Rahmi Turan

İleri demokrasimiz!

17 Şubat 2011
BAZEN eski günlerin hayaliyle dalıp gidiyorum. O eski günler güzel miydi? Belki o kadar güzel değildi ama bugün geriye baktığımız vakit, geçmiş yılları çok güzel buluyorum.
Öylesine berbat bir dönemde yaşıyoruz ki, “Bundan kötüsü olmaz!” diye düşünüyorum.
Eskiden de büyük sıkıntılar vardı. Gelir düzeyi düşüktü. Eğitimde, sağlıkta, ekonomide, sosyal yapımızda bin bir sorun belimizi büküyordu.
Fakat o zamanlar, bu kadar mutsuz değildik. Çünkü umudumuz vardı. Güvenimizi yitirmemiştik. Önümüzdeki her türlü engeli aşacağımıza inanıyorduk.
Bugün bakıyorum, koca Türkiye’de akıl almaz bir yılgınlık hâkim. Halkın önemli bir bölümü güvenini kaybetmiş, asık yüzlü, karamsar insanlar ülkesi haline gelmişiz.
Tecrübeli dostlara “Acaba bana mı öyle geliyor? Yanılıyor muyum?” diye sordum.
“Hayır” dediler “Yanılmıyorsun. Eski günler daha güzeldi. O günlerde tüm sorunlara rağmen insanlarımız daha canlı, daha neşeliydi. Yüzler gülüyordu. Artık gülmeyi bile unuttuk. Çünkü içimizi ısıtacak bir umut ışığı bile yok! Güzel günler mazide kaldı!”
* * *
Peki, ne yapıyoruz biz? Bazı gazete ve yazarlar dışında, herkes suspus!
Yaşanan birçok olumsuzluğa önemli bir tepki yok. Bu, toplumun duyarsızlığı mı, korku mu, endişe mi, nedir bilmiyorum ama insanlar sinmiş bir halde...
Demokratik haklarını kullanan protestoculara coplu, biber gazlı saldırılar, yasadışı dinlenen telefonlar, basılan evler, çiğnenen hukuk, toplumda bir yılgınlık yaratmış durumda...
“İleri demokrasi” dedikleri bu olsa gerek(!).
Yolsuzluklar, hortumlamalar, usulsüz krediler eskisi gibi devam ediyor.
Medyanın susması isteniyor. Medya sussun ki, ülkedeki çarpıklıklar ortaya çıkmasın!
* * *
Demokrasi istiyor muyuz, istemiyor muyuz?
İstiyorsak nasıl bir demokrasi istiyoruz? İstenilen gerçekten demokrasi mi?
Cezaevlerinde 50 kadar gazeteci tutuklu olarak yatıyor. Yakında yenileri de içeri girecek. Ayrıca gazeteciler hakkında yüzlerce soruşturma ve dava da devam ediyor.
Hangi demokratik ülkede basın için açılmış bu kadar dava ve soruşturma var?
Basının özgür olmadığı bir ülkede demokrasiden bahsetmek mümkün olur mu?
Önce bunun mutlaka açıklığa kavuşması lazım! Rejimin adını daha sonra koyarız!
* * *
Ülkemizde, tarlada biten mantarlar gibi, bol bol siyasi parti kuruluyor.
Sayısını bilemiyorum. İpin ucunu kaçırdım çünkü... Elliye yakın siyasi partimiz var. Bunlardan 20 kadarı 12 Haziran 2011 seçimlerine katılacak...
Dini siyasette kullanmak, ülkemizde en etkili yöntem. Halk böylece kolay kandırılıyor.
Yeni kurulan partilerden birinin lideri, televizyonlardan birinde: “Cuma namazını Allah’ın izniyle Afyon’da kılacağım” diyordu. Amacı, ne kadar dindar olduğunu göstermek! Oysa hazır televizyona çıkmışken ülke sorunlarını anlatsaydı daha iyi olmaz mıydı?
? Türkiye’yi bugün içinde bulunduğu sorunlardan nasıl kurtaracağını...
? Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi nasıl düzenleyeceğini...
? Yabancı ülkelere olan borçlarımızı nasıl ödeyeceğini...
? Büyüyen işsizliğe nasıl çare bulacağını...
? Halkın refah seviyesini nasıl yükselteceğini...
? Sağlık sorunlarına nasıl çözüm getireceğini...
? Bölünmeye doğru giden ülkemizde birliği nasıl sağlayacağını...
Evet, bunları anlatsa çok daha iyi olmaz mıydı? İşin kolayı dindar görünmek ve halkı
Allah’la aldatmak! Politika denilince ülkemizde bu anlaşılıyor!
Yazının Devamını Oku

