Melis Alphan

Başka bir hayat bul

31 Ağustos 2010
Bazı adamlara baktığımda, televizyonda gözüm takıldığında, bir yerde iki laf alışverişinde bulunduğumda aklımdan hep aynı şey geçiyor:

“Bu adam yaşamıyor.”
Ya da adamınkine hayat demeye dilim varmıyor.
Tek bir noktaya takılı kalmış, dar bir alanda sıkışmış, ona altın tepside boş zaman sunulsa ne yapacağını bilemeyecek gibi duruyor.
Daha çok siyasetçiler, özellikle de Türk siyasetçiler bende bu hissi uyandırıyor.
Bazen insan olduklarını hatırlamak istiyorum. Sıra dışı bir yönlerini görmek, zaaflarına tanık olmak, herhangi bir şeyden dolayı o koltuğu sallayacaklarına ihtimal vermek...
Ama pek sık başıma gelmiyor.
Elimde NTV yayınlarından çıkan “Nasıl Bilirdiniz? Tarihsel şahsiyetlerin Sıra Dışı Özellikleri” adlı kalın bir kitap var.

Yazının Devamını Oku

Karıcığım ağdam geldi

28 Ağustos 2010
Malum yaz mevsiminde kadınsı meselelerin başında mayo makyajı gelir.

Son yıllarda Ingilizce’den çevirenler sağ olsun kibar isim taktılar: Bikini ağdası.
Göz zevki açısından son derece faydalı ve fakat bir o kadar da acılı bu operasyonun erkeklere de yayıldığını duyunca açıkçası şaşırdım.
Erkekler neden “Brezilya/bikini ağdası” adı verilen bu eziyete katlansın ki?
Hayır bir düşünün; çoğu erkek paçalı mayo ve iç çamaşırı tercih eder.
Dolayısıyla ağdanın merkezi ile komşu alanı zaten göz temasına kapalıdır.
Kalıyor geriye bir tek hijyen mevzusu ki, o da illa ağda gerektirmez.
Hani orta yaş ve üzeri erkekler bildiğim kadarıyla etek tıraşı der geçerler.

Yazının Devamını Oku

Cepteki güzel diktatör

27 Ağustos 2010
Telefonumla ilişkim bir garip, ben konuşuyorum siz dinliyorsunuz, ama yetkim o kadarla sınırlı, devamında telefonum söylüyor ben yapıyorum. Anlayacağınız sivil diktaya karşı başkaldırmam lazım ama güzelliğine kıyamıyorum. Çocuklar evdeki küçük diktatörler olarak bilinir. Çünkü evde hep onların istediği olur. Benim de iPhone’la ilişkim giderek sivil dikta ilişkisine döndü ne yazık ki. Cep telefonumun hayatımın önemli bir kısmını kapladığını düşündüğümde görüyorum ki hayatımı kendi istediğim gibi değil, Steve Jobs’ın bana uygun gördüğü şekilde sürdürür olmuşum.
Çünkü iPhone dediğin;
* Şarjı asla yetmez
iPhone ömrünün büyük kısmını bir kabloya bağımlı olarak geçirir. Eğer internetle ilgili uygulamaları biraz fazla kullanır, ekran parlaklığını yüksek bir değere ayarlarsanız pilini acımasızca sömürür, birkaç saat içinde gelsin size kırmızı uyarı.
Standart bir cep telefonunda kullanım ömrünü tamamlayan batarya yerine herhangi bir servisten alacağınız bataryayı takıp yola devam edebilirsiniz. Ama iPhone’da mümkün değil.
* Mesajı herkese duyurur
SMS geldiğinde, göndereni adı ya da telefon numarasıyla gösterir. ılk iPhone’larda mesajların ilk birkaç satırının ön izleme olarak gösterilmesi de engellenemiyordu. Tepkilere kulak veren Apple, iPhone sahiplerine en azından bunun önüne geçme fırsatını tanıdı. Ama hâlâ kimlerle mesajlaştığınızı dünya alem görüyor. Bakalım ben o kadar şeffaflık istiyor muyum?
* Aramayı toptan silme
iPhone bu konuda “ya hep ya hiç” mantığıyla çalışır. Yanlışlıkla aradığınız bir kişiyi tekrar yanlışlıkla arama olasılığını ortadan kaldırabilmek için son arananların tümünü silmek zorundasınız.
* Apple’e özel safari
Steve Jobs’ın inadı yüzünden dünyada çok yaygın olarak kullanılan Flash uygulamaları iPhone’da çalışmaz. Bu nedenle de çok sayıda siteyi safari üzerinde verimli olarak kullanmanız mümkün değil. Apple bu konuda HTML5’i dayatıyor ama görülen o ki dünya bu değişime henüz hazır değil.
* Düğmeyle yuva yıkar
Zil sesini kapatmaya yarayan o küçücük düğme... Her an, her koşulda hiç farkında olmadan iPhone’un sesini kapatabilirsiniz. Arayan arar, duymazsınız. An gelir, bu derdinizi anlatamazsınız, eşiniz dostunuz kırılır. Bir tasarım gurusu olan Apple’dan, nasıl berbat tasarım yapılır dersi olarak mı orada duruyor, bilmiyorum.
* Gündüz şaheser, gece tırt
2 megapiksel olanları da dahil iPhone’lar şahane fotoğraf çeker. Ama sadece gün ışığında. Ortam hafif loşsa, iPhone çektiği fotoğraflarla ağlatır. Bu soruna karşı basit bir çözüm olabilecek ve neredeyse en ucuz cep telefonlarında bile bulunan LED flaş, iPhone’da yoktur. (iPhone 4 henüz Türkiye’ye gelmediği için onu saymıyorum.)

