Melis Alphan

Ekran yüzleri sosyal medyada taraf mı?

21 Eylül 2010
Yurttaş gazeteciliği son dönemin modası. Yani resmi gündeme alternatif haberleşme giderek artıyor.

Tanıdık ekran yüzleri, köşe yazarları da bu zemine kayıtsız kalamıyor. Örneğin Twitter gibi mecralarda boy gösteriyor, fikir ve duygularını paylaşıyorlar.

Bir zamanlar okuduğu haberleri kaşıyla gözüyle yerin dibine batıran TV sunucuları vardı.Çok yadırganırdı, çünkü önüne getirileni okusa da haberci sayılan bu hanımlardan tarafsızlık beklenirdi. Çok değil, aradan 15 yıl geçti. Modern zaman ekran yüzleri Twitter’da en özel duygu ve fikirlerini paylaşıyor, kimseye garip gelmiyor.


Bedeli ağır olabiliyor. Örneğin iki ay önce hayatını kaybeden Hizbullah lideri Muhammed Hüseyin Fadlallah’a taziyesini sunup onu övdü diye CNN’in kıdemli Ortadoğu muhabiri Octavia Nasr görevden alınmıştı.

Kritik sorumuz şu: Ekranlarda tarafsız bir yüz olarak tanıdıklarımız Twitter’da en hakiki fikirlerini ve hislerini belli etmeli mi?
Twitter’da da ses veren TV kişiliklerine bu soruyu yönelttim.

Yazının Devamını Oku

Aman dikkat! Denize düşmesin

18 Eylül 2010
Ferrari’sini satan bilge acaba o Ferrari’yi satsa kime satardı? Ferrari’nin satış politikasını bilenleriniz vardır:
1- Şirket mümkünse malını ikinci ele düşürmeyecek adama satıyor.
2- Olur da malı ikinci ele düşecek olursa takip edip kendisi satın alıyor. Gerekirse ikinci el fiyatının iki katını vererek...
Peki Ferrari bunu niye yapıyor?
Çünkü böylelikle markasının fiyatının ve prestijinin düşmesini engelliyor.
Şimdi Ferrari nereden aklıma geldi?
Şuradan...
Önümüzdeki ay duyacaktınız zaten, ben şimdiden haber vereyim.
Cartier İstanbul’a özel bir saat üretti. Kadranı Boğaziçi Köprüsü ile süslü bir saat...
Bu saat Türkiye için sadece 30 adet üretildi.
Cartier’nin Türkiye’ye, hatta ıstanbul’a özel saat üretmesine şaşırmamalıyız.
Ülkemizde saat piyasası kriz mriz dahi dinlemiyor, genellikle sınırlı sayıda ürünlere en çok ilgi gösteren pazar bu. Üstelik fiyatı 2 bin-10 bin euro arasında değişen pahalı saatlere ilgi çok yüksek.
Misal size... Japon saat devi Seiko, faaliyette bulunduğu ülkelerde birkaç adet olarak satmak üzere 100 adet Spacewalk saati üretmişti. 24 bin euro’luk saatlerden Türkiye’de satışa sunulan ikisinin nasıl kapıldığını Aydın Saat Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Aydın, Hürriyet’ten Demet Cengiz Bilgin’e bakın nasıl anlatmıştı:
“Saat Basel’deki fuarda tanıtıldığı gün Türk bir saatsever mağazamıza gidip 10 bin TL kaparo bıraktı. Daha mağazada çalışanların, şirkettekilerin saatten doğru düzgün haberi yokken saat satıldı. ıkinci saat de ilk gün gitti. Bir süre vitrinde sergilemek istiyorduk ama hiç fırsat olmadı. Türkiye’de saatleri bu kadar yakından takip eden sofistike bir kitle var.”
Türkiye’de saat pazarı 550 milyon euro büyüklükte. Bu rakam Fransa’da 1 milyar euro. Alın kıyaslayın. Türkiye’de bu pazarın kısa sürede en az iki katı büyüme potansiyeli var.
Cartier ve Ferrari’ye dönecek olursak...
Cartier’nin zarafetine uygun olmayan vasıfta bir müşteri tutup da yanındaki çıtıra hava atmak için Bodrum’un mavi sularına kolundaki saati salıverirse meydana gelecek imaj kaybı okyanus kadar derin olur.
Bu nedenle naçizane tavsiyem, Cartier de Ferrari gibi sınırlı sayıda saatlerini satacağı müşterilerden temiz kağıdı istesin, sicil kaydı tutsun. Sözümü tutmayacaksa da şimdiden iyi bir dalgıç firmasıyla anlaşsın.

