Rahmi Turan

Sineği çekiçle öldürmek!

27 Haziran 2011
BİR laf vardır: “Arkadaşının başındaki sineği çekiçle öldürme” denir. Bir çekiç darbesiyle belki sinek ölür ama adamın başından da artık hayır gelmez! Yüksek Seçim Kurulu’nun, Hatip Dicle hakkındaki kararı, çekiçle sinek öldürmeye benziyor. Açtığı yara, ülkeye belki de faydasından çok daha fazla zarar verecek!

Bazı işler iyi niyetle, dostça yapılsa da, aklını kullanmayan dostlar, ülkeye ve insanlara düşmandan daha zararlı oluyor.

Yalnız Hatip Dicle değil, Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, Engin Alan olayları da öyle... Halkın iradesini yok sayan kararlar, doğal olarak ortamı gerdi, ülkeyi karıştırdı.

Demokratik bir hukuk devletinde böyle gariplikler olabilir mi? Bizde oluyor işte!

O halde, oturup düşünmemiz lazım:

“Biz ne kadar demokratız?” ya da “Gerçekten demokratik bir hukuk devleti miyiz?”

* * *

Bir hukuk devletinde halkın iradesini yok saymak mümkün olabilir mi? Demokratik Batı ülkelerinde böyle bir şey düşünülemez bile...

Dünyada, hiçbir ülkenin, antidemokratik uygulamalarla düzlüğe çıktığı görülmemiştir.

Milli iradenin üstünlüğü nerede? Yüz binlerce oy alıp milletvekili seçilenleri hapiste tutmak demokratik bir olay mı? Ülkemizde var olduğu iddia edilen “ileri demokrasi” bu mudur?

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Kürsüsü’nün arkasında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diye bir yazı vardır. Nerede bu egemenlik?

Milletin hür iradesiyle seçtiği milletvekillerini hapiste tutmak hür iradenin (!) tecellisi midir? Demokratik denilen bir ülkede böyle bir şey olabilir mi?

* * *

Millet iradesi hakkında birçok nutuk dinledik. Eski siyasiler de öyle diyordu, yeniler de aynı şeyi tekrarlıyor: Millet idaresi hey şeyin üstündedir! Acaba öyle mi?

Milli irade üzerinde hiçbir güç tanımadıklarını söyleyen muhteremler nerede? Yoksa milli irade dedikleri sedaca bir laf mıdır?

Seçilmiş tutuklular içeride yatarsa, milli iradenin üstünlüğü sadece bir palavradan ibaret olmaz mı? Doğrusu çok acı, hazin bir durum!

* * *

Yarın Meclis’te yemin töreni var. Milletvekili olarak çalışmaya başlamak için ant içmek şart. Buna “Milletvekili yemini” deniliyor ve şu sözlerden oluşuyor:
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma, toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma, büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”

* * *

Söz ve yemin insanın onurudur, şerefidir. Bu yemini edip de, yine Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmeye, yıkıp parçalamaya çalışanlara ve Atatürk ilkelerini çiğneyenlere “Şerefsiz” denmez de ne denir?

Sen kürsüye çıkıp, tüm milletin önünde şeref yemini edeceksin, sonra da o ülkenin temellerine dinamit koymaya çalışacaksın! Bu şerefli bir davranış olur mu?

İnanmıyorsan yemin etmezsin. Eğer yemin ediyorsan, tutarsın. Şeref bunu gerektirir!

Geçtiğimiz dönemde bunun çok olumsuz örneklerini gördük!

Hem yemin edip, hem tersini yapmak...

İşte, şerefsizlik budur! Dileriz artık öyle olmaz!
Yazının Devamını Oku

Sünnet, barbarca ve aptalca mı?

20 Haziran 2011
GEÇEN hafta içinde basında şöyle bir haber yer aldı: “Gladyatör, Akıl Oyunları gibi filmlerin ünlü Avustralyalı aktörü Russell Crowe, sünnetin aptalca olduğunu söyleyince büyük tepki topladı. Hollywood’un Oscar Ödüllü yıldızı, arkadaşı olan Yahudi kökenli yönetmen Eli Roth’a ‘Sünnet barbarca ve aptalca. Siz kimsiniz ki doğal olanı düzeltiyorsunuz? Tanrı’nın gerçekten bir parça deri bağışına ihtiyacı var mı? Bebekler mükemmeldir’ dedi.

Bu sözler internette kısa zamanda hızla yayıldı, özellikle Yahudiler büyük tepki gösterip, Russell Crowe’u lanetledi. Protestolar artınca endişelenen aktör ‘Yanlış anlaşıldım. Kimseyi incitmek istemedim’ diye geri adın attı.”