Sokrates’in savunması! (2)

14 Şubat 2011
İNSANLIK tarihi dramatik olaylarla doludur. Bundan 2480 yıl önce yaşayan ünlü filozof Sokrates de adil olmayan bir yargılama sonucu ölüme mahkûm edilmişti.
Sokrates’in, Tanrıların Tanrısı Zeus’a bile inanmadığı, “Güneş”in bir taş parçası, “Ay”ın ise bir topraktan ibaret olduğunu iddia ettiği, gençleri doğru yoldan çıkarıp, ahlaklarını bozduğu iddia edilmiş, 500 yargıçtan 280’i onun için “Suçlu” derken, 220 yargıç “suçsuz” bulmuştu.
Silivri’de, Ergenekon davasında yargılanan Kara Pilot Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin yetenekleri bakımından Sokrates’e benzetilmesi nedeniyle bunları dünkü yazımda anlatmıştım.

Sokrates, yargıçların verdiği ölüm kararını büyük bir soğukkanlılıkla dinler ve acı acı gülümseyerek:
“Eğer biraz beklemiş olsaydınız, ölümüm tabiat kanunu gereği kendiliğinden gerçekleşecekti. Görebileceğiniz gibi yaşım ilerledi. 70 yaşındayım. Bu uzun bir ömürdür. Bugün dünyamızda 50 yaşını gören insan azdır.
Şimdi hepinize değil ama yalnızca beni ölüme mahkûm edenlere söylüyorum: Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa, kendim gibi konuşup ölmeyi tercih ederim.
Katillerim olan sizlere bildiriyorum ki, benim dünyadan ayrılmamdan hemen sonra bana verdiğiniz cezadan çok daha ağırı sizleri bekliyor olacaktır.
Sizi suçlayanlardan kaçabilmek ve yaşamlarınızın hesabını vermemek için beni öldürtüyorsunuz. Ama sonuç beklediğiniz gibi değil, bütünüyle başka türlü olacaktır.
Eğer insanları öldürerek birinin sizin kötü yaşamlarını kınamasının önüne geçebileceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu kaçış yolu ne olanaklı, ne de onurludur.
Fikirleri, düşünceleri öldüremezsiniz!
En soylu kurtuluş yolu başkalarını ortadan kaldırmak değil ama kendini değiştirmektir.”
Böyle konuşan Sokrates, ölümün aslında bir iyilik olduğunu düşünür, “Bunu ummak için çok büyük bir neden var” der ve şöyle devam eder: “Ölüm şu iki şeyden biri olmalıdır:
Ya bir hiçlik ve hiçbir şey duymama durumudur...
Ya da dedikleri gibi ruhun bir değişimi ve bu dünyadan bir başkasına geçiştir.
Şimdi eğer hiçbir şey duyulmadığını ama düşlerin bile rahatsız etmediği bir uyku gibi olduğunu düşünüyorsanız, ölüm anlatılamayacak kadar büyük bir kazanç olacaktır.
İddia edildiği gibi gerçekten öbür dünya varsa, o dünyada, ne olursa olsun, bir insanı düşündüğü ve sorular sorduğu için öldürmezler.
Beni ölüme mahkûm edenlere kırgın değilim. Her kişi yaratılıştan iyidir. Kimse bile bile kötü değildir. Her kötülük bilgisizlikten gelir! Cahil insanlar kendilerine bile düşmandır, başkalarına karşı iyi olmaları nasıl beklenebilir?
Sadece iyi bir şey vardır: Bilgi... Sadece kötü bir şey vardır: Cehalet!
Onlar gerçekte bir hiç iken, bir şeymiş gibi davranıyorlar. Bana hiçbir kötülük yapmış değiller. Gerçi beni mahkûm etmekteki amaçları kötülük yapmaktır ama yine de onların bana iyilik yaptığını düşünüyorum. Benim için en iyisi şimdi ölmek ve sorunlardan kurtulmaktır.
Ayrılma saati geldi ve hepimiz kendi yollarımızda gidiyoruz. Ben ölmeye, siz yaşamaya... Hangisinin daha iyi olduğunu yalnızca Tanrı bilir!”
Karısı Sokrates’e “Haksız yere idam ediliyorsun” diye hıçkırır.
Sokrates “Ne yani? Haklı yere idam edilseydim daha mı iyiydi?” der.
Sokrates, devrinin en bilge adamı olmasına rağmen “Benim bildiğim tek şey, bir şey bilmediğimdir” der ve şöyle ekler:
“Dünya, hiçbir şey bilmediği halde, bildiğini sananlarla doludur. Bütün kötülükler, haksızlıklar bilgisizlikten doğar. Haksızlık yapmak, haksızlığa uğramaktan daha acıdır.”
Yazının Devamını Oku