Sultan için ithal saat

Türkler’in saat aşkı çok eskilere gidiyor. Osmanlı’nın saat tutkusuna bakacak olursak bunun genlerimize işlediğini bile söyleyebiliriz. Doğan Hızlan’ın eski bir makalesinden öğrendiğimize göre...
* Saatle Doğu’da kimseler ilgilenmezken Fatih Sultan bir ilktir. Otto Kurz’un “Sultan ıçin Bir Saat” kitabına göre II. Mehmed 1477’deki barış antlaşmasından sonra Venedik senyöründen saat yapabilecek birini istedi.
* Saat konusunda bayrağı II. Mehmed’den devralan I. Süleyman oldu. Süleyman’a gelen saatlerden birini ancak 12 adam taşıyabiliyordu.
* 15 ve 16’ncı yüzyıllarda Avrupa’da yapılan ve ıstanbul’a yollanan ihtişamlı saatlerde Türk figürleri kahramanlığın simgesi olarak rol alıyordu.
* Sarayda saatleri tamir edecek özel eğitimli içoğlanları bulunurdu.
* 17’nci yüzyılda Cenevreli cep saatçileri kolonisi Galata’ya yerleşti. Bunlardan biri Jean-Jacques Rousseau’nun babası Isaac Rousseau’ydu.
Yazının Devamını Oku

Markası ressamın laneti

17 Eylül 2010
Bazen önünüzü açan şey lanetiniz haline gelebilir. İşte bence Emre Ertürk’ün başına gelen de bu. Onun sanatçı yanı, tasarladığı çantaların kurbanı.

Farklı alanlarda ürünler yaratıyorsanız...
Siz ne yaparsanız yapın, popüler olan diğerlerinin önüne geçiyor.
Tasarladığı çantalar ve o çantaların ünlüler tarafından kapışılması neticesinde Emre Ertürk’ün adı, önüne gelen “sanatçı-tasarımcı” sıfatıyla beraber Brezilya’dan Karayipler’e dünyanın dört bir yanında duyuldu.
Ne var ki kendi ülkesinde biraz da toplumsal hafızamızın zayıflığından “Çantacı Emre” diye anılır oldu.
Oysa Londra’daki International Schiller University’de başladığı sanat ve tasarım eğitimini American College of Arts’da devam ettiren ve en sonunda Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde grafik bölümünden birincilikle mezun olan Ertürk, 1992-1999 yılları arasında Türkiye’de düzenli resim sergisi açıyordu.
ılk sergisi üniversite yıllarına rastladı. 1994’te ıstanbul Sanat Merkezi’nde başlayan profesyonel sanat macerası 1996’da ıstanbul’da gerçekleştirilen ilk uluslararası sanat organizasyonlarından Habitat’la pekişti. “Türkiyem, 2000’e 4 kala 4 nala” adlı eseri etkinliğin simgesi oldu.
O zamanlar Emre Ertürk ressam olarak biliniyordu.