Haber böyle. Peki, gerçek ne? Sünnet faydalı mı, faydasız mı? Ya da aptalca mı?

Bunun doğru cevabını, Türkiye’nin en ünlü sünnetçisi Kemal Özkan verir, diye düşündüm. O Kemal Özkan ki, sünnette büyük devrim yapmış bir “Usta”dır.
48 yılda 121 bin çocuğu sünnet eden Kemal Özkan, dünyada lokal anestezi ile “acısız sünneti” başlatan adamdır. Bakınız sünnet konusunda neler anlattı?

* * *

Sünnet, günümüzden 6500 yıl evvel, MÖ 3500 yıllarında başladı. İlk uygulama Hazreti İbrahim tarafından, 13 günlük bebek olan oğlu İshak’a ve 13 yaşındaki İsmail’e yapıldı. 85 yaşındaki Hz. İbrahim, aynı gün kendi kendini de sünnet etti.

İbrahim Peygamber, bu sünnetleri çakmak taşı ile gerçekleştirdi. Daha sonraki asırlarda her türlü kesici âlet kullanılarak sünnet yapıldı ve lazerle noktalandı. Lazeri dünyada ilk ve son defa kullanan benim. Tüm tecrübelerin ışığında ‘Koter’le yapılan lokal anestezili cerrahi sünnetin en sağlıklı sünnet olduğu sonucuna vardım.

* * *

Hollwood’un ünlü aktörü Russell Crowe, hazin bir yanılgı içindedir. Çünkü, sünnetin sağlık açısından faydalı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış bulunuyor:

· Penis kanseri, genellikle sünnet olmamış toplumlarda görülür. Sünnet, penis kanserini büyük ölçüde önler. Sünnetsiz erkeklerde penis kanseri çok daha fazla görülür. Eşlerinde ise rahim ağzı kanserine daha sık rastlanır.

· Sünnet olan erkeklerde cinsel temasla bulaşan hastalıklar ve idrar yolları iltihapları daha az görülür.

· Sünnetlilerde, (Boanitis, Posthitis gibi) sünnet derisi hastalıkları olmaz.

· Sünnet derisi altında toplanan idrar, sonuçta iltihaba dönüşür ve böbreklere de zarar veren hastalıklara yol açar. Sünnet, o bölgenin temiz kalmasını sağlar.

· Sünnet derisinin altındaki salgının birikimiyle taşlar oluşur.

· Sünnetlilerde penis başı hassasiyeti azaldığı için erken boşalma olayı daha azdır.

· Sünnet olmayanlarda, meninin deri altında kalması nedeniyle kısırlık oluşabilir.

· Yapılan bilimsel çalışmalara göre, sünnetli erkeklerin AIDS hastalığına yakalanma riski, sünnetsiz erkeklere göre altı kat azdır.

· Sünnetli erkekler eşlerini cinsel yönden daha çok mutlu eder.

* * *

Sünnetin yaşı vardır. Çocuk her yaşta sünnet edilmez! Ben, 9 aylığa kadar olan çocuklarla 6 ve daha üstü yaşlardaki çocukları sünnet ederim. 1-5 yaşları çocukların psikososyal gelişme devreleridir. Bu yaşlarda çocukta, pipilerini kaybetme korkusu vardır. Anneye de bağlılık son derece kuvvetlidir. Bu yaşlarda yapılacak sünnet, psikolojik travmalara sebep olur. 6 yaşından sonra bu psikososyal devre, bir durgunluğa girer ve ergenlik çağına kadar devam eder. İdeal sünnet yaşı 6 ve üstüdür.”

Ünlü sünnetçi Kemal Özkan böyle diyor...

Demek ki, “Sünnet aptalca” diyen Russell Crowe saçmalamış bulunuyor!
Yazının Devamını Oku

Beyaz bir sayfa açılabilir mi?