Sokrates’in savunması!

13 Şubat 2011
AVUKAT Ömer Yasa, yolladığı elektronik mektupta: “Çocuklarımdan küçük olan ama büyük sandığımız bir sürü insandan çok daha yüce olarak kendisini tanımaktan onur duyduğum genç bir teğmenin, bugün için işe yaramayan fakat tarihe geçecek olan savunmasından bir günlük kesiti size aktarıyorum” diyor.
Avukat Ömer Yasa’nın bahsettiği Kara Pilot Teğmen Mehmet Ali Çelebi halen Silivri’de “Ergenekon Davası”nda yargılanıyor.
Avukatlar, askeri liseyi birincilikle, Harp Okulu’nu dördüncülükle bitiren bu genç teğmene “Sokrates” adını takmışlar ve mahkemede yaptığı savunmaya da “Sokrates’in savunması” adını vermişler. Duruşmalardan sonra hukuk adamları “Sokrates’in savunmasını dinlediniz mi?” diye birbirlerine hayranlıkla soruyorlar. İnanılmaz derecede kitap okuyan, muhteşem bir hitabet gücüne sahip, kalemi çok kuvvetli, vatansever bir genç olan “Sokrates” lakaplı teğmen, yaptığı savunmalarda herkesin gönlünü fethediyor.
Peki, hukuk adamlarının Teğmen Mehmet Ali Çelebi’yi benzettikleri Sokrates kimdir?
* * *
Sokrates, milattan önce 469-399 yılları arasında Atina’da yaşayan Yunanlı bir filozoftur. Onun fikirleri 2480 yıldır “dünya felsefe tarihi”ni etkilemiştir.
Atina’yı yöneten devlet adamlarının bilgisiz, cahil kişiler olduğunu ortaya çıkaran Sokrates çok düşman kazanır.
Onun, kötü, yalancı, sofist (şüpheci) bir insan olduğunu, eğriyi doğru gibi gösterdiğini, ahlakını bozduğu gençleri doğru yoldan çıkardığını, tanrıların yerine yeni tanrılar koyduğunu iddia ederler. Bu söylentiler onu mahkemeye sürükler.
İnsanlığın ilk büyük davasıdır bu ve haksız yere “ölüme mahkûm edilen” Sokrates’in yaptığı savunma tarihe geçmiştir.
Sokrates çok soğukkanlıdır. Ölmek umurunda değildir. O sadece doğrunun peşindedir.
Sokrates’e göre, insanların en korktuğu şey olan ölüm, aslında kaçınılacak bir şey değildir. O yalnız kötülük yapmaktan korkar.
İdeallerinden asla dönmez, yargıçları yumuşatmaya çalışmaz.
Savcı, Atinalı yargıçlara “Sizi temin ederim ki sayın yargıçlar, Sokrates tanrılara inanmaz. Güneşin bir taş, ayın toprak olduğunu iddia eder. O, Tanrıların Tanrısı Zeus’a bile inanmaz. Onun ölmesi gerekir!” der.
Sonuçta 500 yargıcın 280’i “Suçlu”, 220’si “Suçsuz” der. “Baldıran zehri” içirilerek idama mahkûm edilen Sokrates bunu beklemektedir. Hiçbir tepki göstermez.
Mahkeme, ölüm yerine önce sürgün cezası düşünür ama bu cezayı veremez, çünkü sürgüne gittiği yerde yine halkı yönetime karşı yönlendirecektir.
Sokrates, idam cezasına rağmen, başkaları gibi ağlayıp sızlamaz. Ona göre ölüm bir ceza değildir. Ölüm sadece bir yolculuktur. Öteki dünyada düşünceleri yüzünden mahkûm edilme tehlikesi yoktur.
Sokrates, Atinalılardan sadece bir şey ister ve der ki:
“Eğer, çocuklar ve gençler erdemden, doğruluktan ayrılırsa, benim Atina halkına gösterdiğim gibi siz de onlara doğru yolu gösterin, dünyada bir hiç olduklarını unuturlarsa onları uyarın, azarlayın!”
Sokrates’in öğrencileri onu cezaevinden kaçırmak isterler fakat o kaçmayı kabul etmez!
Sokrates, kendisini ölüme mahkûm eden yargıçlara “Gerçek, ölümden kaçınmak değil, ama haksızlıklardan kaçınmaktır. Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa, kendim gibi konuşup ölmeyi tercih ederim!” der.
YARIN: “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir!”
Yazının Devamını Oku