Klavye ile soyulmayın!

Henüz Apple memlekete teşrif etmediği için Macbook’larımızı yetkili servis Bilkom’dan temin ediyoruz. Ve artık F klavyeli Macbook gelmediğinden sadece Q klavyeli olanlar satışa sunuluyor.
Ülkemiz insanının bir kısmı Q klavye kullanırken diğerleri F’ten şaşmıyor. Ve bu şaşmayanların cillop gibi Macbook’larını Q klavyeye çevirtmek için yeniden Bilkom’un kapısını çalmaları, bir miktar daha para bayılmaları gerekiyor: 170 TL + KDV.
Onlar “Q klavyeyi söküp yenisini takacağız” diyor, onun için bu parayı aldıklarını söylüyorlar.
Benden size tavsiye:
O tuşları siz de çıkarıp yerlerini değiştirebiliyorsunuz. Sakın boşuna paranızdan olmayın. Kendiniz pişirip kendiniz yiyin.
Yazının Devamını Oku

Defile 20 dakika nutuk bir saat

26 Ağustos 2010
Üzgünüm ama...<br><br>Dost acı söyler. Ve ben yine acı söyleyeceğim.
İngiliz yazar Quentin Crisp’in bir lafı var.
Der ki: “Eğer olayları olduğundan daha iyi anlatırsanız size romantik derler; eğer olduklarından kötü anlatırsanız size realist derler; ve eğer olayları tam da oldukları gibi ifade ederseniz sizi satirist (hicivci) olarak nitelendirirler.”
Satirist diyebilirler...
Ben işimi yapıp olayı tam da yaşandığı gibi anlatacağım.
İstanbul, evvelsi gece talihsiz bir moda etkinliği açılışına daha ev sahipliği yaptı.
İTKİB Başkanı Hikmet Tanrıverdi, defile biter bitmez “podyum”luktan çıkıp “sahne” halini alan platforma çıktı ve yine şehrimizi dünyanın beşinci moda başkenti yapma idealinden söz etti. Çevresine pembe gözlüklerle bakan romantikler, saygı duyulası idealistler ve artık safa kaçan iyimserler bu söylemi benimseyebilir.
Yazık, ben onlardan değilim.
Ama bir yandan da “Mucizelere inanmayan realist olamaz” diye düşünenlerdenim.
Yani kapıyı çat diye kapamıyorum, aralık bırakıyorum.
Moda sermayesi uçuk hayallere sahip, ben toprağa fena halde kök salmışım ama ortada bir yerlerde buluşabiliriz diye düşünüyorum.
Fakat her seferinde hayal kırıklığına uğruyorum, daha birinci dakikada golü yiyorum.
Neden mi?
Buyrun aşağıda.
3. İstanbul Fashion Week açılış raporu.