13 Haziran 2011
BUGÜN 13 Haziran... Aydınlık, özgür, umut dolu, yeni bir Türkiye’ye uyandık mı? Akıl, bilim ve adalet yolundan ayrılan ülkemizde artık sorunlarımız bitsin, ulusumuz, yalan, çekişme, istismar ve dedikodu batağından kurtulsun istiyoruz.
Bu seçimle birlikte beyaz bir sayfa açılabilir mi acaba?
Gönlümüz bunu istiyor ama sürekli gerilen bir ortamda beyaz sayfalar kararıyor!
Yine de umudumuzu muhafaza etmek istiyoruz.
Çünkü hepimiz, aynı geminin yolcularıyız.
O gemi tehlikeli sularda yüzmeye devam ederse, bundan zarar görmeyenimiz olmaz!
Aklımızı başımıza toplamalıyız!
Ülkedeki kutuplaşmanın, her gün biraz daha büyüyen kin ortamının bitmesi gerekiyor!
* * *
İşsizler, yoksullar, öğrenciler, öğretmenler, köylüler, emekliler, memurlar, yaşlılar, kimsesizler, hastalar, engelliler, dün oylarını bir umut peşinde kullandı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mehmet Ali Şahin yakın dostlarına “Neden beni görünce insanların akıllarına iş geliyor?” diye soruyormuş...
Ülkemizdeki insanların çoğu yoksul ve işsiz de ondan...
21’inci asrın 11’inci yılındayız. 2002’den beri iktidarda olan bir parti var.
Her alanda sorunlar yumağı halinde yaşıyoruz!
Çalışma çağındaki genç insanlarımızın (üniversite mezunları dahil) dörtte biri işsiz!
Ülkemizde her yıl, yaklaşık 1 milyon 200 bir bebek doğuyor.
Başbakan’a göre bu miktar az... O, her kadının en az üç çocuk doğurması görüşünde! İyi de... Bunların eğitimi ne olacak? Çalışacak çağa geldikleri vakit hepsine iş bulabilecek miyiz? Yoksa onlar da, sefalet içinde yaşayan işsizler ve eğitimsizler ordusuna mı katılacak?
Ülkemiz, ithalata dayalı bir büyüme içinde! Yatırıma dayalı gerçek bir büyüme yok! Bugünkü nüfus artışına iş sağlamak için bile yeni iş imkânları yaratamıyoruz.
Doğan her çocuğun geleceğini düşünmek zorundayız. Aksi halde, bugün zar-zor geçinirken yakın gelecekte, insanlarımızın çoğu tamamen geçinemez hale gelecek.
Ülkemizde çözüm bekleyen en acil konu “İşsizlik sorunu” olmalı!
* * *
Babalar, haylaz çocuklarına “Oku da adam ol” derler. Biz de, okuyanın daha kolay iş bulacağına inanırız. Bütün dünyada bu böyledir ama Türkiye’de tersine...
Ülkemizde, okuyan da iş bulamıyor, okumayan da... Ancak, okumayanlar arasındaki işsiz oranı daha düşük! Türkiye’de, tahsil yükseldikçe, işsiz sayısı artıyor! Şu rakamlara bakın:
İş bulamayan yüksek okul mezunları: 446.000
İş bulamayan düz lise mezunları: 342.000
İş bulamayan meslek lisesi mezunları: 332.000
İşsiz okuma yazma bilmeyen sayısı: 69.000
Tahsil azaldıkça, işsiz sayısı da azalıyor! Tersine bir dünya!
İşin daha hazin bir yanı; (Kadir Has Üniversitesi’nin yaptığı bir ankete göre) insanlarımızın yüzde 68’i, ülkemizde işsizlik sorununun çözüleceğine inanmıyor!
* * *
Kısa adı TÜİK olan Türkiye İstatistik Kurumu’nun tespitlerine göre, Türkiye’de zengin ile fakir arasındaki gelir farkı 8,5 kata ulaşmış bulunuyor.
Yoksulluk kentlerde yüzde 5.8, kırsal bölgelerde yüzde 9 artmış durumda... 12 milyon kişi yoksulluk, 10 milyon kişi de açlık sınırında yaşıyor. 40 milyon kişi (nüfusun yaklaşık yüzde 56’sı) borç içinde... Buna rağmen, tevekkül içinde, kaderimize boyun eğmişiz!
Eziyet çekerek yaşamaktan zevk mi alıyoruz, nedir?
Yazının Devamını Oku

Ak mı, kara mı? Az sonra!