Türkiye’ye büyük haksızlık!

10 Şubat 2011
LEFKOŞA’dan çok sayıda mail yollayan Kıbrıslı dostlar, Başbakan Erdoğan’ı şikâyet ediyor ve:<br><br>“Bize ‘Türkiye’den beslenenler’ diyerek açıkça hakaret etti. Kıbrıslı Türkler olarak onu asla affetmeyeceğiz!” diyor.

Evet... Başbakan’ın o sözleri gerçekten ağır oldu. Onun üslubu böyle! Fakat... Bu sert tepkinin nedenini incelemekte ve Kıbrıslı dostların özeleştiri yapmalarında yarar var.

Kuzey Kıbrıs’ta yayınlanan bütün gazeteler günlerdir bir kasırga şiddetiyle Erdoğan’a saldırıyor. Ancak, herkes elini vicdanına koyup kendine şunu sormalıdır:
“Başbakan bu incitici sözü durup dururken mi söyledi?”

Buna, Kıbrıs’taki mitingde, Türkiye için kullanılan “çok çirkin, hatta çirkinden de öte ahlaksız pankart” sebep olmadı mı?

Yazının Devamını Oku

‘Şekerdeki tehlike’ Meclis’te!

7 Şubat 2011
SAĞLIĞIMIZI tehdit eden nişasta bazlı şeker konusunda uzmanların görüşünü yansıtan uyarı yazımdan sonra Köyişleri Bakanlığı bir açıklama göndermişti. Cevap hakkına duyduğumuz saygı ve sorumlu gazetecilik anlayışımız nedeniyle bu açıklamayı dün yayınlamıştım.

Nişasta bazlı şeker (NBŞ), mısır, patates, buğday ve benzerlerinden elde edilen bir şeker türüdür. Birçok uzmana göre, insan sağlığına zararlıdır ve İngiltere, Fransa, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde yasaklanmıştır.

Köyişleri Bakanlığı’na göre ise nişasta bazlı şeker (NBŞ) zararsızdır.

Ancak, Bakanlığın görüşlerini doğru bulmayan Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na “Meclis Araştırma Komisyonu” kurulması için bir önerge verdi.

Nişasta bazlı “kötü şeker”in halk sağlığını tehdit ettiği belirtilen önerge şöyle:

Yazının Devamını Oku

‘Kötü şeker’ açıklaması!

6 Şubat 2011
PAZARTESİ günkü yazımda, piyasada çok bol miktarda kullanılan “nişasta bazlı şeker”in zararlarından bahsetmiştim. Nişasta bazlı şeker (NBŞ) mısır, patates, buğday ve benzerlerinden elde edilen bir şeker türüdür. Bir başka adı da “kötü şeker”dir. Uzmanlar, NBŞ’nin insan sağlığına zararlı olduğu iddia ediyor.
Bu konudaki yazım üzerine, Tarım ve Köyişleri Bakanı adına I. Hukuk Müşaviri Erdal Celal Sumaytaoğlu’ndan bir açıklama geldi. Açıklama şöyle:

“31 Ocak 2011 tarihli yazıda ‘Mısır şekerinin kullanımı Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da yasaklandı, Türkiye’de ise serbest. Dışarıda sağlığa zararlı olduğu gerekçesiyle yasaklanan tatlandırıcılar, her yıl yüzde 50 oranında kota artışıyla ülkemize sokuluyor. Piyasadaki tatlandırıcılar, ucuz olan GDO’lu mısır şekerinden yapılıyor’ iddiaları yer alıyor.
Öncelikle Türkiye’de 3 bakanlığın pancardan yapılan şeker üretimini kıstıkları, kota koydukları ve azaltmaya çalıştıkları, diğer yandan nişasta bazlı şeker üretimini alabildiğine artırdığı iddiası gerçeği yansıtmamaktadır.”