Bir kurdelesi eksikti

* Geçen sezonki “moda haftası açılışında kurdele kesme” skandalından sonra “N’olur bir daha kurdele kesmeyin” diye yalvarmıştım. Damatlıklar içindeki erkeklerin menemen testisi gibi dizilip açılış yapmasının o öykündüğümüz moda haftalarında asla görülür şey olmadığını söylemiştim.
Kulağa su kaçmış olmalı ki bu kez kurdele falan yoktu. Sanıyorduk ki açılış da olmayacak. Ama... Salı gecesi ıTÜ Taşkışla’da Koza Genç Tasarımcılar Yarışması’nın finali defile şeklinde yapıldı. Bu finalin moda haftasının açılış seremonisi değil, açılış etkinliği olacağını sanıyorduk. Yanılmışız.
Endamlarını sergilemeyi pek seven kimi işadamlarımız defilenin hemen arkasına takılmış ödül seremonisinde bu fırsatı elde ettiler. Aralarından bir-ikisi var ki, eminim ısrar, rica üzerine isteksizce gösterinin bir parçası oldular. Onları tenzih ediyorum.
* “Sayın bakanım” diye başlanan konuşmalar, her cümlenin içinde geçen bilimum dernek ve birlik adları, geçtiğimiz “açılış”tan bu yana aslında hiç yol almadığımızı gösteriyor. Devlet ve sektör vurgusunu yapmazsak rahat edemiyoruz, genlerimizde var. Modanın kendisini starlaştırmak varken onun ışığını çalmaktan, spotların altına sızmaktan geri duramıyoruz.

Yabancı medya sıkıldı

* Ve bu konuşmalar defile salonunda konuşmacılarla aynı lisanı konuşan izleyiciler tarafından bile sıkılarak izlenirken... Salondaki yabancıların, yurt dışı basın mensuplarının şaşkınlık ifadeleri ve esneme eylemleri karşısında morardım. Sanırım yüzümün mordan kuzguniye attığı an sunucunun ağzından “plaket” sözcüğünün çıktığı andı.
Nitekim çıkışta eloğlunu yakalayıp sordum. Jet lag sersemi yabancıların kafası da iyiden iyiye bulanmıştı: Evet, neden bir tören vardı; evet, tören çok uzundu; evet, iyi bir başlangıç değildi.
* Koza Genç Moda Tasarımcıları Yarışması IFW kapsamında olsun. Ama açılış defilesi olmasın. Bakın, siz söylüyorsunuz, ben değil. “Dünyaya oynuyoruz” diyorsunuz. Yani aslında yabancı misafirlerinize, gidip ülkelerinde Türk tasarımını öveceklere, mağazalarına Türk tasarımcılarını sipariş edeceklere oynuyorsunuz. Dolayısıyla onlar gibi düşünmeniz, alaturka zihniyetinizden vazgeçmeniz gerekiyor.
İTKİB kendini biraz geride tutmayı bilecek, yarışmasını etkinlik içine alıp amatör izlenimi vermeyecek, moda haftasına sağlam bir tasarımcıyla start verecek. ılk izlenim önemli. Ve o yabancılara cilalı bir ilk izlenim vermek şart.