6 Haziran 2011
GÜNLER bir ırmak gibi akıp gitti ve seçime sadece altı gün kaldı. Yaygın iftira ve karalama kampanyalarıyla dolu kapkara bir propaganda dönemi yaşadık.
Sanırım, vicdan sahibi her seçmen bunu değerlendirecek ve bu tür çirkinliklere karşı uyanık ve duyarlı davranacaktır.
Liderlerin atışmaları, karşılıklı hakaretler, suçlamalar aklı başında insanları sıkıyor!
Bunlar, birbirlerine laf sokuşturmayı marifet sanıyor, milletin kendilerini zevkle dinlediğini sanıyor! Oysa durum tam tersi... Sıkıntı verici ve itici!
Ülke sorunları ortada: Ekonomik sıkıntılar, özgürlükler, yeni anayasa, Aleviler, Güneydoğu sorunu ve PKK... Bunların üzerinde durulduğu pek yok!
Sanat ve kültür deseniz, hiç yok! Ülkemizi yönetenlerin kültürle, sanatla ilgileri ne yazık ki bulunmuyor! Anlaşılan, bir toplumun kültürle gelişeceğinin bilincinde değiller!
Bizim seçmenlerimizin önemli bir bölümünün, kültür ve sanatla ilgileri olmadığı için, bu tip insanları seçiyorlar!
Sonra da “Gelişemiyoruz, geri kalıyoruz, sıkıntılardan kurtulamıyoruz!” diye dövünüp duruyoruz. Kültürsüz toplumlar nasıl gelişebilir ki?
Siyaset adamlarımıza bakın, uygarlığın neresindeyiz anlayın!

* * *

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu “Ülkemizde demokrasi değil, örtülü bir OHAL (Olağanüstü Hal) yaşanıyor” demekte haklıdır.
Biz daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha fazla hak, hukuk ve adalet isterken, ülkemizde bugüne kadar görülmemiş ölçüde bir “demokrasi krizi” yaşandığını görüyoruz.
Türkiye’de “ileri demokrasi” olduğunu iddia edenler, en hafif tabiriyle yalan söylüyor!

* * *

Üç partinin de mitinglerinin birer insan seli halinde olduğunu görüyoruz.
Televizyonlardaki görüntülere bakınca şaşırmamak mümkün değil.
Çeşitli oyunlar ve çirkin entrikalarla yüzde 10’luk seçim barajının altına itilmeye çalışılan MHP’nin mitinglerinde bile, meydanlar insanlarla dolup taşıyor.
Kitlesel bir heyecan ve coşku var.
MHP’nin geçen seçimdeki durumunu koruyup 3’üncü parti olarak Meclis’i girmesi kesinlikle sürpriz değil...
MHP’nin Meclis’e girmesinin demokratik hayatımızın gelişmesi bakımından büyük önemi var. MHP’nin alacağı her sandalye, AKP’nin Anayasa’yı tek başına, dilediği gibi değiştirecek güce ulaşmasını engelleyecek.

* * *

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün, seçime kısa bir süre kala:
“Hiçbir kişisel ve kurumsal bir karşılık beklemeden, değişim sözü veren CHP’ye oy verilmesi gerektiğine inanıyorum” diye sürpriz bir çağrıda bulunması, ilginç bir gelişmedir.
Baykal’ın genel başkanlığı döneminde haksız yere CHP’den ihraç edilen Sarıgül’ün başlattığı Türkiye Değişim Hareketi’nde sağ kolu olan Bülent Tanla “Sarıgül’ün CHP’ye destek çağrısı gerçekten fedakârlıktır. Sayın Başkan, bugünkü CHP’nin demokrat, özgürlükçü ve yenilenmiş bir CHP olduğu görüşünde” dedi.
Sarıgül, Kılıçdaroğlu CHP’sinin, Baykal CHP’sinden çok farklı olduğuna inanıyor.

* * *

Seçim öncesi çeşitli kuruluşlar birçok anket açıkladı.
Her anket, yapanın meşrebine göre ayrı telden çalıyor.
Ben şahsen hiçbirine inanmıyorum. Hepsi, seçmeni belirli bir yöne kanalize etmeyi amaçlıyor. Her birinin ayrı bir çıkar hesabı var! Ak mı, kara mı, pazar günü göreceğiz!
12 Haziran genel seçimi, dilerim hayırlara vesile olur.
Yazının Devamını Oku

‘Böyle gelmiş, böyle gitmez’ demeliyiz

30 Mayıs 2011
SAĞLIK kontrolü nedeniyle gittiğim Londra’da bir süre tatil yaptım. İngiltere ilginç bir memleket... Kraliyetle yönetiliyor ama demokrasinin en ilerisi bu ülkede... Her türlü fikre tahammül ediyorlar. Eyleme dönüşmediği sürece (küfür ve hakaret dahil) her şeye hoşgörüyle bakıyorlar.

Bilindiği gibi, Hyde Park’ta ünlü bir köşe var. “Speakers Corner” adı verilen bu yerde, kafası kızan bir insan yalnız Başbakan’a değil, Kraliçe’ye bile sövebiliyor.
Polisler, bir portakal sandığının ya da bir taburenin üzerine çıkıp veryansın eden o kişiyi sadece birer seyirci gibi izliyorlar. Çevreyi rahatsız edecek bir eylem olmadığı sürece, ağzına geleni söyleyen konuşmacıya hiç müdahalede bulunulmuyor.

