiyorduk, şimdi pet şişeden içiyoruz. Eskiden elimizi yıkıyorduk, şimdi ıslak mendil kullanıyoruz. Eskiden bisküviyi kilo ile alıyorduk şimdi minicik ambalajlarda alıyoruz... Listeyi uzatmaya gerek yok. Sorun bu ürünlerin tüketilmesi değil elbette. Öyle olsa tüm modern ülkeler çöpten geçilmezdi. Bizdeki sorun modern yaşamın tüketim kalıplarına uygun çevre bilincinin oluşmamış olması. Geri dönüşümden söz ediyorum.

Pek çok ülke, bir taraftan tüketim artarken çöpü azaltmanın yolunu arıyor. Ücretli poşet uygulaması bunun bir örneği. Ama bu yetmez. Asıl yapılması gereken çöpü kutuya atıp oradan ekonomiye geri kazandırmak. Bakın yukarıda saydığım ürünlerin hepsini geri dönüşüm ile ekonomiye geri kazandırılabilecek ürünler.

Yazının Devamını Oku

Gelin Türkiye'yi bir günde temizleyelim

26 Ağustos 2018
BU yaz görüp dolaştığınız yerler temiz miydi?

Dağlar, plajlar, yol kenarları, parklar, tarihi ören yerleri... Kısacası bu memleketin dört bir yanında gördüğünüz çöpler sizi de rahatsız etti mi? Peki bu her sene giderek büyüyen milli çöp sorununa çare olmak geçti mi aklınızdan? Bir şeyler yapmak, çözüm bulmak istediniz mi? Yanıtlarınız ‘Evet’ ise okumaya devam edin. Bu bir sorun yazısı değil, çare çağrısı. Milli çöp meselesine akılcı, uygulanabilir bir çözüm önermek istiyorum.

Bayram tatilinde bir kere daha fark ettim. Evlerin için pırıl pırıl ama dışarısı pislikten geçilmiyor. İster bir dağ doruğunu seçin ister bir plaja gidin, çöp her yeri istila etmiş durumda. Ne yazık ki değişen tüketim kalıpları artık çevreyi tehdit eder boyuta ulaştı. Artık herkes ambalajlı ürün tüketiyor, herkes bu ürünlere ulaşabiliyor. En basiti pet şişeler ve ıslak mendil.

KÜLTÜR YA DA EĞİTİM SORUNU YOK!
Daha evvel de yazmıştım. Sorun eğitim ya da kültür sorunu değil. Biz temizliği bilen, hijyene önem veren bir kültüre sahibiz. ‘Temizlik imandan gelir’ düsturunu çok benimseriz. Mundar kavramı bile tek başına pek çok şeyi açıklamaya yeter. Dünyanın pek çok bölgesinde sağlık hizmeti sunmuş çocuk doktoru bir arkadaşım söylemişti. Türkiye evini barkını en temiz tutan ülkelerden biri. Öyle olduğu için mikrobik hastalıklar bizde kendi gelir grubumuzdaki ülkelere göre çok düşük. Onlarca ülkeyi gezmiş biri olarak ben de şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Türkiye’deki kadar temiz ev ortamı olan çok az ülke gördüm. O halde sorun kültür ya da bilgi sorunu değil. İstesek, ülkemizin her karış toprağını evimizin içi gibi tertemiz yapabiliriz.


Yazının Devamını Oku

Bacasız sanayide katma değer dönemi

19 Ağustos 2018
BU sene bir turist olarak başta İstanbul olmak üzere Şanlıurfa, Ankara, Alaçatı, Kuşadası, Bodrum ve Gökova koylarını gezdim.

Tatil hâlâ devam ediyor. Ama herkes gibi benim de aklımın bir köşesinde hep döviz krizi var. Ne yapmalı? Ülke olarak en çok döviz kazandığımız sektör turizm! O halde ülkeye gelen turist sayısını arttırmak sorunu çözer mi? Maalesef hayır!

SAYIYA DEĞİL GELİRE BAKIN!

