Rahmi Turan

Atatürk’ün Kürt politikası!

7 Mart 2011
ÜLKEMİZİ yangın yerine çeviren “Kürt sorunu”nun kökenini bilenlerin sayısı ne kadardır? Kürt ayaklanmaları ne zaman başlamıştır? Bugüne kadar kaç tane bölücü Kürt örgütü kurulmuştur?

Kürtlerin dilini, dini inançlarını, geleneklerini, ilk Kürt ayaklanmasının 1806 yılında Abdurahman Paşa yönetimindeki “Baban Aşireti İsyanı” olduğunu, o günden bu yana irili ufaklı “49 Kürt isyanı” çıktığını bilen var mı?

Atatürk’ün Kürtlere bakış açısı neydi, nasıl bir “Kürt Politikası” izliyordu?

Gazeteci-yazar Yalçın Toker tüm bunlara yazdığı “Atatürk’ün Kürt Politikası” adlı kitabında cevap veriyor.

İlk Kürt ayrılıkçı örgütü 1900 yılında İstanbul’da kurulan “Kürdistan Azm-i Kavi Cemiyeti” idi. Bundan sonra 20’den fazla bölücü Kürt örgütü kuruldu.

Yazının Devamını Oku

Eşekler alınmasın!

6 Mart 2011
BUGÜN pazar. Size eğlenceli bir masal anlatacağım. Hikâyeyi bilen varsa lütfen bağışlasın.

Ülkenin birinde padişah, her kimin devlete bir hizmeti, vatana bir yararlılığı olmuşsa ona madalya vermeye karar vermiş.
Padişahın, herkese nişan dağıttığını gören inek “Nişan asıl benim hakkım” diyerek koşa koşa sarayın kapısına gelmiş; “Padişaha haber verin” demiş “Bir inek kendisini görmek istiyor.”
Kapıcıbaşı, ineği başından savmak istemiş ama olayı duyan padişah:
“Gelsin bakalım, bu da nasıl bir inekmiş?” diye ineği huzuruna çağırmış; “Böğür bakalım inek, ne böğüreceksin?”
İnek “Padişahım” demiş, “duyduğuma göre nişanlar dağıtıyormuşsun. Ben de nişan almak istiyorum.”
Padişah “Hangi hakla?” diye bağırmış “Sen ne yaptın ki? Memlekete nasıl bir yararlılığın dokundu da sana nişan verelim?”
O zaman inek “Efendimiz” diye söze başlamış “bana nişan verilmesin de kimlere verilsin? Ben daha insanlara ne yapayım? Etimi yersiniz, sütümü içersiniz, derimi giyersiniz. Gübremi bile bırakmaz, kullanırsınız. Teneke nişan için daha ne yapayım?”

Yazının Devamını Oku

Türk bayrağı neden yoktu?

