Türkiye’nin NATO üyeliğinin 70’inci yıldönümünde bir muhasebe

Dün, Türkiye’nin kısaca NATO diye adlandırdığımız “Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü”ne üye olmasının 70’inci yıldönümüydü. Bu konuda yapılan sınırlı sayıdaki açıklama ve haberleri okurken, yıllar öncesinde Brüksel’de NATO karargâhından içeri adım attığım o geziye doğru bir yolculuğa çıktım.

Haberin Devamı

Cumhuriyet gazetesinin çiçeği burnunda diplomasi muhabiri olarak 1979 yılı aralık ayında NATO’nun Brüksel’deki güz dönemi toplantılarını izlemekle görevlendirilmiştim. Türkiye’de Demirel azınlık hükümeti işbaşındaydı. Hükümetin Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen NATO Konseyi toplantılarına katılırken, Milli Savunma Bakanı Ahmet İhsan Birincioğlu da kendi mevkidaşları ile NATO Savunma Planlama Komitesi toplantısında bir araya geliyordu.

Toplantıların en önemli konusu, NATO’nun o dönemde Doğu-Batı ilişkilerinde büyük bir sarsıntıyı tetikleyen Avrupa’ya nükleer yetenekli orta menzilli Pershing ve Cruise füzelerini yerleştirme kararını almasıydı.

Türkiye’nin NATO üyeliğinin 70’inci yıldönümünde bir muhasebe

Haberin Devamı

HAYRETTİN ERKMEN’E UYGULANAN PROTOKOL

İzlediğim bu gezi genç bir gazeteci olarak zihnimde Türkiye’nin Batı dünyasındaki konumuyla ilgili bir dizi soru işaretinin yerleşmesine yol açtı. Şu nedenle...

Dışişleri Bakanı Erkmen NATO merkezine geldiğinde kırmızı halının üzerinden geçiyor, toplantı salonuna ittifakın eşit üyesi olarak giriyor, alınan kararlarda eşit oy hakkına sahip oluyordu.

Hayrettin Erkmen’in Brüksel’de iken Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) buradaki merkezine giderek o dönemdeki Komisyon Başkanı Roy Jenkins’i de ziyaret edeceği bildirildi. Bütün Türk gazetecileri topluca AET’nin Charlemagne Bulvarı üzerindeki Berlaymont binasına giderek kendisini beklemeye başladık.

AET yetkilileri kendisine saygıda kusur etmediler ama son tahlilde Türk Dışişleri Bakanı bu binada bir misafir kimliğiyle karşılandı. Erkmen, asansörle üst kata çıkıp görüşmesini yaptıktan sonra binadan ayrılırken kapıda bize bir önceki Bülent Ecevit hükümeti döneminde mesafeli bir şekilde seyreden AET ile ilişkilerin yeniden canlandırılacağını açıkladı.

Türkiye henüz AET’ye tam üyelik başvurusu yapmamıştı ve 1963 yılında imzalanan Ankara Antlaşması çerçevesinde “ortak” konumundaydı.

BRÜKSEL’DE İKİ MERKEZ ARASINDAKİ ÇELİŞKİ

Haberin Devamı

Erkmen’in o tarihte 15 üyesi olan NATO’nun merkezinde taşıdığı ağırlıkla AET merkezindeki kabul düzeyi arasındaki farklılık zihnimde derin bir iz bıraktı.

Çelişki şuradaydı. AET o tarihte 9 üyeliydi ve bu ülkelerden 8’i aynı zamanda NATO’ya da üyeydi. Bu ülkelerin dışişleri bakanları NATO karargâhında Türk dışişleri bakanını da yanlarına alıp Avrupa’nın güvenliğini, ortak savunmasını birlikte konuşurlarken, konu Avrupa’nın ekonomik entegrasyonuna geldiğinde Türk dışişleri bakanının aralarında bir yeri yoktu.

Oysa Türkiye, NATO’da Batı’nın savunması için hayati bir rol üstleniyor, Avrupa’nın güvenliğine, istikrarına ve bu çerçevede refahına muazzam bir katkı sağlıyordu. Bunu yaparken savunma harcamalarını da yüksek tutarak büyük bir bedel ödüyor, kendi halkının refahından eksiltiyor, zaten eksik bir demokrasi tecrübe ediyor ama iş Avrupa’nın ekonomik bütünleşmesine geldiğinde kapının dışında kalıyordu.