Yazının Devamını Oku

Tabiatımızda ‘Evet’ demek var

16 Eylül 2010
Bir arkadaşımın sıkı “Hayır”cı annesi sandığa gidiyor ve şak diye “Evet”e mührü basıyor. Yanlışlıkla.

O kağıdı yırtıp atıyor, yeni kağıt istiyor. Vermiyorlar tabii. Sonra da diyor ki “Beynimizi öyle yıkadılar ki, elim ‘Hayır’a gideceğine, ‘Evet’e gitti.”
Anlayacağınız, istemeden de olsa referandumu boykot etmiş oluyor.
Sandığa gittiğimizde ben de şaşkına döndüm.
Birden “Evet” ve “Hayır” sözcükleri birbirine karıştı, yüzümdeki ifadeyi okumuş olacak ki kocam “Yanlış basma ha” diye uyarma ihtiyacı hissetti.
Bir sürü insan yanlış basacak, diye düşündüm kendi kendime.
Sonra bir de kağıdı katlama meselesi...
Malum iç içe katlarsanız mühür diğer tarafa da bulaşıyor.

Yazının Devamını Oku

Babama veda

14 Eylül 2010
Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar”ında Bazarov’un dediği gibi “Ölüm eski bir şey ama herkes için yenidir.”

Babam öldü benim.
Biliyorum, bunu yaşayan ne ilk ne de son kişiyim.
Ama bana öyle gibi geliyor.
Sanki kimsenin babası ölmemiş, ölmezmiş, bir tek benimki bu dünyadan göçüp gitmiş gibi...
Tanıdığım, en az benim kadar tezcanlı tek insandı.
Gidişi de öyle oldu.
Neredeyse sinyalsiz.

Yazının Devamını Oku

İçki yok ama smokin verelim

4 Eylül 2010
Kaleci Volkan evleniyormuş. Düğünü Çırağan’da olacak, 100 bin euro’ya patlayacak, alkol servis edilmeyecekmiş. Ben şahsen düğünlere gitmekten mutlak surette kaçınıyorum. Sıkılıyorum. Nikah masasına oturacak yakın arkadaşımsa eğer, mecburen orada bulunuyorum. Yaz düğünleri genelde deniz kıyısında olduğundan, düğünün başladığı saatlerde kendimi kenardaki yüksek bir kayadan aşağı salıp salmama düşünceleri arasında sek sek oynuyorum. Salamayacağım kanaatine vardıktan sonra da teselliyi önümdeki şarapta buluyorum.
Alkolsüz bir düğünde hayatta kalmam söz konusu değil yani.
Neyse, onu kaleci Volkan’ın alkolsüz düğününe katılacaklar düşünsün.
Gelelim esas ironiye...
Volkan’ın düğününde alkol verilmemesinin nedeni malumunuz.
Dinimiz içkiye sıcak bakmıyor.
Peki, madem bu kadar dine, geleneğe bağlıyız... Aynı düğünde erkeklerin smokin giymesini zorunlu kılmak niye?
Bence mahsuru yok. Ben smokini erkeklere yakıştırıyorum. En şekilsiz olanı bile doğru kalıp bir smokinle adama benzeyebilir.
Yine de... Bu ne perhiz ne lahana turşusu?
Smokin tamamen Batı’dan ithal bir kostüm. Batı’nın geleneği.
Gece siyah giyme fikri İngiliz yazar Edward Bulwer-Lytton’dan esinle ortaya çıktı. Bulwer-Lytton 1828’de “ınsanlar siyahlar içinde iyi görünmek için çok seçkin olmalı” diye yazdı. O dönem birçok erkek beyaz giyiyordu. Ancak 1800’lerin sonlarında siyah gece ceketleri moda oldu.
Bu dönüşümün sorumlusu, New York’taki Tuxedo’da yaşayan tütün kodamanı ve yüksek sosyete üyesi Lorillard ailesi. 1886’daki Sonbahar Balosu için Piskopos Pierre Lorillard klasik beyaz papyon ve frak yerine daha az resmi bir kıyafet giymek istedi. Kuyruksuz birkaç siyah ceket tasarladı.
Balo günü Lorillard bunlardan birini giymedi ama ondan daha cesur olan oğlu Griswold ve önemli arkadaşları bu yeni ceketleri üstlerine geçirdi.
Ve akabinde bugün smokin dediğimiz kostüm hızla benimsendi.
Kimi AKP’li milletvekilleri içki içmedikleri gibi türlü resepsiyonlarda da ilki bir piskopos tarafından tasarlanmış smokin giymeyi reddediyorlar. Beğenelim, beğenmeyelim, bir tutarlılık söz konusu.
Peki kaleci Volkan’a ne demeli?