3 Mart 2011
MİLLETÇE duygusal bir yapımız var! Ölen kişiyi, hayattaki hataları ne olursa olsun, birden melek yapıyoruz.
Ölenin arkasından iyi konuşmak güzel âdettir ama çok abartmamak geriyor.
Son nefesine kadar partisinin başında kalarak hayatını tamamlayan Erbakan Hoca için ağıtlar yakıldı, “Şöyle iyiydi, böyle iyiydi” diye methiyeler düzüldü.
Övgü yarışına giren muhteremler, onun sağlığında neredeydi? Yaşarken niye ona karşı çıktılar, neden onun yanında olmadılar?
* * *
Rahmetli Erbakan’ın övülecek yanları vardı elbette...
Artıları da vardı, eksileri de...
Türk siyasetine damgasını vuran ve ülkenin kaderini etkileyen bir politikacı olduğu için onun iyi yanlarından bahsederken eksilerinden de söz edilmesi gerekir.
Erbakan, lider karizması olan, son derece zeki, tatlı dilli, esprili, hoşsohbet bir siyaset adamıydı. O konuşurken, inanmasanız bile zevkle dinlerdiniz. Fakat ülkeye faydalı oldu mu? Bu tartışılır!
* * *
Erbakan, ülkemizin Batı’ya uyum sağlayarak ilerleyeceğine inanmazdı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girerek kalkınacağına inananlara “Sizi gidi Batı taklitçileri sizi” diye çatar, Batı ülkeleri için “Siyonist Hıristiyan kulübü” derdi.
Önceki gün yapılan cenaze töreninde bir tek “Türk bayrağı” olmaması eleştirildi. Oysa bunda şaşılacak bir durum yoktu. Erbakan “Milli Görüş”ü savunurdu ama onun dediği milli görüş “Türk kimliğini” değil “İslam kimliğini” öne çıkaran siyasi bir çizgiydi.. Türk milliyetçiliği ile bir ilgisi yoktu. O bütün İslam dünyasını tek bir millet kabul ediyordu. Vasiyeti gereği, cenaze töreninde Türk bayrağı kullanılmadı.
Erbakan’ın 85 yıllık hayatının son 42 yılı siyasi mücadeleyle geçti ve bu süre içinde 5 parti kurdu. Bu 5 partinin 4’ü, “laiklik ilkesine uymadığı ve dini siyasete alet ettiği için” Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı.
Kurduğu 5’inci parti olan Saadet Partisi, eski hataları tekrarlamadığı için yoluna devam ediyor.
* * *
Her ölüm acıdır, üzücüdür ama doğruları konuşmak gerekir. Erbakan’ın ölümüyle Türkiye’de bir devrin kapandığını iddia edenler var. Oysa kapanan bir devir yok!
Bugün ülkeye hâkim olan AKP kadroları onun eseridir. 4 yıldır Cumhurbaşkanlığı yapan Abdullah Gül ile 8 yılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten Recep Tayyip Erdoğan, onun yetiştirdiği öğrencilerdir.
Erbakan’ın 1970’te kurduğu Milli Nizam Partisi ile ektiği tohumlar 1995 yılında meyve vererek kendisini, 2002 yılında da öğrencilerini iktidara taşımıştır.
* * *
Erbakan, bugün Türkiye’yi yöneten öğrencileriyle yıllardır ihtilaflıydı ama o öğrencilerinin sayesinde hapisten kurtuldu.
Erbakan “kayıp trilyon” davasında “evrakta sahtecilik” suçundan yargılanmış ve 2.5 yıl hapse mahkûm olmuştu. Devlete 12.5 milyon lira borcu vardı.
Öğrencileri vefalı davrandı, özel bir yasa çıkararak hocalarını hapisten kurtardı. Torba Yasa ile de devlete olan 12.5 milyon lira borcu 500 bin liraya düşürüldü. Enflasyon farkı nedeniyle bu miktar, yaklaşık 900 bin liraya çıkacak ve borcu mirasçıları ödeyecek.
Dinimizde, öleni hayırla anmak vardır.
Son 42 yıla damgasını vuran Erbakan renkli bir siyaset adamıydı. Tatlı dilli, esprili ve karizmatik bir liderdi. Siyasi tarihimizde derin iz bıraktı. Allah rahmetini ondan esirgemesin.
Yazının Devamını Oku

