Harf devrimi

1 Kasım 1928 tarihli, 1353 sayılı kanun “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki” hakkındadır ve 3 Kasım 1928’den itibaren de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Haberin Devamı

Üzerinde duralım; Latin harflerinin kabul edildiği ilk Müslüman devlet biz değiliz, Arnavutlar bu alanda öncüdür. İlk Türk devleti de değiliz; Azerbaycan Cumhuriyeti bu çevirimi Türkiye’den daha evvel kabul etmiştir. O tarihte “Azerbaycanca” diye bir kavram yoktu, dil Türkçeydi. Lügatların Türkçesi, Rusçası ile gramerin Türkçesi vardı. 1930’lu yıllara kadar Azerbaycan’da her şey Latin harfleriyle çıktı.

KARŞI GÖRÜŞLER DE VARDI

Bütün bunlara rağmen dünyada Latin harflerine geçiş ve harf devrimi denilince gürültü ve galeyan hep Türk harf devriminin etrafında cereyan eder. Bir zaruret olarak yazılı edebiyat ve bürokrasinin en önemli altyapı unsuru sayılan harflerin değişimi Türkiye’de bir ulusal ve dini çatışma, bir ideolojik kavga haline dönüştü. Bizzat harf devrimine gidilen dönemde hükümet üyeleri arasında bile görüş ayrılığı oldu. İlim aleminde buna karşı olanlar vardı; Köprülüzâde Fuad Bey ve ilginçtir ki Türk Yahudi cemaatinin eserleriyle halen yaşayan üyesi Bodrumlu Avram Galanti de Türk harflerinin (yani Arap alfabesinin) terakkiye mâni olmadığını izah eden uzun yazıyla hâlâ zihinlerde yaşıyor. İsmet Paşa ani bir değişikliği Türk matbaa sektörünün kaldıramayacağını, hükümet işlerinin, tedrisatın duraklayacağını bu nedenle tedrici bir gelişme ve ikili bir kullanım gerektiğini belirtti. Bu görüş 1980’lerin sonundan beri alfabe sorunuyla boğuşan eski Sovyet Türk cumhuriyetlerinde de neredeyse aynıyla tekrarlanmış gibidir.

Haberin Devamı

‘KÖYÜN İMAMI BİLE OKUYAMAZ’

Gazi Mustafa Kemal Paşa ikili ve uzun vadeli kullanımın aleyhindeydi. Türk harflerinin değişiminin ne kadar cehalet (!) getirdiği tartışılır. 1935 sayımındaki okuma yazma oranına yüzde 20 civarında okur yazar rakamı yansıyor. İmparatorluk yıkıldığında ise cehalet oranı yüzde 90’dı. Yüzde 10’nun okur yazarlığını 1878 Meclisi’ndeki bir mebusun şu ifadesi ile tasvir mümkündür: “Köylerde kimse okuma yazma bilmez. Köyün imamı bile yazısını yazdıktan sonra mürekkebi kuruyunca yazdığını okuyamaz.

Harf devrimi

Haberin Devamı

Erhan Afyoncu’nun bir yazısında, II. Abdülhamid Han’ın emri üzerine, bir konuyu araştırmak üzerine kurulu komisyon üyelerinin mühimme defterlerini okuyamamak gibi bir mazeretle layihanın (raporun) yazımını tehir ettikleri bildiriliyor. Bu bir efsane değil; siyakat kullanarak yazılan tahrir defterleri, birtakım Osmanlı vekayinâmeleri dışında devletin divani yazı (hatt) ile kaleme alınan evrakı bürokrasisinin okuma kabiliyeti dışındaydı. Bu yüzdendir ki Tanzimat Dönemi’nde Mülkiye gibi bazı mekteplerde “divani yazı” hocası istihdam edilmiştir.