Biber dolması ikramı

* Neyse ki bu kez podyumun üzeri, defile başlayana kadar bir örtüyle kaplanmış, beyaz platformun ayak izleriyle döşenmesinin önüne geçilmişti.
Fakat bu kez de fazla sosyal izleyici kitlesi ve nüfuzlu adamların arasında sopa yutmuş gibi oturan tenisçi kızcağızı çeken objektiflerin sahipleri Uğurkan Erez’den üç uyarı aldı; salonda defalarca “Podyumdan inmezseniz başlayamayacağız” cümlesi yankılandı.
* Yanımda oturan arkadaşım gözlüğü olmadığında etrafını pek seçemeyenlerden. Tam defilenin ortasında “Aman! O ne?” diye hareket algılayıcı monitör refleksi gösterdi. Başımı çevirdim. Hakikaten o neydi? Seyircilerden biri defile sürerken podyumun üzerinden atlayarak karşı tarafa geçmişti. Defile izleme adabı mı dediniz?
* Kokteyl saat 20.00’de, yani top atıldığında başladı. Aldığım duyumlara göre kimileri etkinliğin tam iftar saatinde olmasına tepki göstermişlerdi. Nitekim, açık büfede yemekler henüz streç filmlerle sarılıyken davetlilerden “Açsanız da orucumuzu açsak” diyenler oldu.
Madem özeniyoruz... Bakın eloğlu moda haftasında geleneksel yemeklerini açık büfe halinde sunmaz. Yani New York moda haftasında hamburger dayatmaz, Londra Moda Haftası fish and chips sunmaz. Biz de biber dolmasını pas geçsek. şık bir catering mönüsü belirlesek. Belki de bu Ramazan’a özel bir formüldü.

İçki servisi rötarlı

* Kokteylde içki olmaz mı? Vardı ama iki saat rötarla. Kokteyl saati 20.00 iken, içki servisinin 21.00’de başlayacağı söylendi. 21.00’de herkes içeride defile izlediğinden ve bitiminde ezici çoğunluk kendini Reina’daki partiye attığından içki hassasiyeti yalan oldu. Bu da mı Ramazan’a özel formüldü?
* İyi bir şey: İTÜ Taşkışla’nın avlusu çok güzel. Defileleri avlunun yan tarafına kurulmuş çadırda yapmak da iyi fikir.
* İyi bir şey: Tamam, ön sıralarda haliyle biraz sıkışıklık vardı ama öncekindeki gibi koca koca adamlar kucak kucağa oturmuyordu. Ve çoğu insan isimlerinin yazılı olduğu, kendi yerlerine oturabildi. Oturamayanlar fazlasıyla geç gelenlerdi. Bu da doğaldı.
Yazının Devamını Oku

Kocanızı test edin bakalım

24 Ağustos 2010
?angay fuarından Paris üzerinden dönen kocanız eve elinde markalı çikolata ve Fransız şampanyası ile geliyorsa: Alarm!

Ve geldiği gibi bu seyahatte çok yiyip kilo aldığından şikayet ediyor, “Bir spor salonuna yazılıp şu fazlalıklardan kurtulmalı” diyorsa duble alarm!
Üstüne üstlük “Bak kendime ne aldım” diyerek çantasından bir Speedo mayo çıkarıp gösteriyorsa oturup ağlayın.
Çünkü memleketin ciddiye alınmayı bekleyen bir gazetesi bu üç hareket tarzını ve şimdi sayacaklarımı eşcinselliğin kanıtı olarak nitelendiriyor.
Habertürk gazetesi Huffington Post’un “kadınlar için partnerlerinin eşcinsel olduğunu anlamanın yolları” haberini sorgusuz sualsiz doğru kabul edip ikinci sayfasına taşımış hafta sonu. Haber öyle bir şey ki, sanki Huffington Post değil, the Onion veya Zaytung haberi mübarek.
Bakın, bir erkeğin eşcinsel olduğunun kanıtları nelermiş...
Spora meraklı olmasa da bir spor salonuna üyeyse.
Vay vay vay... Tribün canavarı değilseniz ama spor yapıyorsanız eşcinselsiniz demek. Hani sağlık için spor yapılıyordu? Koca bulmak için spor salonuna yazılan kadınları biliyorduk da, bu bir ilk.

