Hakan Fidan’ın dış politika vizyonu (2) - AB ile yeni bir başlangıç için iki tarafa da sorumluluk düşüyor

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın geçen pazartesi günü Ankara’da geleneksel Büyükelçiler Konferansı’ndaki açış konuşmasını değerlendirdiğimiz dünkü yazımızda, açıklanan stratejik hedeflerde bölgesel konuların oldukça geniş bir yer tuttuğunu, bu çerçevede kendisinin dış politika vizyonunda bölgesel meselelere dönük bir odaklanmanın dikkat çektiğini vurgulamıştık.

Haberin Devamı

Fidan’ın konuşmasını incelerken gözüme çarpan bir başka kayda değer nokta, Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyelik hedefine yaptığı vurgu hariç tutulursa, daha genel bir çerçevede Türkiye’nin Batı’ya yönelişini konu alan bir ifadeyle karşılaşmamak oldu.

Hatta, “Batı” sözcüğünün konuşmasında bir kez geçtiğini, onun da Türkiye’den Çin Halk Cumhuriyeti’ne uzanan “Hazar geçişli Doğu-Batı Orta Koridor” projesi çerçevesinde olduğunu fark ettim.

Tabii bu tespite karşılık vermek üzere, konuşmada AB’ye tam üyelik hedefine atıf yapıldıktan sonra Batı’ya dönük ayrı bir vurgulamaya ihtiyaç duyulmayacağı, dolayısıyla bir boşluğun söz konusu olmadığı söylenebilir.

Ancak, bir hedefin yalnızca telaffuz edilmesinin bir boşluğu doldurma anlamında tek başına yeterli olmayacağı da açıktır; özellikle AB ile yıllardır hiçbir ilerlemenin sağlanamadığı bir kilitlenme ortamında bulunduğumuzu hatırlarsak...

Haberin Devamı

Bu arada, AB ile ilişkilerin belirsizlik içinde seyrettiği bir dönemde varsayım olarak ABD ile ilişkilerin göreceli daha rahat bir zeminde yol alması, Batı cephesindeki boşluğu belli ölçülerde dengeleyebilirdi.

Gelgelelim ABD ile ilişkiler, bu ülkenin Fetullah Gülen’e sağladığı himaye, yönetimin PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG ile askeri ittifak kurmuş olması, ayrıca son günlerdeki bazı olumlu sinyallere rağmen hâlâ sürüncemede kalan F-16’lar dosyası gibi sayısız kronik sorunla kaplı bulunuyor.

Sonuçta Batı cephesinde aynı tespite dönmüş oluyoruz.

*

Yine de ülkenin yeni dışişleri bakanının Türk kamuoyuna ve uluslararası camiaya dış politika vizyonunu açıkladığı kapsamlı ilk konuşmasında AB’ye tam üyelik hedefi konusunda kuvvetli bir mesaj vermiş olması önemlidir.

Fidan, hitabının bu bölümünde, Türkiye’nin tam üyelik sürecinin akamete uğratılmış olması karşısında AB’ye “stratejik körlük” eleştirisini getiriyor. “Stratejik körlük” nitelemesi, daha önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve aynı zamanda AK Partili muhtelif bakanlarca da birçok vesileyle dile getirilmişti.

Buradaki eleştiri, Türkiye’nin birliğe tam üyeliğinin siyasi, güvenlik, ekonomik düzlemlerde AB’ye sunacağı geniş imkânlara, jeopolitik kazanımlara odaklanıyor. Fidan da bu çerçevede Ankara’nın “Türkiye’siz bir Avrupa Birliği’nin gerçek manada küresel aktör olamayacağı” tezini bir kez daha tekrarlıyor.

Haberin Devamı

Bu noktada Fidan’ın “Yeni dönemde Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine vizyoner bir bakışla yaklaşılması ve sürecin tam üyelik perspektifiyle canlandırılması önem arz etmektedir” şeklindeki sözlerinin altı özellikle çizilmelidir.

*

Erdoğan’ın son dönemde bu yöndeki çağrılarına da atıf yapan Fidan’ın ifadeleri, “canlandırma” faslındaki sorumluluğu AB’ye yüklüyor. Yani “vizyoner bakış” beklentisi AB’ye dönük olarak formüle ediliyor konuşmada. Ancak bu mesele açılmışken şu soruya da yanıt aramamız gerekir:

Eğer Türkiye ile AB arasındaki ilişkilere vizyoner bir bakışla yaklaşılması gerekiyorsa, burada duyulan ihtiyaç acaba yalnızca ve yalnızca AB’ye atfedilecek bir sorumlulukla sınırlı tutulabilir mi?