Aşağıda yıllara göre yabancı ziyaretçi sayısı, turizm geliri ve yapılan ortalama harcama istatistikleri var (Kaynak: dogrulukpayi.com). Rakamların da gösterdiği gibi Türkiye’ye hatırı sayılır bir turist girişi var. 2015’te 42 milyonla tavan yapan sektör, o yılın kasım ayında Rus uçağının düşmesi ve çeşitli AB ülkeleriyle yaşanan eşzamanlı diplomatik krizlerden dolayı 2016’da 10 milyonluk kayıp yaşadı. Rusya ile ilişkilerin düzelmesiyle ülkeye gelen turist sayısı yeniden yükselişe geçti. 2017’de 39 milyona yaklaştı. Bu sene turizm sektöründe yine rekor bekleniyor.

ÖNEMLİ OLAN TURİSTİN YAPTIĞI HARCAMA

Ancak bu rakamlar turizmi anlamak için tek başına anlamlı değil zira önemli olan gelen turist sayısı değil, gelen turistin bırakacağı para. Tablodan da göreceğiniz gibi turizm geliri neredeyse rakamlardan bağımsız bir çizgi izliyor. 2013’te 39 milyonu ağırlayıp 32 milyar dolar kazanırken, 2017’de benzer sayıda turisti ağırlayıp 6 milyar dolar daha az kazanç elde etmişiz.

Yukarıdaki tabloda turist sayısı kadar önemli olan bir diğer veri turist başı harcama ortalaması. Bu anlamda 2017 endişe verici bir yıl zira son yıllarda turist başı harcamanın en düşük olduğu yıl geçen seneydi. Bunun da temel nedeni TL’deki değer kaybı. O nedenle bu sene turist sayısının rekor kırması sektörde gelirlerin de artacağı anlamına gelmiyor. TL’deki değer kaybı bu sene geçen senenin çok üstünde seyrediyor. Doların 6 lirayı bulduğu bir ortamda turist başı gelirin trendini tahmin etmek zor değil. Yani turist geliyor ama az harcıyor. Peki Neden?

İSTANBUL ÖRNEĞİ

Yazının Devamını Oku

Tarladaki taşların dolar kriziyle ne alakası var?

12 Ağustos 2018
HOCAM memlekete dolar krizi varken oturup iki tarlanın hikâyesi mi yazılır demeyin. Konunun dolarla alakası var...

Bu yaz uzun yıllardır hayalini kurduğum bir şey yaptım. Geçtiğimiz 10 gün içinde biri İngiltere’nin Wiltshire şehrinde, diğeri ise Urfa’nın 21 km dışında bulunan iki tarlayı ziyaret ettim. Bir köy çocuğu olarak tarlaları gezmeyi severim ama bu sefer derdim bu iki tarlanın nasıl markalaştığını anlamak, zira uzaktan bakınca ikisi de dediğim gibi tarla. Etraflarında yerleşim yeri yok. Pek öyle ağaç falan da yok. Zaten her ikisinde de bin yıllardır köylüler ekin ekmiş, hayvan gütmüş... İşte tam da bu yüzden her iki tarlada da binlerce yıllık kalıntılar var. Birinin adı Stonehenge, diğerinin adı Göbeklitepe. Biri dünyaca ünlü bir marka, diğeri ise hikâyesini arıyor. Ümidim Göbeklitepe’nin de hak ettiği marka değerine ulaşması. Tabii bu ancak işin içine bilim ve sanat katarsak, dünyada hatırı sayılan sanatçılarımızı, bilim insanlarımızı dahil edersek olabilir. Anlatayım...

STONEHENGE

Çok değil bundan 100 yıl evvel devasa taşların bulunduğu tarla, sahibi 1. Dünya Savaşı’nda öldüğü için satışa çıkar. Sir Cecil Chubb başka köye geçmesin diye tarlayı 6 bin 600 pound’a satın alır ve birkaç yıl sonra da millet gelip bu taşları görsün diye tarlayı halka bağışlar. Bir yuvarlak çemberin etrafında dikilmiş devasa taşlardan oluşan bu tarlaya ilk ayak bastığımda aklıma gelen sorular her insanın merak edeceği türden: Kimler yaptı? Ne zaman yaptılar? Niçin yaptılar? Nasıl yaptılar? İşte bu sorulara verilen yanıtlar Londra’nın 140 km uzağındaki bir ovada öylece duran bu ‘taş yığınını’ bugün dünyanın en önemli kalıntılarından biri yapan gizli sos. Bir tarla nasıl oldu da her yıl neredeyse 2 milyon turistin akın ettiği, giriş biletinin 160 TL olduğu bir ‘marka’ oldu?