Yazının Devamını Oku

Ne starlar sevdik aslında yoktular

14 Ağustos 2010
Eskiden arzuladığımız ama asla sevişemeyeceğimiz, ulaşamayacağımız, hatta aynı mekanda bir kahve dahi içemeyeceğimiz yıldızları sevdik. Onlar o kadar yıldızdılar ki aslında yalandılar. Kimse o kadar mükemmel olamazdı zaten.

Babanızın veya annenizin, hatta teyzenizin, halanızın deterjanını, sıvı yağını, petini kullanmıyor, demode buluyorsunuz ama siyah-beyaz film oynarken içiniz güneş görmüş kar gibi eriyor, öyle değil mi? Neden biliyor musunuz? Çünkü eski starlar gerçek olamayacak kadar mükemmeldi, izleyenlerin de kendilerini kandırma lüksü vardı. Alın Türkan Sultan’ı bugünkü yıldızlar gibi didikleyin bakalım yaldızın altından nasıl bir yıldız çıkacak.

Yazının Devamını Oku

Koşun indirim var

13 Ağustos 2010
Olduğumuz yerde hiç hareketsiz halde dakikada bir kova ter atarken...

Sonbahar, nemden önümüzü seçemediğimiz şu günlerde, bir seraptan öteye geçemezken...
Şehirde pek yapacak şey yok diye... Ya da yapmaya mecalimiz olmadığından... Klimalı mağazalara atıyoruz kendimizi.
Vitrinlerde dev harflerle İNDİRİM yazıyor ya...
Girince manzara şöyle... Sonbahar koleksiyonları yerlerini almış, aklımızda “şöyle askılı bir şey alayım” varken, elimiz paltolara gidiyor. Mağazada hava durumu Alpler’i aratmadığından palto, yün kazak, kışlık elbise denemekte de bir sakınca görmüyoruz.
Yeni sezon reyonunda epey vakit harcadıktan sonra birden o mağazaya neden girdiğimizi hatırlıyoruz. Tabii... İndirim için...
Kerhen başımızı çeviriyor, indirimli mallar nerede diye bakınırken mağazanın dibinde alt alta üst üste hallerini görüyor ve indirimden soğuyoruz.
Neye niyet neye kısmet durumu... Allah’ın sıcağında kalın bir ceket alıp çıkıyoruz mağazadan.

Yazının Devamını Oku

Yüzünüzün hafızası siliniyor

12 Ağustos 2010
Kadınların yaşlı insanlar olarak nasıl görüneceklerine dair kendilerine bir şans tanımadığı, bu derece paniğe kapılmış, dismorfik bir toplumda yaşıyor olmamız büyük şanssızlık.

Çocuklarımın kızdığımı, mutlu olduğumu, şaşırdığımı yüzüme bakarak anlamalarını istiyorum. Yüzünüz bir hikaye anlatır ve bu hikaye estetikçinin muayenehanesine yolculuğunuz olmamalı.
Bu romantik sözler Julia Roberts’a ait. Oyunculuğu falan bir yana, kariyerini biraz da güzel yüzüne borçlu bir kadına...
Sözleri estetik çağında doğal kalmak isteyen kadınlara cesaret verir nitelikte.
Sahi... Yüzümüz bir hikaye anlatmaz mı?
Ağzınızın yanındaki çizgiler kahkahası bol bir yaşam sürdüğünüzü, dudağınızın üstündeki kırışıklıklar yıllarca tiryaki olduğunuzu, kaşların ortasındaki derin yarık zamanınızın büyük bölümünü bir şeylere kafa patlatarak veya kızarak geçirdiğinizi göstermez mi? Kısacası, sizi anlatmaz mı?
Peki onları silmek, hiç yaşamamış gibi görünmeyi istemek niye?
Elimizde olsa sonsuz gençlik ve güzellik için aynen Oscar Wilde’ın roman kahramanı Dorian Gray gibi ruhumuzu şeytana satar, karşılığında insanlıktan çıkmayı, zalimleşmeyi göze alır mıydık?

Yazının Devamını Oku