Haberin Devamı

Eğer yeni bir başlangıç yapılacaksa, herkesin kendi hâl ve gidişini, kendi cephesindeki sorumlulukları, ödevleri gözden geçirmesi gerekmez mi?

Kuşkusuz, AB’nin Türkiye ile gümrük birliğinin güncellenmesi, vize kolaylıklarının sağlanması alanlarında atacağı adımlar ilişkilerdeki kısır döngünün kırılarak yeni olumlu bir atmosferin belirmesi yönünde bir çarpan etkisi yaratacaktır.

Buna karşılık, Türkiye’nin de AB’ye tam üye adaylığı taahhüdünün arkasında durmanın gerekleri konusunda kendisini ciddi bir sorgulamadan geçirmesi şarttır.

*

AK Parti iktidarı, 2000’li yılların başlarında AB’ye tam üyelik güzergâhında yol almak üzere Türkiye’nin AİHM kararları ve içtihatlarını kendi iç hukukunda içselleştirilmesi yönünde köklü reformlar yapmıştı. Bu çerçevede, Anayasa’nın 90’ıncı maddesinde değişikliğe gidilerek, temel hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda AİHM kararlarının ulusal yasaların üstünde tutulması kabul edilmişti.

Haberin Devamı

Oysa bugün gelinen noktada Türkiye, altı yıldır hapiste bulunan Osman Kavala ile ilgili AİHM kararlarını uygulamadığı için Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nde kendisine yaptırım uygulanması yolunda hazırlıklara muhatap olan bir ülke durumundadır.

Batı dünyasında parlamentolardan kamuoylarına kadar uzanan geniş bir yelpazede, özellikle ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı alanındaki yaygın eleştirilerin Türkiye hakkında ne kadar olumsuz bir iklim yarattığını belirtmeye gerek yoktur.

Dolayısıyla, AB ile ilişkilerde vizyoner bir bakış gerekiyorsa, Türkiye’de bu alanda Avrupa’da yerleşmiş olumsuz algıları değiştirecek adımlar atılması, AB ile yeni bir başlangıç yapılabilmesine önemli bir katkı sağlayacaktır. En güncel örnek olarak gazeteci Barış Pehlivan’ın yeniden hapse girmesi ihtimalinin neden olduğu sıcak tartışmaların ortalığı kaplaması, ne yazık ki bu ihtiyacın tam tersi yönündeki bir yönelişe işaret ediyor.

Haberin Devamı

Ayrıca, kritik bir nokta daha var. Türkiye AB karşısında yeni bir başlangıç arzuluyorsa, karşı tarafı şaşırtacak, elinden bir dizi argümanı alacak ve kendisine hareket alanı açacak adımların atılmasında ne gibi bir sakınca olabilir ki? Üstelik bu konularda ilerleme sağlamak için yatırım, finansman ya da teknoloji arayışına çıkmak da gerekmiyor. Yalnızca Türkiye’nin zaten uymayı yüklendiği AİHM kararlarının temsil ettiği evrensel hukukun uygulanması yeterlidir.

*

Konuyu Hakan Fidan’ın konuşmasına bağlarsak, meselenin şöyle bir boyutu da var. Fidan, stratejik hedeflerden birini “dış ilişkilerin yapısal bir zemine oturtulması” şeklinde açıklıyor. Bu çerçevede siyasi, askeri, ekonomik ve diğer alanlardaki işbirliği ve ittifak sistemlerinin “daha etkin kılınacağını” söylüyor.

Türkiye’nin dahil olduğu en önemli uluslararası işbirliği sistemlerinden biri, 1949’dan bu yana kurucu üye olarak yer aldığı AİHM’yi de içeren Avrupa Konseyi’dir. Bir başka anlatımla, bu kurumun temsil ettiği Avrupa değerlerinin, ölçülerinin sahiplenilmesi, dış ilişkilerde kurumsallaşmanın bir gereğidir.

Meselenin çok kritik bir boyutuna daha değinelim. Eğer yeni dönemde çok farklı coğrafyalarda ilişkilerin zenginleştireceği bir çok yönlülük hedefleniyorsa, o zaman Türk dış politikasının üzerine oturduğu bütün sütunların sağlam tutulması gerekir. Unutmayalım ki, Türkiye Avrupa kurumlarıyla ilişkilerini güçlendirdiği oranda, diğer cephelerde de bütün muhatapları karşısında masaya eli daha kuvvetli bir şekilde oturabilecektir.

Yazarın Tüm Yazıları