‘KÜLTÜREL UÇURUM YOK’

Ne yazık ki ciddi Osmanlı tarihi kaynaklarının tetkiki ve yayımlanması nadiren 20. yüzyıl başları, daha çok Ö. L. Barkan, H. İnalcık neslinde devam eder fakat bugün bu yetenek artık çok yaygındır. Türk Osmanlı tarihçileri, bizim nesil ve bizim ardımızdan genç nesil Osmanlı tarihçiliği temsilcileri arşiv vesikalarını o kadar rahat ve doğru okuyabiliyorlar ki yabancı Türkologların “defteroloji” dediği bu konulara iddialı yönelim, Edebiyat Fakültesi’nin faaliyeti sonucu iddiasını yitirdi. 1980’lerde Edebiyat Fakültesi’nin Mübahat Kütükoğlu Hoca’nın tertiplediği paleografya ve diplomatika seminerlerinde merhum Faruk Akün Hoca kapanış konuşmasında, “Harf devriminin nesiller arasında kültürel bir uçurum yarattığı söylentisinin geçerli olmadığı bu seminerlerde anlaşıldı” dedi.

Haberin Devamı

ÇİNCE ÖĞRENMEYE BENZEMİYOR

Osmanlı harfleri dediğimiz Arap harfli Türkçeyi öğrenmek, Çince öğrenmeye benzemiyor. Türkçeyle birlikte bu harfleri öğrenen Batı üniversitelerinde, hatta benim hocalık yaptığım Moskova’da Rus öğrenciler bu işi kolayca kıvırıyorlar. Zorluk kullanılan lügatın çözülmemesindedir ve nihayet Osmanlıların Arapça-Farsça kelime sayısı da on binler değildir, binler de değildir. Günümüzün lügatlarının cevap veremediği kelimeler vardır. Bunlar yer ve şahıs isimleridir. Osmanlı tahrir defterleri şahıs ve yer isimlerini sadece kendi okumaları için yazarlar. Bölgeden olmayan insanların onu çözmesi zordur. Dolayısıyla imparatorluğun Macaristan’ından Slovakya ve Ukrayna’ya kadar, bölgelerinde yer ve kişi adlarını okumak o bölgelerdeki Osmanistlere kalan bir iş.

Haberin Devamı

İki yazıyı birden öğrenmeye lüzum yok. Meraklı olup çalışmak yeter. 20 sene evvel (ve maalesef yanlış hesap üzerine) kurulan Sosyal Bilim liselerinin öğrencileri o kadar istekli ki hocalarından daha iyi okuyorlar. Tapu kadastro arşivinde 7-8 ay kadar çalıştım. Tahrir defterlerini yeni harflere çevirme vazifemiz vardı. Genç kuşak araştırmacıların eskinin tapu sicil muhafızları ve mal müdürleri kadar rahat okuduğunu, hatta daha da rahat okuduklarını gördük. Osmanlı medeniyetinin bugünkü Osmanistlerden daha iyi insan yetiştirdiğini ve bu nedenle uçurum doğduğunu iddia edemem. Tembelliğin getirdiği sıkıntı. Para kazanamayan adamın büyükbabası ve babasının enayilikleri yüzünden arsa alamadıkları şikâyetlerine benzer.

Haberin Devamı

YER VE ŞAHIS İSİMLERİ ZORLUYOR

Osmanlı basılı mirası 30 bin başlıktı. Bu büyük bir hazine değildir. Baskıya hazırlanamayan ve verilemeyen elyazmaları ise bir hazinedir. Ama bunları değerlendirmek babında, yeni neslin çektiği sıkıntılar kadar eskilerin çektiği sıkıntılar bellidir. Bu dönülmeyen bir kullanımdır, zaruridir. Zira Türkçe gibi sekiz tane sesli harfin kullanıldığı ve telaffuz edildiği bir dili, Arap harfleriyle yazmak mümkün değildir. Eski metinlerdeki yer isimlerini ve şahıs isimlerini çözmekte hâlâ güçlük çekiyoruz. Çok nadir kullanılmış kelimeler (ve bunların bazıları maalesef eski has Türkçedir) Arap harfleriyle yazıldığında yeterli açıklık görmüyor, vermiyor. Bu harflerin değişimi hızlı okuma yazma öğrenme zorunluluğu olan nesiller için şarttı. Tanzimat döneminde bile Arap harfli Türkçede imla değişiklikleri yapıldı. Şemsettin Sami ve Kırımlı Gaspıralı İsmail’in alfabesi böyledir. Azerbaycanlı Mirza Fethali Ahundov ise 19. asrın ortasında toptan Latin harflerinin kabulünü önermişti. Kimse de kendisini taş ve sopayla kovalamadı. Hatta Tanzimat’ın akil devlet adamları projeyi kabul etmeseler de hürmet gösterip hazrete bir Mecidi Nişanı verdirttiler.