Dindar ile dinci arasındaki fark

28 Şubat 2011
PROF. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün yeni kitabı, günümüzün önemli bir yarasına parmak basıyor:<br><br>“İnsanlığı Kemiren İhanet: DİNCİLİK” Yaşar Nuri Hoca “Bu kitap, zulümleriyle dini kirletenlerin tarihidir. Kuran, dinciliği ‘büyük zulüm’ ve ‘en büyük düşman’ ilan etmiştir. Dincilik maskeli bir şirktir!” diyor.
Şirk, bilindiği gibi, Allah’a eş koşmak ve onun ortağı olduğunu söylemektir.
Hazreti Muhammed’in “Ümmetim adına en çok korktuğum şey” dediği işte budur.
İnsanlar, dini kullanan zalimler ve sahtekârlar tarafından nasıl aldatılıyor ve dinciler dini nasıl bir zulüm ve çıkar aracı haline getiriyor?
Yaşar Nuri Hoca’nın bu eserini herkesin, özellikle genç kuşağın okumasında büyük yarar var.
Dindar ile dinci arasında ne fark vardır?
Dincilik, “Tanrı’ya hizmet” yaftası altında dini Tanrı iradesinin tersine işletmenin şeytani zihniyetidir.
Dindar, dinin, yani tanrısal iradenin kendisini kullanmasına izin veren, bunun için de dinin sahibi olan Allah’a teslim olan insandır.
Dinci ise dinin kendisini kullanmasına asla izin vermeyen, dini kendi hesapları için kullanmaktan asla vazgeçmeyen insandır.
Dindar, seçkin ve üstün niteliklere sahiptir, kendi adını kullanarak Allah için iş yapar, dinci ise Allah adını kullanarak kendisi için iş yapar, insanları sömüren bir sahtekârdır!
* * *
İslam’ın temelinde barış, güven, mutluluk ve esenlik vardır. İslam bunları amaçlamaktadır.
Yaşar Nuri Öztürk “Kitabım, gerçekleri samimi vicdanlara anlatabilirse bu, bir Kuran mümini olarak beni mutlu edecektir” diyor. Yaşar Nuri Hoca’ya göre:
“Dincinin tek amacı vardır. Dini kullanarak kinlerini tatmin, menfaat ve itibar sağlamaktır. Dinci çıkarını kollar, dini siyasette kullanır, cehalet, egoizm ve hatta sadizm içindedir.
Dincinin hedefi, din adına verdiği mücadelenin sonucu ‘Tevhid dinini’ yani gerçek dini hayatın dışına itmek olmaktadır.
Dincilik, dinin tüm değerlerinin birer maskesinin kullanıldığı şeytani bir sanayi ve siyaset koludur. Dinci, din yaftası altında Allah’ın yetkilerini kullanmaya kalkan ikiyüzlü bir namert olduğu için Allah ona öfkelidir, rahmet ve merhametini onu kurtarmak için kullanmaz.
Dinciliğin bu imansız ve idraksiz sefaletini, en doyurucu ve etkili biçimde tanıtan beyanlar Kuran’da yer almaktadır. Gerçek dini dışlayarak onun yerine bir istismar dini geçirmenin Kuran’daki adı ‘şirk’, günlük hayattaki adı ‘dincilik’tir.
* * *
Dindarların en zararlı düşmanı dincilerdir. Çünkü dinci, dindarın en yüce, en kıymetli sermayesini, kirleten, çalan, istismar eden bir namerttir.
Dinci, dindarın hayatı pahasına koruduğu yücelikleri birer maske gibi kullanarak hesaplarını denk getirmeyi esas alan hayasız bir hırsızdır, gaspçıdır.
Dindar Allah’ın rahmeti, dinci ise Allah’ın musibetidir!
Dincilik (veya siyaset dinciliği) dini çıkar, koltuk, baskı, egemenlik aracı yapan bir sanayi koludur. İşin esası bakımından ne dini vardır, ne imanı!
Dincinin dini, imanı, Tanrısı, ibadeti, hep çıkarı ve hesabıdır. Dincilik, tarihin en verimli ama en zalim iş kollarından biridir. Dinci ise bu sanayi kolunu meslek edinmiş olanların adı ve unvanıdır.
* * *
Bu sanayi kolu (dincilik) şimdilerde tüm dünyanın nefesini kesiyor, uykularını kaçırıyor, o arada Türkiye’nin de gırtlağını sıkıyor.
Ne yazık ki tek kutuplu dünyanın süper zalimleri, sömürülerine destekçi bulmak için bu dinci sektörün her türüyle işbirliği içine giriyorlar.
Özellikle kendilerine, ‘İslam dünyası’ diyen aldatılmış kitlelerin aymazlarıyla!”
Yazının Devamını Oku

Korku dünyası!

27 Şubat 2011
İSTİKLAL Marşımız “Korkma” diye başlar... Evet, korkmayalım tabii...

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak...” diye devam eder marşımız... Evet, buna inanıyoruz tabii...
İyi de, son zamanlarda neden sık sık “korku devleti” haline geldiğimiz söyleniyor?
Türk toplumunun önemli bir kesiminde korku ve endişe var.
Korku, bulaşıcı bir hastalık gibidir, hızla yayılır, insanı işe yaramaz hale getirir, bitirir!
Peki, korku nedir? Korkunun sonu var mıdır? Korkaklıktan kurtulmak mümkün müdür?
Korku, sahip olunan bir şeyin kaybedilme ihtimalinin yarattığı bir duygudur.
Hayatını kaybetmekten korkanlar vardır. Parasını, özgürlüğünü, işini, eşini, sevgilisini kaybetmek endişesinin yarattığı, insana hayatı zindan eden korkular vardır.

