Çok iyi bir tur rehberi buldum, adı Hemingway

Prag’da Kafka, Los Angeles’ta Charles Bukowski, Kuzey Denizi’nde Piyer Loti, Kenya’da Hemingway, Roma’da Goethe bana rehberlik etti. Üstelik roman tadında... Gittiğim kentleri anlatan romanları geçtiği yerlerde okumak müthiş haz veriyor. Bu, son yıllarda tiryakisi olduğum bir keyif. İşte kentleri sevme rehberim

Haberin Devamı

Karlı bir kış günüydü.

Trenle Viyana’dan Prag’a gidiyordum.

Elimde, Kafka’nın ‘Milena’ya Mektuplar’ adlı kitabı vardı. Kâh buğulu pencerenin ardından beyaza boyanmış ovayı seyrediyor, kâh kitaptan birkaç satır okuyor, kâh karşımda oturan kızıl saçlı kıza bakıyordum.

Kitabı okudukça Viyana’yı gözümün önüne getiriyor, Prag’ı düşlüyordum. Çünkü bunlar, kitabın kahramanı iki kentti.

Kızıl saçlı kızı bazen Milena’ya, bazen de Kundera’nın, Prag’ın arka sokaklarındaki bir bodrum katında seviştiği kadınlara benzetiyordum.

Haberin Devamı

Kompartımanda, dilini bilmediğim insanların arasında otururken oynadığım bir düş oyunuydu bu.

Yanımda yine, Kafka’nın ‘Dönüşüm’ adlı kitabı ile Kundera’nın ‘Gülünesi Aşklar’ı vardı. Bu, son yıllarda tiryakisi olduğum bir keyifti.

Gittiğim kentleri anlatan romanları, geçtiği yerlerde okumak müthiş haz veriyordu bana.

Nitekim ‘Dönüşüm’ü, Kafka’nın evinin bulunduğu yere yakın bir kahvede okumuş, daha sonra romanda geçen evi ve o korkunç böceği görebilmek umuduyla saatlerce pencerelere bakmıştım.

Kundera’nın kitabını okuduktan sonra da metroda, arka sokaklarda kadınların peşine takılıp kendimi kitabın kahramanının yerine koymuştum. Bu oyunum sayesinde, kentleri daha çok seviyordum.

Böyle bir alışkanlığı sizlere de öneririm. O zaman, gezmenin, kent sokaklarını arşınlamanın, kendinizi roman kahramanın yerine koymanın tadı bambaşka oluyor.

İZLANDA BALIKÇISI’NI ARARKEN

Karlı fırtınalı bir havada, İzlanda’nın kuzeyindeki bir balıkçı kasabasında, Kuzey Denizi’nin koyu lacivert sularına bakarak, Piyer Loti’nin ‘İzlanda Balıkçısı’nı okumuştum:
“Gökyüzü akımsı, büyük bir öfkeyle kaplıydı. Ufka doğru alt yanından kararan bir örtü, sonra külrengi bir kurşunilik ediniyor, ya da kalay donukluğunu andıran renklere bürünüyordu...” Piyer Loti’nin anlattığı deniz biraz ötemdeydi ve ben, kitaptaki bütün tanımlamaları gözlerimle görebiliyordum. O kitabı okuduktan sonra da, bir balıkçı gemisinde balina avcısı olmak geçmişti içimden.

Haberin Devamı


ASIRLIK CAPE TOWN


Güney Afrika’da, Cape Town kentinde ise Ömer Lütfi’nin ‘Ümit Burnu Seyahatnamesi’ adlı kitabıyla baş başa kalmıştım. Buradaki Müslümanlara, dini öğretmesi için padişah tarafından gönderilen Ebubekir Efendi’nin yardımcısı Ömer Lütfi, kitabında bir asır önceki Cape Town’ı şöyle anlatmıştı: “Bu şehir gayetle güzel bir şehir olup sokakları muntazam ve geniş idi. Şöyle ki on arabanın yan yana geçmesi kabil idi. Bu sokakların boyunca bir gaz feneri, bir ağaç ve yine bir gaz feneri bir ağaç dikilmişti. Gündüzleri ekser sokaklarında güneş yere düşmez idi. Binalar hep kârgir olup gayetle sanatlı ve nakışlı idi...” Ve ben yüz yıl sonra elimde, yüz yıl öncesini anlatan kitapla, Cape Town’ın geniş sokaklarında dolaşıp durmuştum.