Londra’nın merkezi olan Westminster bölgesindeki İngiltere Parlamento Binası’nın karşısında, birçok protestocu çadır kurmuş, orada yatıp kalkıyor, sabah-akşam İngiltere hükümetine sövgüler yağdırıyor, polis onlara da müdahale etmiyor.

İngiltere’de demokrasi alabildiğine geniş...

Herkes içindekileri dökecek!

Bu, İngiliz vatandaşlarının en doğal hakkı olarak görülüyor.

Ancak... Protestoların eyleme dönüşmemesi şart!

Çevrelerine zarar veren insanlara karşı polis acımasız ve gaddar!

Olay çıkartan ya da çıkartmaya kalkanların vay haline!

Başka insanlara zarar verilmeyecek!

* * *

Kensington bölgesinde bir yangın oldu. Russel sokağında restore edilen bir bina, ansızın alevler içerisinde kaldı.

Biz dumanları gördük, alarm zillerinin çaldığını duyduk, daha “Ne oluyor? Ne yapabiliriz?” dememize fırsat kalmadan itfaiye araçlarının siren sesleri duyuldu.
5 dakika içinde Russel sokağına üç itfaiye arabası girdi. Yol kenarındaki yangın musluğuna hortumu bağlayıp kısa sürede yangını söndürdüler.

Böyle bir yangın olayı İstanbul’da olsa, birkaç bina tutuşup kül olduktan sonra yangın söndürülebilirdi. İtfaiye yangını geç haber alır, araçlar dar sokağa giremez, girse bile, sağa sola park eden otomobillerden geçemezdi.

* * *

40 yıldır Londra’da yaşayan arkadaşım Bora Paran’la kenti dolaşıyoruz. Öğle vakti, bir lokantada yemek yiyeceğiz. Etraf boş görünüyor. Bora “Hayır, oraya park edemeyiz” diyor. “Burası sokakta oturanların yeri.”

Yol kenarları boş görünüyor ama park edilmemesi için her yerin ayrı bir sebebi var. Kimi itfaiye musluğunun önü, kimi, sakatlara ayrılmış yer, kimi taksilere tahsis edilmiş...

Sokaklarda sürekli olarak “Belediye warden’leri” dolaşıyor. “Warden”  sözcüğü “bekçi, muhafız”  anlamına geliyor. Bunlar bir çeşit “Park polisi görevi” yapıyorlar. Görevleri sadece yanlış yere park eden araçları tespit ederek onlara ceza yazmak!

Kim olursa olsun, ister İngiltere Başbakanı Cameron, isterse Prens Charles  olsun, eğer yanlış yere park ederlerse, cezayı yerler! Kurtuluş yok!
“Belediye Warden’leri” sokak sokak dolaşıp, trafik kurallarına aykırı park etmiş olanlara basıyorlar cezayı... Ağır olan cezalar, tekrarı halinde daha da ağırlaşıyor. Rüşvet olanaksız!

* * *

Bu bir çeşit park polisliğinin, İstanbul başta olmak üzere bütün büyük kentlerde kurulması, bizde park sorununun çözülmesinde büyük faydası olabilir. Olabilir ama yapamayız tabii...

Biz sadece şikâyet ederiz, sonra da “Böyle gelmiş, böyle gider” deriz. Aslında tam tersini söyleyip “Böyle gelmiş, böyle gitmez” demeliyiz ama diyemiyor ve sıkıntı çekmeye devam ediyoruz. Yalnız park konusunda değil, demokrasi ve özgürlükler konusunda da öyleyiz!
Yazının Devamını Oku

Ülke bir gemi, akıl yelkeni!

23 Mayıs 2011
KASET skandallarının damgasını vurduğu seçime 20 gün kaldı. 50 milyondan fazla seçmen sandık başına gidecek. Bazı karanlık çevreler, organize tuzaklarla MHP’yi yok etmek istiyor.
Ancak... Kirli şantaj kasetleri ters teperek, MHP’yi mağdur durumuna düşürebilir.
At izinin it izine karıştığı bir ortamda gittiğimiz 12 Haziran bir dönüm noktası mı?
Ülkemiz kaostan, kargaşadan, düşmanlıktan kurtulacak mı?
Bir kurtuluş, bir yenileşme sürecine girebilecek miyiz? Tam bir bilmece!
Seçim meydanları çok sert! Sözler daha kırıcı, daha keskin! Bana sıkıntı veriyor!
Tayyip Bey, üçüncü kez iktidar olmanın hesapları içinde... Kılıçdaroğlu için “O çırak, benim dengim değil” filan diyor ama aslında tek ciddi rakibi olarak onu görüyor.
CHP örgütü cevval değil. Kılıçdaroğlu neredeyse tek başına mücadele ediyor.
Ülke bir gemi, akıl yelkeni, fikir ise dümeni... Seçimde akıl ve fikir yolunu mu izleyeceğiz, yoksa düşmanlıklar keskinleşecek mi, göreceğiz!