Yazının Devamını Oku

Savunma hakkı kutsaldır

24 Şubat 2011
“YA sev ya da terk et” başlıklı yazım büyük bir ilgi yarattı. Bir kısım insanlarımız eleştirirken, büyük bir çoğunluk takdir duygularını bildirdi. İki görüşe de saygı duyuyorum.
Bu arada (www.gazeteciler.com) adlı internet sitesinde yazan meslektaşımız Adnan Berk Okan “Oldu mu ya Rahmi Bey, oldu mu ya!” başlıklı yazısında “Rahmi Turan gibi duayenler de tam ırkçı bir zihniyet sergiler mi?” diyerek, eleştiren grupların paralelinde bir görüş sergiledi. Ona ve dolaysıyla tüm eleştirenlere yazdığım cevap yazısı şöyle:
* * *
“Eleştirinizi ilginç buldum. Haklı yanlarınız da var, haksız yanlarınız da...
Zaten hayatta hiç kimse, genellikle tam olarak haklı ya da tam olarak haksız değildir.
Eleştirinizi saygıyla karşılıyorum ama benim de söyleyecek birkaç çift sözüm var.
Hiçbir zaman önyargılı değilim. Tarafsız ve objektif olmaya çalışıyorum.
Ergenekon adı verilen davada elbette ki, suçlu olan varsa ve bu kanıtlanırsa, adil yargı tarafından gereken şekilde cezalandırılacaktır.
Suçsuz olan varsa, ki ben tutuklu olan gazetecilerin suçsuz olduklarını düşünüyor ve masum oldukları anlaşılınca beraat edeceklerine gönülden inanıyorum.
Çok uzun süreden beri, asteğmenden orgenerale kadar, hiçbir subayı tanımam, hiçbiriyle de yüz yüze gelmişliğim ve tek kelime konuşmuşluğum yoktur.
Suçlu olan varsa elbette ki, yasaların emrettiği cezayı görecektir.
Ancak ben, tutukluluk süresinin bu kadar uzun olmasını adil bulmuyorum. Sanıklar pekâlâ tutuksuz olarak yargılanabilir.
Normal sınırları aşan tutukluluk süresi, peşin cezalandırmaya dönüşüyor ve girmeyi çok arzuladığımız Avrupa Birliği’nin hiçbir ülkesinde böyle bir uygulama görülmüyor.
* * *
2.5 yıldır tutuklu olan teğmenin savunmasına gelince... İlginç bulduğum için yayınladım.
Haklı mı, haksız mı, bunu bilmiyorum ama savunması buram buram yurt sevgisi kokuyordu ve ifadesi şiirseldi.
27 yaşındaki gencecik bu insanın haykırışının, mahkeme salonunun duvarları arasında kalmamasını, ilgilenen herkesin duymasını istedim.
Savunma hakkının kutsal olduğuna inanıyorum. Elbette ki, kararı adil yargı verecektir.
Savunma hakkının kutsallığı bir gün size, bize, hepimize lazım olabilir.
Hiçbir hukuk devleti savunmayı kısıtlayamaz.
* * *
‘Ya sev ya da terk et!’ meselesine gelince...
Tırnak içinde naklettiğim bu söz benim değil, Avustralya’nın 48 yaşındaki kadın Başbakanı Julia Gillard’ın sözüdür. Bana ilginç geldiği için yazdım.
Ben, Kürtçe dilinin öğretimine karşı değilim. Herkes nasıl İngilizce, Fransızca, Almanca öğrenebiliyorsa, Kürtçe de öğrenebilir ve Kürtçe okullarda seçmeli ders olarak öğretilebilir.
Ben Kürtçe öğrenimine değil, Kürtçe eğitime karşıyım. İkisi arasında büyük fark var.
Kürtçe eğitimi ve Kürtçenin, Türkçe yanında ikinci resmi dil olmasını çok sakıncalı buluyorum. Bu, ülkeyi bölmek anlamına geliyor.
Türkiye’nin resmi dili Türkçedir ve her zaman Türkçe olmalıdır.
Bayrağımız tektir ve muhteşem güzellikteki ay-yıldızlı bayraktır.
Ben ırkçı değilim ama ülkemi ve milletimi çok seviyorum.
Bölücü düşüncelere ve fikirlere kesinlikle karşıyım. Bu ülkede herkes, etnik kökeni ne olurda olsun, Türk bayrağı altında kardeşçe yaşamalıdır.
Ülkemiz batarsa, onunla birlikte hepimiz batarız. Bunun bilincinde olmalı ve yurdumuza gözümüzün içi gibi bakmalıyız.”
Yazının Devamını Oku

‘Ya sev, ya da ülkeyi terk et!’