Haberin Devamı

Kuşkusuz, Türkiye Avrupa’da hukuk ve insan hakları kriterlerini gözeten Avrupa Konseyi’ne de üyeydi ve orada da eşit oy hakkına sahipti. Ama Avrupa’da ekonomik ve siyasi entegrasyon sürecine giden yol öncelikle Brüksel’den geçiyordu. Brüksel’de ise Türk bakana NATO’nun kapıları sonuna kadar açık ama AET’de ise ortaklık statüsünde misafir olacak kadar açıktı.

Tabii o tarihlerde Türkiye de AET’ye tam üyelik konusunda henüz kendi kararını netleştirebilmiş değildi. Ancak böyle olması yine de Brüksel’de gözlediğim paradoksu değiştirmiyordu.

TÜRKİYE‘NİN NATO’DAKİ VETOSU

Bu noktada NATO’da eşit oy hakkı derken, bu örgütte hiçbir zaman gerçek anlamda bir eşitliğin olmadığı, ABD’nin bu örgütte her dediğini yaptırdığı gibi itirazların yükseldiğini duyuyor gibiyim. ABD’nin NATO’da çok büyük bir ağırlık taşıdığını inkâr edecek değilim. Ama NATO’da geçerli oybirliği kuralının her şeye rağmen üye ülkelere oldukça kuvvetli bir manivela verdiğine de izlediğim birçok hadisede yakından tanıklık ettim.

Haberin Devamı

O yıllarda bu durumun en önemli kanıtı, Türkiye’nin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü oybirliği çerçevesinde veto hakkını kullanarak uzun süre engellemesiydi. 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle NATO’dan ayrılmamakla birlikte ittifakın askeri kanadından çıkan Yunanistan, daha sonra dönmek istediğinde Türkiye’nin vetosuyla karşılaşmıştı. Bu nedenle Amerika’nın da çok arzu etmesine karşılık askeri kanada bir türlü dönemiyordu.

Ta ki 1980 darbesinden hemen sonra Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in NATO Başkomutanı Orgeneral Bernard Rogers’ın verdiği, sonradan yerine getirmeyeceği sözlerine itibar edip bu vetoyu kaldırmasına kadar...

Haberin Devamı

12 EYLÜL DARBESİ VE AET FARKI

Ayrıca o yıllarda düzenli bir şekilde izlediğim NATO toplantılarının bu bağlamda dikkatimi çeken bir başka yönü vardı. Örneğin 1980’li yılların başında çıkan bildirilerde, NATO bölgesi dışındaki krizler karşısında yapılacak işbirliğini düzenleyen paragraflarda ABD herkes açısından bağlayıcı metinlerde ısrar ederken, Türk diplomatları son ana kadar direnip bu metinleri Türkiye’yi önceden taahhüt altına sokmayacak şekilde yumuşatırlardı. Türkiye’nin NATO içinde bölge ülkesi olmasının getirdiği hassasiyetlerle hareket etmesini isabetli bir tutum olarak görüyordum.

Sonraki Brüksel seyahatlerim ve tanıklığım düşündürücü başka bir gerçeği gösterdi. Türkiye’de 12 Eylül darbesi olduğunda, demokrasinin askıya alınması NATO’nun üstünde durduğu bir gelişme olmadı. Ancak AET, başlangıçta darbeye karşı ılımlı bir tepki gösterirken, rejimin içteki katı uygulamaları ve vahim insan hakları ihlallerinin yarattığı tepkilerle birlikte tutumunu değiştirdi.

AET, dördüncü mali protokol çerçevesinde Türkiye’ye yardımları askıya aldı ve Avrupa Parlamentosu’ndan gelen eleştirilerle birlikte askeri rejim karşısında giderek daha eleştirel bir çizgiye kaydı. Avrupa Konseyi ise daha ilk günden itibaren Batı dünyasında Avrupa’da darbeye karşı en eleştirel tavrı alan kurum olmuştu.