Sigara içenlerin ceketi

* Türkçe’deki smokin sözcüğü ise “Smoking Jacket”tan geliyor. Yani aslında ortada bir çeviri hatası var. 1850’lerde yemekten sonra puro içmek için özel bir odaya çekilen erkekler kıyafetleri kokmasın diye Smoking Jacket (Sigara içme ceketi) giyiyorlardı.
* 20’nci yüzyılın başlarında zenginler smokinlerini özel terzilere diktiriyordu. Hazır giyim endüstrisinin gelişmesiyle birlikte standart bedenlerde smokinler satışa sunulmaya başlandı. Bugün çok az erkeğin gardırobunda smokini vardır. Çoğu smokin giymesini gerektirecek bir ortam olduğunda kiralamayı tercih ediyor.
* Smokin, genci yaşlısı, zengini fakiri insanlar tarafından kutlamanın, iyi zamanların ve özel durumların sembolü olarak benimsendi. Yüksek sosyetenin ve zarafetin göstergesiydi. Hatta 30’lardaki Büyük Buhran günlerinde umudu çağrıştıran kıyafetti.
* Smokinin ıngilizcesi Tuxedo. Kısaca tux derler. Ve efsaneye göre tuxedo adını şöyle alır... Yukarıda bahsettiğim Sonbahar Balosu’na katılan bir adam smokin giyen birini göstererek “O adamın ceketinin neden kuyruğu yok?” diye sorar. Sorduğu adamın cevabı “Çünkü o Tuxedo Park’ta yaşıyor, orada öyle ceketler giyerler” olur. Bu cevabı başka tarafından anlayan adam sonrasında etrafındakilere gördüğü adamın Tuxedo’lu olduğunu değil, tuxedo giydiğini anlatır.
Yazının Devamını Oku

Başbakan ayrı, Bakan ayrı telden

3 Eylül 2010
Siz de Çevre Bakanı Veysel Eroğlu ile aynı fikirdeyseniz kesinlikle Türkiye’de yaşıyorsunuz... Çünkü dışarıda işler farklı. Mesela... Müzik grubu Pearl Jam birkaç yıl önce iklim değişimi, yenilenebilir enerji ve diğer çevreci konular üzerine çalışan dokuz örgüte 100 bin doları paylaştırdı. Turnelerinden birinin gelirini Madagaskar yağmur ormanını kurtarmak için bağışladı.

Grammy ödüllü hiphop grubu The Roots üyeleri yürekten hayvansever. PETA ile ortak çalışmalar yürütüyor, çevre sorunlarına dikkat çekmek için eşi dostu toplayıp konserler veriyorlar.

Kanadalı müzisyen Sarah Hammer PERL (Dik Kayalık Kırsal Araziyi Koruma) grubunun kurucularından. Bu grup Niagara Şelaleleri’ni de içine alan Niagara kayalığına zarar veren çakıl geliştirme önerisini engellemek üzere kampanyalar yapıyor. Hammer, akustik müzik yapan grubuyla birlikte arazide konserler verip bu bölgeyle ilgili farkındalık yaratmaya çalıştı.

Adını çevreci hareketten alan pop-punk grubu Green Day, Doğal Kaynaklar Savunma Kurulu’yla Amerika’yı Petrolün Ötesine Taşıyın kampanyasında ortak oldu.