GÖBEKLİTEPE

Göbeklitepe’ye defalarca geldim. Her geldiğimde aynı duygularla ayrıldım. Burası bir hazine. Burada da bir çember etrafına dikili 12 taş var. Burada da T şeklindeki taşların üstüne aynı Stonehenge’de olduğu gibi bir sal taşı konmuş. Ama Stonehenge’den ve dünyadaki benzer kalıntılardan ayrılan çok ciddi bir farkı var Göbeklitepe’nin. Burası yapılan karbon testi analizinde 12 bin yıllık olduğu tarihlenen bir kalıntı. Yani Stonehenge’den 7 bin yıl evvel yapılmış bir yapı var karşımızda. Dünyanın ilk ibadet merkezi olması ve tüm semavi dinlerden binlerce yıl evvel yapılmış olması söz konusu...

URFALI BİR KÖYLÜ...

Yazının Devamını Oku

Beyin kaçağı...

5 Ağustos 2018
BİR hayalin peşinde Türkiye’yi bir uçtan diğerine arşınlıyorum bu yaz. Adına şimdilik ‘Hayaliks’ dediğim bir yolculuk bu... ‘İks’ malum matematikteki bilinmeyen X’in Türkçe okunuşu. Hayaliks de bilinmeyeni hayal etmek...

Projenin odağında kodlama ve dijital oyunlar gibi benim hiç bilmediğim bir alan var. Öyle olduğu için de bu işten anlayan dostların ayağına gidip bir şeyler kapmaya çalışıyorum. Ankara, İstanbul, İzmir’de görüşmeler yaptım. Hindistan’dan Silicon Vadisi’ne online görüşmeler gerçekleştirdim. İki ay sürecek bu arama turunun tam ortasındayken sizinle iki gözlemimi paylaşmak istiyorum. İlki bana ne kadar umut veriyorsa ikincisi de beni o kadar kaygılandırıyor. Önce güzel haber.

GLOBAL MARKALARIMIZ VAR!

Kaç sektörde global markamız var diyebiliriz bilmiyorum ancak dijital oyun sektörü bunlardan biri. Türkiye’de yazılım ve özellikle dijital oyun sektöründe oldukça donanımlı bir insan sermayesi var ve öyle olduğu için de bu alanda pek çok başarı hikâyemiz mevcut. Bu köşede hikâyesini yazdığım Gramgames, Peakgames yüzlerce milyon dolar değere ulaşmış markalar. Almanya’daki üçüncü kuşak Türklerin kurduğu Crytek’i de bu listeye koyabiliriz zira onlar da Türkiye’de faaliyetlerini arttırıyor. Biraz da bu başarı hikâyelerinin etkisiyle sadece büyük kentlerde değil, Kayseri’de, Trabzon’da, Mersin’de oyun geliştiren, Hindistan’da yazılımcı istihdam eden şirketlerimiz var. Geleceği parlak bir sektörde böylesine bir hareketlilik bana ülkem adına umut veriyor.

YAZILIMCILARI KAPTIRIYORUZ!

İkinci gözlemim ise o kadar pozitif değil. Evet oyun ve yazılım sektöründe çok iyiyiz ama bu henüz istediğimiz yerde olduğumuz anlamına gelmiyor. Türkiye dünyanın en büyük 18. oyun marketine sahip. Her sene 30 milyonu aşkın tüketici bilgisayar oyunları için neredeyse 1 milyar dolarlık harcama yapıyor. Bu paranın çok önemli bir kısmı yurtdışına gidiyor. İşin tüketim tarafı bu boyutta olunca üretim tarafında da geleceğe yönelik bir planlama yapmamız gerekiyor zira bu sektör hızla büyüyecek. İşte bu noktada benim kaygılarım artıyor çünkü günlerdir yaptığım görüşmelerde hemen herkesin ortak fikri şu: Elimizdeki yetişmiş yazılımcıları Türkiye’de tutamıyoruz!

GİDENLERİN 3’TE 1’İ

Sonuçta sadece bir gözlem olduğu için biraz araştırdım. Benzer gözlemler yazılım sektöründe oldukça yaygın. Hatta Ekşi Sözlük’te ‘Yazılımcıların Türkiye’yi terk etmesi’ başlığı altında son aylarda yazılan yüzlerce hikâye var. T24’te aynı başlıklı yazısında Barış Soydan’ın aktardığı şu rakamlar meselenin boyutlarını anlamamıza yardımcı olabilir. Yurtdışına giden beyaz yakalıların sektörel dağılımında yazılım ilk sırada. Hatta bir hesaba göre yurtdışına giden her üç beyaz yakalıdan biri yazılım sektöründe!