TÜRKİYE NATO’DAN ÇIKSA...

Evet, o yıllarla bugün arasında önemli bir fark var. Türkiye artık eski AET, şimdiki AB’ye tam üye adayı ama bu adaylığın akıbeti meçhul bir süreç olduğu konusunda herkes hemfikir. Türk dışişleri bakanları bugün Brüksel’deki Avrupa kurumlarından içeri girerken kuşkusuz ağırlık taşıyorlar ama AB ile ilişkilerin kurumsal olarak bir yere gittiği yok. Gelgelelim Türkiye’den gelen bakanlar NATO merkezinde çok daha kuvvetli bir statüye sahipler.

Geçen süre içinde AB/NATO farklılığı bağlamında gözlediğim bir durumu da şöyle anlatabilirim. NATO, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çözülmesinden sonra doğuya doğru genişleyip 30 üyeli bir ittifak haline gelirken, AB’nin üye sayısı da 27’ye yükseldi.

Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi AB’ye tam üye oldukları için, Türkiye bugün AB cephesinde, karşısında kendisiyle ilgili konularda bağımsız ve objektif karar verebilen bir örgüt bulamıyor. AB’de kararlar oybirliği ile alındığından, Türkiye’nin karşısında her seferinde Yunanistan/KRY ikilisinin izin verdiği ölçülerde hareket edebilen, iradesi ipotek altına alınmış bir örgüt var. Bu durum Türkiye ile AB arasındaki ilişkileri zehirliyor, belirsizliğin içine itiyor.

Buna karşılık Türkiye’nin NATO içinde olması, AB’de bugün gözlediğimiz durumun aksine, ittifakın karar alma mekanizmasını kendisine karşı işleyebilmesini engelliyor. Bu karşılaştırmayı yaparken, varsayım olarak Türkiye’nin üyesi olmadığı ama Yunanistan’ın üye olup istediği gibi at koşturabildiği bir NATO’nun, Türkiye açısından ne gibi sıkıntılara, sorunlara yol açacağını bir an için düşünmemiz gerekiyor.

NATO GÜNAHLARINDAN ARINACAKSA

NATO, her şeye rağmen 2022 yılı itibarıyla Türkiye’yi Batı dünyasına bağlayan, eşit temsil edildiği en önemli, en kuvvetli köprü durumunda. Bütün sorun NATO’nun son tahlilde bir savunma örgütü olmasından çıkıyor. En güçlü bağ bir savunma örgütü üzerinden kurulunca, ilişki de güvenlik boyutu üzerinden tanımlanmış oluyor.

Meselenin temeli NATO Antlaşması’nın giriş bölümünde yer alan “Taraflar, kendi halklarının özgürlüklerini, ortak mirasını ve uygarlığını, demokrasi, bireysel özgürlük ve hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak korumaya kararlıdırlar” hedefinin hayata geçirilmesiyle ilgili aslında.

NATO’nun en büyük günahlarından biri, Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloku’na karşı özgürlükleri savunurken kendi bünyesinde bu özgürlükleri koruma konusunda çok kötü bir sınav vermiş olmasından, geçmişte askeri rejimlere, diktatörlüklere kol kanat germesinden kaynaklanıyor.

Kendi içinde geçirmekte olduğu evrimde en azından bundan sonrasında NATO’nun bu alandaki tutarsızlık sorununu aşması gerekir. Bu da NATO’nun kâğıt üstünde yazılı kuruluş felsefesiyle tutarlı hareket edeceği yeni, güçlü bir demokrasi söylemi ve buna uygun bir hareket tarzı geliştirmesini gerekli kılıyor.

İçinden geçtiğimiz günler, ilk çeyreğini bitirmekte olduğumuz 21. yüzyılda küresel ölçekte demokrasi ve özgürlükler için verilecek mücadelenin süreceğini, önemini kaybetmeyeceğini bize gösteriyor. O zaman NATO da varlık nedenini anlamlı kılmak için kendisini bu dönemin çağrısına göre uyarlamak durumundadır.

Bir gazeteci olarak NATO ile 43 yıllık tecrübemin beni getirdiği noktayı böyle özetleyebilirim.

Yazarın Tüm Yazıları