Hawaii doğumlu şarkıcı Jack Johnson, okullarda çevreyle ilgili eğitimi destekleyen Kokua Hawaii Kuruluşu’nun kurucularından.

Radiohead’in beyni Thom Yorke’un solo albümü “The Eraser”ın esin kaynağı iklim kriziydi.

Guster, iki yıl üst üste ABD çapında üniversitelerde konserler vererek biodizel, kimyasal içermeyen kozmetikler ve organik yiyeceklere dikkat çekti.

Blues şarkıcısı Bonnie Raitt, nükleer enerji karşıtı protesto gösterilerinde iki kez tutuklandı.

Moby, “Best of” albümünü çıkardıktan sonra çevreye negatif etkisi nedeniyle turnelerini sınırlı tutma kararı aldı.
İklim sorunlarıyla ilgili farkındalık yaratmak için çalışmalar yapan diğer müzisyenler arasında Sheryl Crow, Barenaked Ladies, Cloud Cult gibi isimler var.

Emmy ödüllü yapımcı Kevin Wall, eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore’la birlikte Live Earth konseptini yarattı. 7 Temmuz 2007’deki ilk konserle başlayan etkinlikte çıkış noktası eğlencenin ve müziğin sosyal ve kültürel bariyerlere üstün geleceğiydi. Yedi kıtada verilen konserler 132 ülkede yayınlandı ve dünya çapında iki milyar insanın dikkatini küresel ısınmaya çekti.
Ama burası Türkiye...
Aynen Yavuz Bingöl’ün söylediği gibi Başbakan 50 bin cana mal olan terör sorununda sanatçıları toplayıp fikir sorabiliyor, kıymetli bir bakanı ise ülkenin tarihi zenginliğini korumak isteyen sanatçıya fikrini söyledi diye topa tutuyor.
Dedik ya, burası Türkiye.

Müzik politikanın da silahı

Müzik ve politikanın tarihi de eskilere dayanıyor. Yıllarca müzisyenler yeteneklerini sosyal konuların hizmetine sundular, politik görüşlerini müzikle yansıttılar, ezilenlerin sözcüsü oldular.
Beethoven’ın 3. senfonisinin orijinal adı “Bonaparte” idi. 1804’te Napolyon kendini imparator ilan ettikten sonra Beethoven senfoniyi ona ithaf etmekten vazgeçmişti.
60’larda Bob Dylan, Joan Baez ve bir grup müzisyen Vietnam Savaşı’nı protesto etmek için müziği kullandı.
Jimi Hendrix Woodstock’ta Amerikan milli marşını farklı yorumlayıp ülkesi hakkındaki düşüncelerini yansıttı.
John Lennon “Mutluluk sıcak bir silahtır” dedi, Bob Marley “Hakkınızı koruyun” diye mırıldandı.
Çek lider Vaclav Havel 1990’da Lou Reed’le tanıştığında ona şöyle dedi: “Senin sayende başkan olduğumu biliyor musun?” Lou Reed’in elemanlarından olduğu Velvet Underground grubunun ilk albümü Prag’da öylesine popüler olmuştu ki isyana adını vermişti: The Velvet Revolution (Velvet Devrimi).
1993’te Rage Against the Machine sahnede 15 dakika sessiz ve çırılçıplak durarak sansürü protesto etti.
Ve daha nicesi...
Yazının Devamını Oku