21 Şubat 2011
BİZ “Türkçe’nin yanında Kürtçe ikinci resmi dil olsun mu, olmasın mı?” diye tartışırken, en demokratik ülkelerde bile o ülkenin dili asla tartışmaya açılmıyor. Bunun en son örneği geçtiğimiz günlerde Avustralya’da yaşandı.
160 bin Türk’ün de yaşadığı Avustralya’nın 48 yaşında, güzel bir kadın Başbakanı var. İşçi Partisi’nin lideri olan Bayan Julia Gillard, Başbakanlık koltuğuna geçen yıl oturdu.
Avustralya’da her milletten çok sayıda yabancı bulunuyor ve bunlar kendi dillerinde eğitim, kendi dillerinde okullar, kurslar istiyor.
Bu konudaki talepler artıp, baskı halini almaya başlayınca, o hanım hanımcık Bayan Başbakan Julia Gillard yumruğunu masaya vurarak “Bu ne demek?” diye adeta kükredi.
Kadın Başbakan’ın sert konuşmasının bir bölümü şöyle:
* * *
“Bu ülkede İspanyolca, Arapça, Hinçe, Çince, Japonca, Rusça ya da başka bir dil değil İngilizce konuşulur.     Bizim resmi dilimiz İngilizce’dir, milli marşımız ve bayrağımız budur.
Burada yaşayan bütün etnik gruplar bizim kültürümüze uymak ve dilimizi konuşmak, milli marşımıza ve bayrağımıza saygı göstermek zorundadır.
Bunu istemeyen kim varsa, ülkemizden çekip gitsin! Ya sev, ya da ülkeyi terk et!
Herkes bizim kurallarımıza uymalı, aksi halde, bu topraklardan gitmeli!”
Bu sözleri, demokratik bir ülke olan Avustralya’nın kadın Başbakanı söylüyor...
Kökeni hangi millete ait olursa olsun, Avustralya topraklarında yaşayan ve ülkenin nimetlerinden faydalanan bütün göçmenlerin Avustralyalı olduğunu, İngilizce bilmek zorunda olduklarını belirten Bayan Başbakan Julia Gillard, Avustralya pasaportu taşıyanların asla bölücülük, ayrımcılık yapmaya hakları olmadığını vurguluyor.
Peki, ya biz Türkler? Evet, biz maalesef Türkiye olarak bunu söyleyemiyoruz. Yazık!
* * *
Yerli Sokrates’in savunması!
Okurlarımdan sürekli sorular yağıyor. Ergenekon duruşmalarında tutuklu olarak yargılanan ve kendisinden “Sokrates” diye söz edilen Kara Pilot Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin kim olduğu, nasıl bir savunma yaptığı soruluyor.
Ben, Teğmen Çelebi’yi tanımıyorum. Ancak 27 yaşında olduğunu, çok başarılı bir öğrencilik hayatı geçirdiğini, askeri liseyi birincilikle, Harp Okulu’nu ise dördüncülükle bitirdiğini biliyorum. Ergenekon soruşturması nedeniyle 18 Eylül 2008’de gözaltına alındı, 20 Eylül 2008 günü tutuklandı. İki buçuk yıldır Silivri Cezaevi’nde yatıyor.
Avukatları, çok kitap okuduğunu ve güçlü bir hitabet yeteneğine sahip olduğunu söyledikleri Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin savunmalarını zaman zaman bizlere de yolluyor.
Savunmalar çok uzun... Bunların bu sütuna sığması mümkün değil.
Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin sözlerinden ilginç bulduğun bir bölümü şöyle:
* * *
“Vatanıma ihanetle yargılanıyorum.
Bir şüphe kırıntısı dahi akıllarda yer ederse eğer, milletimden talebimdir:
Eğer ki ben suçlu, vatanını satmış isem... Çıkarın o şanlı üniformamı üzerimden...
Yeter olsun! Mübarek vatan havasını ciğerlerime sokmayın!
Lekelenmişse eğer alnım, onu topraklara sürtün.
Daha fazla değdirmeyin ayaklarımı vatan topraklarına.
Dağ doruklarında bırakın bu bedeni,
Kuşlar etimi çeke çeke parçalasınlar beni.
Bütün varlığımı ovalara saçsınlar ki ibret olsun âleme...”
(Silivri’de tutuklu Kara Pilot Teğmen Mehmet Ali Çelebi)
Yazının Devamını Oku

Peş peşe devrilen başkanlar!