Şaşırmamak mümkün değil! Halkımız yoksul, sıkıntı içinde, işsiz ama mutlu imiş!
Kısa adı TÜİK olan Türkiye İstatistik Kurumu’nun araştırmasına göre 12 milyon insanımız yoksulluk sınırında... Her 100 aileden 60’ı borçlu... 15 yaşın altındaki 52 milyon insanımızın sadece 22 milyonunun işi var. Nüfusun yüzde 40’ı kirada oturuyor.
Buna rağmen; her 100 kişinin 61’i “Mutluyum” ve her 100 kişinin 71’i “Gelecekten umutluyum” diyor. Böyle bir tabloyla 12 Haziran seçimlerine gidiyoruz.

Kılıçdaroğlu “Halkımızdan bana mektup yağıyor. Kimi oğluna iş, kimi ailesine aş istiyor. Kimi ‘İcralık oldum, kurtarın’ diyor, dertlerin ardı arkası kesilmiyor” diyor.
CHP lideri, halkın içinde bulunduğu sıkıntıları kavramış görünüyor ve seçim kampanyasında o konuları işleyerek puan almaya çalışıyor. İyi de... Halk tüm bu sıkıntılarına rağmen rağmen “Mutluyum” diyorsa söylenecek bir söz kalıyor mu?
Kılıçdaroğlu boşa mı konuşuyor dersiniz? Halkımız mazoşist mi? Acı çekmeyi mi seviyor?
TÜİK’e göre mutluluk “Acı, keder ve ıstırabın yokluğu ve bunların yerine sevinç, neşe ve tatmin duygularının olması”.
İşsiz olanlar, borç içinde yaşayanlar, çocuklarına elbise alamayan babalar, erkekler tarafından şiddete uğrayan kadınlar ne kadar mutlu, ne kadar neşeli olabilir ki?

Kılıçdaroğlu miting meydanlarında özgürlüklerden bahsediyor “Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, sosyal adalet” falan diyor.
Bunlar doğru hedefler ama dinleyen kalabalıkları pek heyecanlandırmamış gibi...
“Aile sigortası ile her aileye 600 liralık ödeme yapılması, askerlik süresinin indirilmesi, her yıl 800 bin işçiye iş” deyince insanlarda bir dalgalanma, bir coşku görüldü. Demek ki Kılıçdaroğlu demokrasiden, hukukun üstünlüğünden çok, bu vaatlerle hedefi vurdu.
Örgüt iyi çalışmasa da bu defa, geçmiş yıllardan farklı bir CHP var meydanlarda. Kılıçdaroğlu, Kürt ve Alevi meselelerine de değiniyor, sorunların çözüleceğini vurguluyor.
Bütün bunlar sandıkta oya dönüşecek mi? İş ve aş vaat edilen insanlarımız oylarını “Yarınım iyi olacak” ya da “Aile bütçem düzelecek, ferahlayacağım” umuduyla kullanacak mı? Vaatler insanlarımızı heyecanlandıracak, sandığa yansıyacak mı?
TÜİK’in araştırmasını unutmayalım:
“Çektiği tüm sıkıntılara rağmen Türk halkının yüzde 61,2’si hayatından memnun.”
12 Haziran günü ilginç bir seçim yaşayacağız.
Özgürlük, yoksullukla mücadele, ülke kaynaklarının vatandaşlar arasında hakça paylaşılması, ülke zenginleştikçe tüm vatandaşların payını alacağı şeklindeki vaatler etkili olacak mı? Yoksa mazoşist (acı çekmeyi seven) bir toplum olmaya devam edecek miyiz?
Yazının Devamını Oku