AİDA

Türk operasının Türkiye kültürüne de bir dönüm noktası teşkil ettiğini bundan 20 sene evvel Almanya, Köln’deki bir kültür panelinde (Semiha Berksoy’un katıldığı programda) izlemiştim. Pazar günkü Aida galasında ise Türk operasının büyük bir dönüşüm geçirdiği görüldü.

İnsanlar, korodakiler ve orkestra üyeleri memur gibi değillerdi, yaratıcıydılar. Solistler ise hiç mübalağa etmiyorum zaten beynelmilel sahnelerde çok bilinenlerdir. İçlerinde Mehmet Karahan, Feryal Türkoğlu ve Ezgi Karataş gibi şöhretler vardı. İtalya’da sokaktaki insan bile Karahan’ı dinleyince galeyana gelir, ruhu oynar. Verona’da sokaklarda alkışlandığını gördüm. Tuncay Kurtoğlu da dışarıda bilinen, sevilen sanatçıdır. Bir tarihte Stuttgart operasında aniden İtalya’dan getirilmek zorunda kalan Mert Süngü’nün ne kadar güçlü bir sanatçı olduğu; sesinden, teatralitesinden ve İtalyancasından belliydi. “Sevil Berberi”nde salon sarsıldıydı. Bize de sürpriz bir hediye oldu.

Harf devrimi

Geçen pazar günkü Aida operasında da İtalyanca teganni edildi. Buna hiç kimse burun kıvırmasın. Opera eserleri kendi dillerinde teganni edilir, öbürü bir geçiştir. Bakanlıklar, Türkiye bütçesinde operacılarımızı ve tiyatrocularımızı değerlendirmekte geç kalıyor ama opera sanatçılarımız yerkürenin her yerinde tanınıyorlar.

Bir şey çok daha fazla dikkatimi çekti; operanın dekorlarındaki stilizasyon, fakirlik ve bilgisizlikten değil, bir büyük ustalıktır. Mısır sanatının kalıntılarının dekoratör tarafından güzel bir şekilde hazırlandığını göreceksiniz ve bu dekor ileride yılın olaylarından biri olarak zikredilecek. Sağda solda dinleyip seyrettiğim Aida’ların içinde orkestrasyon, koro, solistler, dekor ve efekt olarak en büyük başarıydı. (Dekor Özgür Usta, kostüm Savaş Camgöz ve Gürcan Kubilay’ındır.) Hele İtalya’nın beynelmilel kabiliyetlerinden Vincenzo Travaglini’nin rejisi gibi genç şef Can Okan’ın icrası da bir kazançtır.

SON 80 YILIN BAŞARISI

Opera temsilleri bu ülkede bir buçuk asırdır düzenleniyor. Aida’yı Mısır Hidivi, Giuseppe Verdi’ye ısmarladı. Sarayda temsiller ve tiyatro vardı. Beyoğlu’na ve İzmir’e yabancı opera grupları geliyordu. Ulusal opera son 80 yılın başarısıdır. Türkiye’de opera sanatını kurumsallaştıran Kemalist devirdir. 10 Kasım’da Devlet Opera’mızın köşeyi döndüğünü gördük. Genç nesil bu sanatı Türkiye’ye mal etti. 

Yazarın Tüm Yazıları