“2000-2003 pazarlama dönemi içerisinde, toplam şeker kotası 230 bin ton idi. Buna göre toplam kota içinde şekerpancarı kotası oranı yüzde 85-90 iken, nişasta bazlı şeker kotası oranı yüzde 14 idi. 2009-2010 pazarlama dönemi itibarıyla toplam şeker kotası 2 milyon 831 bin tona çıkarılmış ve bunun 2 milyon 560 bin tonu şekerpancarı şekerine, 271 bin tonu nişasta bazlı şekere tahsis edilmiştir.
Görüleceği üzere 2000-2010 dönemindeki kota oranlarının yüzde 90.43’ü pancar şekeri, yüzde 9.57’si nişasta bazlı şekerdir.
2000-2003 dönemi ile 2009-2010 dönemi kıyaslandığı zaman pancar şekeri kotasının yüzde 19.13 arttığı, buna karşın, nişasta bazlı şekerin artış oranının yüzde 15.81’de kaldığı, dolaysıyla şekerpancarı şekerinin artış oranının nişasta bazlı şekerin artış oranından yaklaşık yüzde 4 daha fazla olduğu görülmektedir.”

Sonuç olarak 2003 yılından 2010 yılına kadar olan zaman içinde nişasta bazlı şeker kota oranı yüzde 14.04’ten yüzde 9.57’ye düşürülmüştür.
Ayrıca, Türkiye’de 2003 yılında nişasta bazlı şeker ithalatı 51 bin 700 ton iken, 2009 yılında bu miktar 8 bin 200 tona kadar düşürülmüştür.
Bilindiği üzere 5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu 18.09.2010 tarihi itibarıyla faaliyetine başlamış olup, gıda amaçlı kullanılmak üzere hiçbir şekilde Türkiye’ye GDO’lu mısır girişine izin verilmemiştir.
Yazıda yer alan iddiaların aksine GDO’lu mısırın Türkiye’ye ithali yasak olduğu gibi yurtiçinde üretimi de yasaktır.
Nişasta bazlı şeker olarak bilinen mısır, patates, buğday ve benzerlerinden elde edilen glukoz, fruktoz şuruplarının, şekerpancarı veya şekerkamışından elde edilen şekerden fazla insan sağlığına daha zararlı olduğuna dair kesinleşmiş bir bilimsel görüş bulunmamaktadır.
Bakanlığımızca yapılan uygulamalarda halk sağlığını ilgilendiren konularda Dünya Sağlık Örgütü, sağlık ile ilgili diğer uluslararası kuruluşlar ile Sağlık Bakanlığımızın değerlendirmeleri büyük önem taşımaktadır. Konu, Bakanlığımız tarafından titizlikle takip edilmekte olup, temasa geçilen Sağlık Bakanlığımızın yaptığı değerlendirme sonucunda insan sağlığını tehdit eden bir tespite varıldığı takdirde Bakanlığımız da gelen öneriler doğrultusunda gerekli tedbirleri alarak iç düzenlemeleri yapacaktır.”
(Tarım ve Köyişleri Bakanı adına Erdal Celal Sumaytaoğlu I. Hukuk Müşaviri)
YARIN: CHP, Nişasta bazlı “kötü şeker” için Meclis araştırması istedi!
Yazının Devamını Oku

Bir değil, bin düşman var!