Kara Murat efsanesi geri dönüyor

16 Mayıs 2011
BİRKAÇ gün önce Sabah ve Güneş gazetelerinde şöyle bir haber gözüme ilişti:<br><br>“Kara Murat geri dönüyor
“Rahmi Turan tarafından tarihi bir kahraman olarak yaratılan ve çizgi romanları yıllardır sevilerek okunan, daha önce defalarca filme çekilen ‘Kara Murat’ modern teknolojiyle yeniden sinemalarda yer almaya hazırlanıyor.”
Bu haber beni eski günlere götürdü.
* * *
“Kara Murat” bir döneme damgasını vuran bir efsanedir.
Bu efsaneyi ben yarattım.
1971 yılının son günleri yazmaya başladığım “Fatih’in Fedaisi Kara Murat” dizisi o tarihte Türkiye’nin en çok okunan romanı haline geldi.
Dönemin yüksek tirajlı, ünlü gazetesi Günaydın’da tefrika edilen Kara Murat’ın serüvenlerini okurlar heyecanla izlerken, Yeşilçam firmalarından film teklifi yağdı.
Ben, aynı zamanda arkadaşım olan Erler Film’in sahibi Türker İnanoğlu ile anlaşmayı tercih ettim.
Sonra, Kara Murat karakterini kimin canlandıracağını düşünmeye başladık. Türker Bey “Türk sinemasının en ünlü iki aktörü Yılmaz Güney ve Cüneyt Arkın’ın benim firmamla anlaşması var. Kara Murat rolünü bu ikisinden hangisine teklif edelim sence?” diye sordu.
Biz bunu düşünürken bir olay patlak verdi. Yılmaz Güney, o günlerde İstanbul’da İsrail Başkonsolosu Elrom’u kaçırıp öldüren terör lideri Mahir Çayan’a yardım ettiği gerekçesiyle tutuklanıp hapse atıldı.
Böylece elimizde tek Kara Murat adayı kaldı. Cüneyt Arkın bu rolde büyük başarı kazandı.
* * *
1971-1980 yılları arasında sekiz Kara Murat filmi çevrildi. Türker İnanoğlu hiçbir masraftan kaçınmayarak Kara Murat filmlerini gerçekleştirdi. 1972 yılında vizyona giren “Kara Murat - Aşk ve Kan” filmi, o yılın gişe rekorunu kırdı. Kara Murat’ın sevgilisi rolünde Hale Soygazi oynamıştı. Onun ilk filmiydi.
1974 yılında Kara Murat’ın serüvenlerini haftalık dergi olarak yayınlamaya başladık. Bir süre sonra dergi, 140 bin gibi bir satış rekoruna imza attı.
Bu arada TOKER Yayınları, Kara Murat’ın 5 ayrı serüvenini kitap olarak yayınladı.
Çevrilen son Kara Murat filminden bu yana 30 yıl geçti... Ve bir gün beni “No 9” adlı yapım şirketinin yetkilileri aradı. “Kara Murat’ın serüvenlerini, modern teknolojiyle yeniden filme almak istiyoruz” dediler. Birkaç görüşmeden sonra anlaştık.
Kara Murat önce sinema filmi olarak hazırlanacak ve bu yılın aralık ayında vizyona sokulacak. Daha sonra, kahramanımızın değişik serüvenleri televizyon dizisi olarak çekilecek.
Eski yıllarda Cüneyt Arkın’ın oynadığı Kara Murat rolünü bu defa Fatih Usta canlandırıyor. Fatih Usta, adı gibi dövüş sanatları ustası...
Filmin fragmanları, genç rejisör Murat Vela Derman’ın yönetiminde hazırlandı. Çekim teknikleri ve aksiyon sahneleri etkileyiciydi. Ona Fransız aktör ve koreograf Cyril Raffaelli danışmanlık yaptı.
Film, yalnız aksiyona dayalı olmayacak ve duygu yüklü sahneler de bulunacak tabii ki...
Fragman bölümleri bir haftada tamamlanan “Kara Murat - Mora’nın Ateşi” filminin çekimlerine önümüzdeki ay Trabzon’da başlanacak ve aralık ayında vizyona girecek.
Genç ekibin başarı kazanacağına gönülden inanıyorum.
Bu arada şunu da söyleyeyim:
Kara Murat’ı yazmaya başladıktan bir süre sonra doğan oğlumun adı da Kara Murat’tır.
Yazının Devamını Oku

Kefen edebiyatının tarihi!