Haberin Devamı


LAWRENCE VE İSKENDERİYE


İskenderiye’yi ise Lawrence Durrell’in ‘İskenderiye Dörtlüsü’nün ilk kitabı ‘Justine’in eşliğinde gezmiştim. Kahire’de bir otel odasında okuduğum kitap beni öylesine etkilemişti ki, gezimi yarıda kesip, soluğu bu kentte almıştım. Çölün ortasında sisli bir sabah, beyaz bir körlüğün içinde giderken aklım fikrim kitapta yazılanlara takılmıştı. Cecil Oteli’nin karanlık holündeki boy aynasında, Justine’i göreceğime inanmıştım. Tutkularıyla kabına sığmayan, ilişkileri İskenderiye kadar gizemli olan Yahudi güzelinin hayalinin, o aynada beni beklediğini ummuştum. Parklarda, deniz kıyısında, romanın geçtiği gizemli sokaklarda kitabı okuyup bitirmiş ve İskenderiye’ye âşık olmuştum.
Elimden geldiğince, “romanlardaki kentler” gezilerime devam edeceğim. Şimdilerde birkaç kitap var. Amin Maalouf’un ‘Semerkant’ını Semerkant’a, Hasan Sabah’ın gizemli dünyasına girebilmek için ‘Alamut Kalesini’ İran’a saklıyorum. Bir de peşine düşeceğim kitaplar var. Onların da sayısı arttı.

Haberin Devamı

GOETHE’NİN ROMA’SI

Roma’da, ‘İspanyol Merdivenleri’nde oturup Goethe’nin ‘İtalya Seyahati’ adlı kitabını okumuştum. Ünlü edebiyatçı, kent hakkında şunları yazmıştı: “Roma, başlı başına bir âlem. İnsanın burada kendini bulabilmesi için bile seneler lazım. Burayı hemen görüp gidebilen seyyahlar ne kadar mesutlar...” Goethe’ye hak verircesine Roma’da kendimi kaybetmiştim...

YÜZYILIN SERSERİSİNİN LOS ANGELES’I

Günün birinde de Los Angeles’te, Sunset Bulvarı’nda, elimde kitaplar, ünlü yazar Charles Bukowski’nin peşine düşmüştüm. Yüzyılın serserisinin, onca rezilliği yaptığı barları araştırmıştım. Sorup soruşturmuş, gösterilen bir barda oturup, onun gibi ucuz bir bira ısmarladıktan sonra, yazdıklarını okumaya başlamıştım:
“Musso’nun barını severdim. Oraya götürdüğüm kadınlardan bazılarının adı kötüye çıkmıştı. Birlikte içerken sık sık tartışır, küfürleşir, içkilerimizi masaya devirip, tekrar içki söylerdik. Genellikle hanımlara taksi paralarını verip, cehenneme gitmelerini söyledikten sonra tek başıma içmeye devam ederdim.” Onun gibi yapmak istemiştim ama, yanımda ne “cehenneme git” diyebileceğim kötü bir kadın ne de birayı masaya dökecek cesaretim vardı.

Haberin Devamı

HEMİNGWAY’İN PEŞİNDE

Kenya’da, Hemingway’in peşine takılmıştım. ‘Kilimanjaro’, karla kaplı, 650 metre yüksekliğinde bir dağ. Masai dilinde bu dağın batı doruğuna ‘Tanrı’nın Evi’ diyenler var...
Bir yandan, ‘Kilimanjaro’nun Karları’ adlı kitabı okuyor, bir yandan da kafamı satırlardan kaldırıp dağa bakıyordum. Hatta kitaba kendimi öylesine kaptırmıştım ki, dağın eteklerinde, en büyük boynuzlu yaban keçisini avlamaya bile niyetlenmiştim.
Nairobi’de ise Hemingway’in şimdi adını hatırlamadığım bir kitabında anlattığı kahveyi bulmuş, öyküyü orada okumuştum. Kitapta, kahvenin bahçesindeki bir ağaçtan bahsediliyordu.
Birbirlerine haber vermek isteyenler, bu ağacın gövdesine mesaj kâğıtlarını yapıştırıyorlardı.

Ben de Hemingway’e bir not yazıp, ağacın gövdesine iliştirmiştim.
Hemingway peşine en çok düştüğüm yazar olmuştu. Key West’te onun barında onun martinisini içmiş, Paris’te onun gittiği kahvelerde şarabımı yudumlamıştım. İspanya’nın güneyindeki Ronda’da ise ‘Plaza de Espana’daki bir kahvede masanın başına çöküp İspanya iç savaşını düşlemiştim.