20 Şubat 2011
BÜYÜK usta Aziz Nesin ile 1960’lı yıllarda, o zamanki Akşam Gazetesi’nde bir yıl, 1970’li yıllarda dönemin büyük gazetesi Günaydın’da iki yıl beraber çalışmıştık. Kitapları dünya dillerine çevrilen Aziz Nesin sohbetlerinde “Hayvan deyip geçmeyin” der ve bizlere sık sık hayvan hikâyeleri anlatırdı.
Tunus’ta ve Mısır’da “Peş peşe devrilen başkanlar” nedeniyle aklıma, rahmetli Aziz Nesin’in o günlerde anlattığı bir hikâye geldi. Bugün pazar. O eğlenceli öyküyü nakledeyim...
* * *
Hayvanlar, kendi aralarında en zeki hayvan yarışması düzenlemişler...
Yarışmanın iki güçlü adayı var: Tilki ve sansar.
Kurnazlıkta ve zekâda bu ikisine üstün gelecek başka hayvan yok.
Sansar ve tilki arasında müthiş bir rekabet başlar, birbirlerine düşman olurlar.
Sansar, tilkinin, tilki de sansarın kazanmaması için ellerinden geleni yaparlar.
Sansar “Tek tilki kazanmasın, zararı yok, ben de kazanmayayım” der.
Tilki de “Tek sansar kazanmasın da kim kazanırsa kazansın” havasına girer.
Durum bu denli düşmanlığa varınca sansarla tilki, en zeki hayvan yarışmasının birinciliği için başka bir aday aramaya başlarlar.
Öyle bir hayvan bulmalılar ki, zekâ konusunda kendileriyle yarışa çıkmasın, onlara bir zararı olmasın, yani hayvanların en aptalı olsun.
Araya araya bulurlar bu hayvanı: Öküz!
* * *
Bir sabah sansar, yemyeşil çayırlıkta otlamakta olan öküzün yanına gidip:
“Merhaba öküz kardeş” diye söze başladıktan sonra öküzün zekâsını övmeye başlar.
Öküz şaşırarak “Benimle alay mı ediyorsun sansar kardeş?” der. Sansar:
“Hayvanların en zekisiyle alay etmek ne haddime” diye övgüye devam eder.
Sansar gittikten sonra tilki de öküzün yanına gider. Kendisine bön bön bakan hayvana:
“Ah öküz kardeş, gözlerinden zekâ kıvılcımları çıkıyor” der.
Öküz “Ben her ne kadar öküzsem de, sandığın kadar da öküz değilim” diye itiraz eder ama tilki “En zeki hayvan yarışmasının rakipsiz tek adayı sensin” diye onu inandırır.
Hayvanlar öküzün zeki olmadığını, yarışmayı kesinlikle kazanamayacağını bilirler ama kıskandıkları sansarla tilkinin en zeki hayvan seçilmemesi için öküzün zeki olduğuna inanmış görünürler. Müthiş bir reklam kampanyası başlar.
Dağlar taşlar, ormanlar çöller, kayalar dereler, harika öküz öyküleriyle yankılanır.
Yarışma günü gelir. Hayvanların bir kısmı, öküzün “en zeki” olduğunda anlaşır. Kalan oylar da bölününce en çok oyu öküz alır ve yarışmayı kazanır. Böylece öküzün toplumdaki yeri, işi, görevi yükselmiş olur. Öküz artık kasıla kasıla yürür, şişine şişine böğürmeye başlar.
* * *
Hayvanlara yeni başkan seçilme zamanı gelir. Aslanın tekrar başkan seçileceğine kuşku yoktur. Fakat kaplan da başkanlığa adaylığını koyunca işler karışır.
Aslan ve kaplan “Ne o, ne ben” demeye başlarlar. Çekişme büyüyünce başkanlığa öküz aday gösterilir. Çünkü hayvanlar, inanmadan, yalan olduğunu bile bile öküzü en zekileri seçmişler ama sonra kendileri de inanmaya başlamışlardır.
Aslan ile kaplanın kavgası devam ederken seçim zamanı gelir hayvanların oybirliği ile öküz başkan seçilir. Başkan öküz, kendini gerçekten başkan sanarak başkan gibi davranmaya başlayınca, hayvanlar da onu gerçekten başkan sanmaya başlarlar.
Hayvanların tarihini yazan gergedan, tarih kitabında bu olayı şöyle anlatır:
“Filler tepişir olan otlara olur... Öyle zaman gelir ve güçlüler birbirlerine öyle girerler ki, arada öküz bile başkan olur!”
Ortadoğu’da yaşanan son olaylar ve peş peşe devrilen başkanlar bize bunu hatırlattı.
Yazının Devamını Oku