9 Mayıs 2011
TAYYİP Bey birkaç gün önce Amasya mitinginde “Biz bu yola kefenimizi giyip çıktık” dedi. Aynı sözleri uzun yıllar önce, zamanın Başbakanı Turgut Özal’dan da dinlemiştik. Rahmetli Başbakan: “Bizim iki gömleğimiz var; biri bayramlık, diğeri kefenlik... Biz bu yola kefenimizi giyip çıktık!” demişti.
Demek ki, ülkemizde demokrasi yoluna (!) böyle “kefen” giyilerek çıkılıyor!
“Kefen giymek” ifadesi çok sevimsiz ve ürperticidir. Tayyip Bey, bunun yerine halka refah, huzur ve barışı anlatsa, insanlara umut ve moral verse daha iyi değil mi?
Her şeye rağmen bu kefen edebiyatı sebepsiz değil... Osmanlı tarihi boyunca birçok sadrazam cellat elinde can verdi. Cumhuriyet döneminde de Başbakan Menderes asıldı.
Osmanlı Devleti’nde, 622 yılda 218 sadrazam görev yapmıştı. Bunların 42’si padişahların emriyle idam edildi. Pargalı İbrahim Paşa da idam edilen sadrazamlar arasındaydı...

“Muhteşem Yüzyıl” adlı televizyon dizisi ilgiyle izlenmeye devam ediyor...
Dizide, izleyicilerin yakından tanıdığı Pargalı İbrahim Paşa, Kanuni devrinin en önemli kişilerindendi. Padişahın çocukluk arkadaşı ve en yakın dostuydu. Adriyatik kıyılarındaki Parga kentinden Manisa’ya köle olarak getirilmiş ve Şehzade Süleyman’a satılmıştı...
Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim’in ölümünden sonra tahta geçince, Pargalı İbrahim’i önce paşa, sonra sadrazam yaptı ve kız kardeşi Hatice Sultan ile evlendirerek onu damatlığa kabul etti. Kanuni, Pargalı için “Bana kardeşimden de yakın” diyordu.
Pargalı’nın yükselişi inanılmazdı. Bir rüya, bir masal gibiydi. Çok kudretli olmuştu.
Fakat Padişah’ın gözdesi Hürrem Sultan onu yok etmek istiyordu. Ateşli bir aşk gecesinde Kanuni’ye “Sultanım size bir haberim var” dedi ve şöyle devam etti:
“İbrahim Paşa, sultanlığını ilan etmek üzereymiş hünkârım! Bunca iyiliğinize karşılık sizin tahtınıza göz dikmiş ahlaksız... Hem ekmeğinizi yiyor, hem kuyunuzu kazıyor! Yeniçerileri ayaklandırıp tahta çıkmak için Sultanımın mübarek canına kastetmiş!”

Kanuni Sultan Süleyman’ın canı iyice sıkılmış, aklı bulanmış, öfkesi göğsünü sıkmaya başlamıştı. Gözlerinden alevler fışkırıyordu:
“Pargalı’yı azletmek lazım amma... Onu sadrazam yaptığımda bana, kendisini hiçbir zaman azletmeyeceğime dair yemin ettirmişti... Bu yeminim beni engelliyor.”
Şeytan kadın Hürrem Sultan gülmeye başladı:
“Düşündüğünüz şeye bakın Sultanım. Siz onu sadrazamlıktan azletmeyeceğinize yemin ettiniz. Siz, kölelikten adam ettiğiniz bu nankörü, kafasını keserek öldürmeyeceğinize ya da yağlı kementle boğdurmayacağınıza yemin ettiniz mi?”
“Hayır, böyle bir yeminim yok!”
“İyi ya, o zaman İbrahim Paşa’yı boğdurtur ya da kafasını koparttırırsınız! Böylece, yemininizi de bozmuş olmazsınız!”
Padişah’ın neşesi birden yerine geldi. Gözleri parlayarak haykırdı:
“Hay aklınla bin yaşa be Hürrem... Yüreğimi ağır bir yükten kurtardın!”

Pargalı Rum köle İbrahim, paşa olmuş, vezir olmuş, sadrazam olmuştu. Kanuni’nin kız kardeşi ile evlenip “Makbul Damat İbrahim Paşa” unvanını kazanmıştı.
Şimdi tarih “Makbul İbrahim Paşa”yı, “Maktul İbrahim Paşa” diye anacaktı. Cellatlar o gece sadrazamı yatağında boğup öldürdüler. Tarih 15 Mart 1536 idi. Pargalı Rum köle 29 yaşında sadrazam olup 13 yıl Osmanlı Devleti’ni yönetmişti. Öldüğünde 42 yaşındaydı.
NOT: Kanuni Sultan Süleyman, daha sonraki yıllarda tahtına göz diktiklerinden kuşkulandığı özbeöz iki oğlu, Şehzade Mustafa ile Şehzade Bayezid’i de cellatlara boğdurttu! “Muhteşem” denilen devir, Osmanlı Tarihi’nin çok kanlı bir sayfasıdır!
Yazının Devamını Oku