Niyetim, Hemingway’in ünlü romanı ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’ da anlatılanları gözlerimle görmekti. Elleri arkadan bağlanmış faşistler bu meydanda toplanıp, biraz ilerideki uçurumlardan aşağıdaki Tajo Nehri’ne atılmıştı. Faşistlerle dövüşenlerden biri, bu ceza yöntemini şöyle açıklamıştı etrafını çevirenlere: “Kurşunları ziyan etmek istemiyoruz. Daha çok faşist öldürebilmek için onlara ihtiyacımız olacak.”
Düşlediklerimin çok acımasız sahneler olduğunun farkındaydım. Ama hepsi bu meydanda yaşanmış gerçeklerdi. Dünya, bu olayları Hemingway’in kaleminden okumuştu. Kitapta yazılanlar sayfalardan çıkıp yeniden sahnelenmişti sanki.
İspanya’nın Pamplona kentinde yine onun peşine düşmüştüm. Dar sokaklarda döne dolaşa Del Castello alanını bulmuştum. Niyetim, Hemingway’in ‘Güneş de Doğar’ adlı kitabını onun oturduğu kahvede okumaktı. Boğa güreşlerini seyretmek için Pamplona’ya gelen ünlü yazar burayı ballandıra ballandıra anlatmıştı. Meydanın bir köşesindeki kahveye oturdum. Karşımda pembe badanalı Hotel La Perla duruyordu. Burası ünlülerin uğrak yeriydi. Hemingway’den başka Orson Welles, Ava Gardner, Charlton Heston, Deborah Kerr, Arthur Miller burada kalmış, bu meydanda dolaşmış, bu kahvelerden birinde oturup içkisini yudumlamıştı.

Ben de bir içki söyledim. Sonra kitaptan biraz önce yürüdüğüm sokağın anlatıldığı sayfayı bulup okumaya başladım: “Boğaların önünden kaçan öylesine çok insan vardı ki, arenanın kapısına yaklaştıklarında sıkışıp biraz yavaşladılar. Ağır sağrıları çamurlu boğalar hep birlikte hızla koşarken boğalardan biri öne fırladı ve kalabalıkla birlikte koşan adamlardan birine boynuzlarını taktığı gibi
havaya kaldırdı...”

İSA’NIN BİLE GİTMEDİĞİ KÖYDE

Sadece romanları, geçtikleri kentte okumakla yetinmedim, daha önce okuduğum romanlardaki yerlerin de peşine düştüm. Bunlardan en önemlisi, ‘İsa Bu Köyden Geçmedi’ adlı romandı. Kitabın yazarı Carlo Levi adlı bir İtalyandı. Mussolini yönetimi, aynı zamanda bir doktor olan antifaşist yazar Levi’yi, Güney İtalya’nın en ücra köşesine, o dönemde ancak katır sırtında ulaşılabilen bir köye sürgün göndermişti. Kitabı okuduktan sonra, Carlo Levi’nin izini sürme duygusu bir tutkuya dönüştü. Ve günün birinde, yanımda yazar arkadaşım Nedim Gürsel olduğu halde, İtalya’nın bu en fakir bölgesinin yolunu tutmuştum. İlk durağımız, çizmenin tabanında yer alan Matera kentiydi.
Taş yapıları, çoğu terk edilmiş eski evleri, merdivenli dar sokakları ile gizemli bir yerdi. Bir akşam, kente tepeden bakan bir lokantanın terasında oturup, nefis İtalyan şarapları eşliğinde, çan kulelerini, kimsenin yaşamadığı sokakları seyretmiş, kitabın buraları anlatan bölümünü bir kez daha okumuştum.

Carlo Levi’nin sürgüne gönderildiği Aliano Köyü ise Matera’nın güneyinde, kayalık bir tepenin üstüne kurulmuştu. Evler, romanda anlatıldığı gibi derme çatmaydı. Sokaklar uçuruma açılıyor, köyün alanında siyah şapkalı, kısa boylu erkekler, sırtlarını kilisenin duvarına dayamış güneşleniyorlardı. Kadınlar, yaşlı ve çirkindi. Yazarın kaldığı ev müze olmuştu. Köyün her köşesi tanıdık geliyordu bana.

Yazarın Tüm Yazıları