3 Şubat 2011
BEN, güçlü bir ordumuz olmasa bu belalı coğrafyada yaşayamayacağımıza inanırım. Evet, topraklarımızda gözü olan bir değil, bin düşman var!
Biz, gücümüzü koruduğumuz sürece bu ülkede özgür ve bağımsız yaşayabiliriz. Atatürk’ün dediği gibi “Bağımsızlık Türk ulusunun karakteridir”.
Gücümüz bittiği ya da bitirildiği zaman bilin ki, bizi bu topraklarda özgür yaşatmazlar. Bir sömürge haline getiriliriz!
* * *
90 yıl önce Atatürk gibi, tarihin birkaç yüzyılda yetiştirdiği mucize bir adam çıkıp bizi müstevlilerin (ülkemizi istila eden ve yönetimi altına alanların) kötü emellerinden kurtarmıştı.
Mustafa Kemal, ulusal birliği sağlayıp Anadolu direnişini başlatmasa ve üstün dehasıyla savaşları kazanıp düşmanları bu ülkeden atmasa, bugün Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet olmayacaktı.
Mustafa Kemal’in, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmaktan çok daha zor olan başarısı, yüzde 95’i ümmi (okuma-yazma bilmeyen) bir toplumu, ulus bilinci altında birleştirmesi ve uygarlık yoluna yöneltmesidir.
Bugün biz toplum olarak Mustafa Kemal’e layık mıyız? Onun gösterdiği yoldan sapıp her geçen gün Batı’dan uzaklaşmıyor muyuz?
Sadece geri vitesi olan bir otomobile benzedik! İleri viteslerimize ne oldu?
* * *
Batılı ülkeler Osmanlı’yı parçaladı. Şimdi de Türkiye’yi bölme peşinde ve hevesindeler.
İşte, askeri gücümüz bu noktada devreye giriyor.
Biz gücümüzü korursak, onların karşısında dik durup, kararlı ve onurlu bir davranış sergilersek bu ülkeyi kimse elimizden alamaz!
Güvencemiz tabii ki, Atatürk ilkeleriyle yetişen, modern silahlarla donatılan, bilgili, bilekli ve yürekli ordumuz... Ben böyle düşünüyorum ama durum gerçekten öyle mi?
* * *
Türk Tanıtım Vakfı (TÜTAV) Başkanı Kemal Baytaş eski turizm müsteşarıdır ve benim iyi bir dostumdur. Bilgili, kültürlü, vatansever bir insandır. Müsteşarlık yıllarından beri Atatürkçü ve Laik Cumhuriyet ilkelerinin savunucusudur.
Onunla sık sık ülke sorunlarını tartışırız. Bir süre önce ben “Güçlü bir ordumuz olmasa, düşmanlarımız bizi bu topraklarda barındırmaz. Askerimize gözümüzün içi gibi bakmalıyız” derken onun biraz durgun, düşünceli ve mahzun durduğunu gördüm:
“Sana bir soru soracağım. Fakat hiç kelime oyunlarına sapmadan, dosdoğru cevap verecek misin?” dedi. “Tabii” dedim. Sorularını sıraladı:
“Son zamanlarda yaşadığımız olaylar belli. Askerinin hakkını, hukukunu koruyamayan komuta kademelerine karşı güven ve moral kaldı mı? Bu duruma gelinmesinden siyaset adamları kadar, son dönemdeki genelkurmay başkanları da sorumlu değil midir?
Emekli Orgeneral Çetin Doğan ‘Balyoz’da ille de bir suç bulma gayretiniz varsa o suç bana aittir. 192 subay, askeri emir kuludur’ dedi. Türk ordusunda yürekli, kişilikli, askerine sahip çıkan Çetin Doğan’dan başka bir komutan kalmamış mıdır?
Eskiden kamuoyunda ‘Asker varken kimse Laik Cumhuriyet’in kılına dokunamaz, asker varken Türkiye’nin bir çakıl taşına bile kimse göz dikemez’ diye güçlü bir inanç yer alıyordu. Sormak lazım: Şimdi, o inanç ve duygular aynı güçte devam ediyor mu?”
* * *
Kemal Baytaş’ı dinlerken sustum, düşündüm, ne yazık ki ona gönül rahatlığı içinde “Aynı inanç ve duygular devam ediyor” diyemedim!
Yazının Devamını Oku

Halkımızı nasıl zehirliyoruz?