Hayalden ticarete Internet macerası

2 Eylül 2010
Mesele piyasa ise gerisi teferruattır. Her defasında hayalden ticarete geçiş acı verir.
Önce yeni teknoloji yaratılır, dünya değişti, cennet oldu sanılır.
Ama her nimetin fiyat etiketi konur, rüyadan uyanırız.
Internet’in ilk günleri de bu sürece istisna oluşturmadı.
Büyük ve yavaş PC’lerde çevirmeli hatlardan internete bağlandığımız... Sadece dakikalar sonra koptuğumuz ama sörf heyecanından vazgeçemediğimiz günler geceler sadece 15 yıl kadar mazide kaldı. O zaman internetle tanışan, gençlikten yetişkinliğe adım atanlar bugün 30’lu yaşları geride bıraktı.
Dijital dünyada boy atan 30’lu yaşlardaki yoldaşlarım bugünlerde yaman bir çelişkideler. Para internetin karizmasını bozar, özgürlüğünü kısıtlar kabul ama profesyonel hizmetin tadı da bir başka, öyle değil mi?

Internet o günlerde sanki Ulu Manitu’nun uçsuz bucaksız yeşil çayırları gibiydi. Özgürlüğün dijital dünyasıydı. Her isteğin yerine geldiği, üstelik bedava bir evrendi. Bugünse aynı dünya tepetaklak oldu.
Örnek mi istiyorsunuz... Alın size bir değil iki tane.
Google Earth’ü PC’nize ilk indirdiğinizdeki halinizi hatırlayın.
Hemen kendi evinizi, iş yerinizi aramanız, acaba camdan görünüyor muyum merakına kapılmanız... Oysa şimdi aynı Google’ın haritaları cebinize girdi, otomobildeki navigasyon (yol bulma) sisteminin yerini aldı bile.
Veya PC’den gazete makalesi okumak keyifli ama Kindle ya da Ipad’den uzanarak, koltuğa yayılarak e-kitap lezzeti bir başka, öyle değil mi?
Dolayısıyla artık milyonlarca kullanıcının internete hiç takılmadan, uygulamalar diye ad takılan paralı hizmetlere yönelmesi kimseye sürpriz olmamalı.
Dijital dünyanın çok satan dergisi Wired, son kapak konusunda internette değişen ve gelişen trendleri karşılaştırmalı sıraladı.
O zamanlar Tarayıcı modaydı, bir siteden diğerine atlanır, yeni keşifler mutlaka paylaşılır, geceler haber ve sohbet odalarında geçerdi.
Bugünse Uygulamalar var. Parayı ödediniz mi, ısmarlama haberler cebinize, Ipad’inize akıyor. Oyunları, gazeteleri, müziği, videoyu da unutmayın.
O zamanlar herkes imece usulü internete bilgi, veri, müzik, fotoğraf yüklüyordu. Bugünse abonelik temelinde profesyonel hizmet tercih sebebi.
O zamanlar her şey bedava idi, bugünse bir yerden sonra paralı.
Nostaljik bir karakterim olduğu doğrudur.
Ama o gün ve bugünü kıyaslarsam, açıkçası pratik yanım ağır basıyor. Amatörlükten desteği esirgemeden profesyonelliğin nimetlerinden yararlanmak, yalan söylemeyeyim, hoşuma gidiyor.

Sanat değil siyaset

Fazıl Say ile Sezen Aksu arasındaki kavga demeyelim ama tek yanlı laf atmayı takip ettiniz mi bilmiyorum. Bana sorarsanız olay şöyle gelişti: Sezen Aksu referandumdaki oyunu “evet” olarak açıkladı. Sıkı bir “hayır” taraftarı olan Fazıl Say birkaç gün sonra kalktı, Sezen Aksu’yu “detone” olmakla suçladı.
Duyduğuma göre Fazıl Say şu sıralar bir dergi çıkarmayı ciddi ciddi düşünüyor.
Eğer bu duyum doğruysa aklıma gelen soruyu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Say siyasi bir dergi çıkaracaksa... Siyasi doğruculuk adına bile olsa, siyasi pozisyonuna kızdığı bir başka sanatçıyı o düzlemde eleştirmekle yetinmeliydi.
Siyasetine kızıp sanatına yüklenmek haksızlık değil mi?
Yazının Devamını Oku