LOKOMOTİFSİZ VAGON

Yazının Devamını Oku

Hayatımın fırsatını nasıl kaçırdım?

29 Temmuz 2018
HOCAM çok şanslısın! Hayatının fırsatı çıkmış karşına...

Geçen hafta, 30 yıl evvel bana dünyanın kapılarını açan Anthony ve Philippa hikâyesini yazınca gelen tepkiler genelde böyleydi. Oysa o yazıda da dediğim gibi başarıda şansın rolüne inanmıyorum ben. Bir hikâye ile derdimi anlatayım.

25 yaşımdayım. Üniversiteyi bitirince maaşı iyi diye bankada işe girmişim ama ne işimi seviyorum ne de bankacılıkta kendime bir gelecek görüyorum. En büyük kâbusum masa başında bir bankacı olarak emekli olmak. Hayalim ise akademi... 1990’ların ortasında böyle bir hayali gerçekleştirmek için önünüzde birkaç devlet üniversitesinden başka bir seçenek yok. Köşeler tutulmuş... ODTÜ’de kadro yok dediler. Bir taşra üniversitesinde de İngilizce sınavında elediler... Tam umudumun tükendiği bir anda karşıma hayatımın fırsatı çıktı: Bankalar Birliği ve British Council İngiltere’ye yüksek lisans bursu veriyor!

LİSTENİN BAŞINDA Burs sınavının koşulları tam bana göre zira sınavı British Council yapıyor ve değerlendirme son derece objektif. Hemen başvurdum ve sınava hazırlanmaya başladım... İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden birinde tam burslu olarak yüksek lisans yapma hayalleri kuruyorum... Binlerce kişi arasından yalnızca birkaç kişiyi göndereceklerini duyunca bile keyfim kaçmadı; ne sınav ne de mülakat gözümü korkuttu. Yıllardır böyle bir fırsat kolluyorum... Nitekim yazılı sınav sonuçları açıklandığında mülakata çağrılanlar arasında adımı görünce hiç şaşırmadım. Hayallerim gerçek oluyordu...

DENİZİ GEÇİP DEREDE BOĞULMAK!Mülakat günü evden heyecanla çıkmıştım... Her şey tam istediğim gibi gidiyordu... Ama işte hayatta zorlukları aşmak, kolaylıklara takılmaya engel değil. Evet, tahmin ettiğiniz gibi o gün o mülakata giremedim. Her şeyi hesaba kattım ama Meclis’te çıkan bir krizin Ankara trafiğini altüst edebileceğini hesaba katamadım. Normalde yarım saatte varacağım Bankalar Birliği binasına o gün Meclis’te çıkan olaylar nedeniyle 3 saatte gidemedim... Dolmuştan inip kan ter içinde koşarak ulaştığım Bankalar Birliği binasında bir tek bekçi kalmıştı beni karşılayan.... Hayatımın fırsatını kaçırmıştım...

BİR KAPI KAPANIR BİR KAPI AÇILIR!İngiltere hayallerimi rafa kaldırıp bunalıma girdiğim günlerden birinde dediler ki, YÖK Başkanı geliyor, kapıda karşılayıp genel müdür katına kadar eşlik et! Asansörde çıkarken dedim ki ‘Hocam ODTÜ’de yüksek lisansım da bitiyor ama akademik kadro olmadığı için bankacı oldum!’ Hoca’nın bu sözlerime verdiği karşılık hayatımın yönünü değiştirdi: Yurtdışında master ve doktora için bir burs sınavı açtık ama başvuru için bugün son gün! İşte ‘hayatımın fırsatı’ yeniden karşıma çıkmıştı... Sonrasını biliyorsunuz!