31 Ocak 2011
DOKTOR arkadaşım Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen hayatını araştırmakla geçiren bir bilim adamıdır. Her sohbetimizde ondan sağlık konusuyla ilgili yeni şeyler öğrenirim. Bir süre önce yine sağlık sohbeti yapıyorduk.
“Aman ha!” dedi. “Mısır şekerinin kullanımı Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da yasaklandı. Türkiye’de ise serbest. Mısır şekeri ile yapılan gıdalardan uzak durun!”
Mısır şekeri, genetiği değiştirilmiş (GDO’lu) mısırdan üretilen bir şeker cinsi... Batı ülkelerinde kullanımı yasak olduğu için Türkiye’ye çok ucuza ithal ediliyor.
“Peki, hangi şekeri yiyelim?” diye sordum.
“Şekerpancarından üretilen şeker dururken mısır şekeri yenir mi hiç? Çok zararlı!”
“Peki, neden ülkemizde bu zararlı şeker kullanılıyor?”
“Çok ucuza ithal ediliyor da ondan... Piyasadaki hemen hemen bütün tatlılar ucuz olan GDO’lu mısır şekerinden yapılıyor. Türkiye’de yılda 407 bin ton tatlandırıcı kullanılıyor. Bunlarda üretilenlerin başında kola, meşrubat, reçel ve helva gibi tatlılar geliyor. Tatlı imalathaneleri ve pastaneler GDO’lu mısır şekeri kullanıyor.”
“Peki, Sağlık Bakanlığı ya da diğer yetkili bakanlıklar buna nasıl izin veriyor?”
“Onu bilemem... Benim bildiğim, bunların çok zararlı olduğudur. GDO’lu mısırdan üretilen şeker, sağlık açısından son derece zararlı ama kimse felaketin farkında değil!”
“Nedir zararları?”
“Çocuklarda zekâ geriliğine neden olur... Karaciğerde onarılmaz hasarlar bırakır... Şeker hastalığını tetikler... Erken bunamaya yol açar!”
Şaşkınlık içinde “Vay canına!” dedim.
“Yani, zehirdir! Bildiğimiz zehir!.. Daha ne olsun?” dedi.
* * *
Tatlandırıcıların insan vücuduna zarar verdiği artık bilinen bir gerçek. Fakat buna rağmen Türkiye’de özellikle çikolata ve şeker ürünlerinin tamamına yakınında nişasta bazlı şeker kullanılıyor ve bütün uyarılara rağmen bu konuda bir önlem alınmıyor.
Tehlikeli durumu Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı İsa Gök de bir süre önce resmen açıkladı ama görevli Bakanlıklardan hâlâ “Tık” yok!
Bakanlar, müsteşarlar, görevli müdürler, herkes, o kadar cahil olmadığına göre neden bir önlem almıyorlar, bunu anlamak mümkün değil!
Alkole savaş açan zihniyet, alkolden daha zararlı sonuçlar verdiği tespit edilen GDO’lu mısırdan yapılan şekere karşı neden bir tepki göstermiyor, bunu da anlamak zor!
* * *
İsa Gök, başta obezite, Alzheimer, kalp, astım, baş ağrısı ve kansere kadar birçok hastalığın nedeni olabilecek tatlandırıcılar arasında nişasta bazlı şeker konusunda özellikle çocuklu aileleri ciddi biçimde uyarıyor.
Halk sağlığını tehdit eden tatlandırıcıların, yetişen yeni kuşak çocukların geleceğini kararttığını söyleyen İsa Gök’ün, nişasta bazlı şeker ve Siklamat’tan yapılan suni tatlandırıcıların fayda ve zararları hakkında verdiği bilgiler şöyle:
* * *
“Uygar dünya ülkelerinde, sağlığa zararlı gerekçesiyle yasaklanan tatlandırıcılar, her yıl yüzde 50 oranında kota artışıyla ülkemize sokuluyor.
Siklamat, 1937 yılında bulunan, uzun süre kullanılan, fakat daha sonra zararları anlaşıldığı için Amerika ve İngiltere başta olmak üzere Batı ülkelerinde yasaklanan yapay bir tatlandırıcıdır, kanser yapıcı etkisi vardır. Buna rağmen Türkiye’de çikolatadan meşrubata kadar hemen her üründe kullanımı her geçen gün biraz daha fazla artış gösteriyor.
Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen ile Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı İsa Gök’ün uyarılarına kulak vermezsek, ileride herhalde başımızı taşlara vuracağız!
Yazının Devamını Oku