ŞANS DEĞİL!Şimdi bu hikâyeyi geçen haftaki hikâyeyle bağlayınca aklınıza ne geliyor? Sizce ben çok şanslı olduğum için mi karşıma bu kadar çok fırsat çıkıyor? Bu soruya sizin vereceğiniz yanıtı bilmem ama Türkiye ortalamasını biliyorum. Pew Araştırma Merkezi tarafından tüm dünyada toplanan verilere göre ‘Başarı benim elimde olmayan sebeplere bağlıdır’ cümlesine katılanların oranı bizde yüzde 75. Tahmin ettiğiniz gibi başarıyı en çok şans ve tesadüfe bağlayan ülke Türkiye! Gelişmiş ülkelerde insanlar başarıyı çok çalışma ve eğitimle açıklarken bizim de aralarında olduğumuz gelişmekte olan ülkelerde başarı, şans ve kimi tanıdığınla açıklanıyor... Öyle olduğu için de benim anlattığım hikâyeden geriye ‘Hoca da çok şanslıymış!’ cümlesi kalıyor.

10 BİN SAAT KURALI!Daha evvel bu köşede detaylarıyla aktardığım gibi yüzlerce çalışma gösteriyor ki hiçbir başarı tesadüfle gelmiyor. Hiçbir başarılı insan da geldiği yere şansla gelmiyor. Tıpkı detayını anlattığım 10 bin saat kuralında olduğu gibi çalışmadan, çok çalışmadan hiçbir başarı ortaya çıkmıyor... Eğer ben bankada çalışmaya başladığım dönemde akşamları ve hafta sonları yüksek lisans derslerine girmeseydim, burs sınavlarını her taraftan takip etmeseydim, girdiğim sınavlara geceli gündüzlü çalışmasaydım elbette tüm bu tesadüflerin hiçbir kıymeti olmayacaktı...

 

Yazının Devamını Oku

30 yıl evvelki o borcu nasıl öderim!

22 Temmuz 2018
YURTDIŞINA çıkmalısın, dünyayı keşfetmelisin! Böyle demiş ve bir uçak bileti ile 300 pound’luk çek göndermişlerdi. Daha 18 yaşında, köyden yeni çıktığım yıllar... 30 yıl evvelki bir borcun hikâyesini anlatacağım size bu pazar...

Çaresizlik insana her şeyi daha çabuk öğretiyor...

Sene 1988.

İngilizceyi ODTÜ hazırlıkta daha yeni öğrenmişim. Dediler ki turizm patladı, dil bilene sahillerde iş çok... O yaz köye dönmek için ayırdığım, cebimdeki son kuruşu verip bir otobüse atladım. 5 yıl sürecek Didim’deki amelelik yıllarım işte böyle başladı... İlk gittiğimde ne bir tanıdık var, ne de geri dönüş parası... Sabahtan akşama kadar Altınkum Plajı’nın etrafını saran otel ve restoranların kapısını tek tek çaldım. İş arıyorum ama ne yapacağımı bilmiyorum... Çaresizlik insana her şeyi daha çabuk öğretiyor zira dedim ya cebimde geri dönüş param bile yok... Sonunda İngiltere’den gelen turistlere hizmet veren bir otelde garson oldum o günün akşamı. Anthony ve Philippa Rowlands ile işte orada bir mesainin sonunda tanıştım. Şansa inansam, hayatımın yönünü değiştiren an işte buydu derdim...

EDEBİYATIN GÜCÜ...

İçinde edebiyat ve sanat geçen muhabbetlerin insanlar arasındaki mesafeyi kısalttığına inanırım hep. O gün de öyle oldu. James Joyce romanları, Dylan Thomas şiirleri, Bruce Springsteen şarkıları üzerine konuştuğumuzu hatırlıyorum... Ardahan köylerinin hikâyesi, Galler’in köylerindeki masallara karıştı... Yazın tatillerde kışın mektuplarda ve üç kıtada 30 yıldır devam eden dostluğumuz işte böyle bir Ege akşamında başladı...

DÜNYAYI GÖRMELİSİN!

Anthony

Yazının Devamını Oku

İdam isteriz!

15 Temmuz 2018
KAYIP çocuk... Tecavüz... Cinayet... İdam isteriz! Her hafta bu korkunç döngüyü yeniden yaşıyoruz.

Anlamak mümkün değil. Ama derdimiz bu döngüyü kırmak ise anlamaktan başka da çaremiz yok. O halde başlayalım. Neredeyse her gün ayrı bir istismar haberiyle sarsılıyoruz. Adları değişiyor ama döngü ortak. Peki bu haberlerin artması gerçekte bu vakaların arttığına mı işaret ediyor? İstismar, özellikle çocuk ve kadınlara yönelik cinsel istismarla ilgili istatistikler çok tutarlı ve güvenilir değil. Bunun iki ana sebebi var:

İSTİSMARIN TARİFİ

Birincisi istismarın tarifi zamana ve topluma göre büyük değişiklikler gösteriyor. Bugün normal kabul edilen bir davranış, yarın istismar olarak raporlanabiliyor. Aynı şekilde bir toplumun olağan kabul ettiği bir davranış, başka bir toplumda istismar olarak kayıtlara geçebiliyor. İstismar istatistiklerine dair önümüzdeki bir diğer sıkıntı ise toplumların var olan vakaları kayıt altına almada gösterdiği farklılık. Bazı toplumlar mağdurların vakaları gün yüzüne çıkarması için kapıları sonuna kadar açarken, bazı toplumlar vakaların kayıt altına alınmasına engel olmak için pek çok engel koyuyor. Hal böyle olunca çocuk ve kadınlara yönelik cinsel istismar istatistiklerini gerek yıllar gerek de ülkeler arasında karşılaştırmak epey sorunlu oluyor. İşte bütün bu nedenlerle, bu konuyla ilgili ancak şunu söylemek mümkün olabiliyor: Şu sıralar medyada daha fazla istismar haberleri olması bu olayların artmasının değil, toplumun (ve medyanın) bu olaylara olan duyarlılığının artmasının bir sonucu olabilir.

ÖFKE PATLAMASI

Çocuk istismarı ve ensest gibi korkunç vakalar karşısında ilk tepkimiz doğal olarak büyük bir öfke patlaması oluyor. Bir insan başka bir insana bunu nasıl yapar? Bu sorunun bizi tatmin eden bir yanıtı olmadığı için öfkeleniyoruz ve bu istismarı yapan sapıkların her türlü cezayı almasını istiyoruz. ‘İdam isteriz!’ işte böyle bir tepkinin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Çocuğumun başına böyle bir şey gelse ne yapardım diye sorduğumuzda aklımıza idam olmasa da benzer bir intikam duygusunun gelmesi gayet insani bir durum. Fakat cezayı mağdurun duygusal tepkisi değil, devletin aklıselimi belirlediğine göre şu soruları sormamız gerekiyor: İdam cezası bu tür suçlarda ne derece caydırıcı? İdam cezası uygulanan ülkelerde bu tarz suçlar artıyor mu azalıyor mu? İdam başka mağduriyetler doğuruyor mu?

İDAM ÇARE Mİ?

İdamın etkilerini anlamak için ABD ideal bir örnek, zira eyaletlerin bir kısmında idam cezası varken bir kısmında yok. Bu eyaletleri karşılaştıran Amerikan Barolar Birliği’nin hazırladığı raporun 4 önemli sonucu var. İlk olarak, idam olan yerlerde daha fazla cinayet işleniyor! İkinci olarak, idam edilenlerin ezici çoğunluğu ya bir azınlık mensubu ya da iyi bir avukat tutmak için gerekli parası olmayan yoksul kişiler... Gücü ve parası olanlar idamdan kurtuluyor ve olan yoksul mahkûmlara oluyor. Üçüncü önemli nokta ise şu: İdam kararı hata affetmeyen ve geri dönüşü olmayan bir karar. Son yıllarda DNA ile yapılan analizler sonucu idam sırasını bekleyen tam 186 ‘mahkûm’ son anda idam sehpasından kurtarılmış durumda. Bir an kendi çocuğumuzun masum olduğu halde idam sehpasına gittiğini düşünün. Tam da bu nedenlerle Amerika hariç tüm modern dünya idamı yasaklamış durumda. ABD de idamın kısmen serbest olduğu eyaletler bile bir bir idamı yasaklıyor. Sadece 2000’lerde 7 eyalet idamı yasakladı. Peki idamın yasaklandığı eyaletlerde durum ne diye merak ediyorsanız hemen onu da ekleyeyim: İdamı yasaklayan eyaletlerde cinayet dahil idamlık suçlarda hiçbir artış yok! (Kaynak: İdam Cezası Bilgi Merkezi, ABD (2017)) Özetle idam ne iddia edildiği gibi caydırıcı ne de beklendiği gibi hatasız işleyen bir cezalandırma yöntemi. Bir mağduriyetten kurtulmaya çalışırken başka mağduriyetler doğurma olasılığı çok yüksek.

MASAYA YATIRALIM

Yazının Devamını Oku