Ebru Çapa

Öngörü

15 Mart 2007
Alman sosyolog Klaus Fieseler, "Seks Mitleri" isimli bir kitap yazıp tabiri caizse cinsel fütürolojiye soyunmuş. Cinsellik uzmanlarına, sokaktan insanlara, psikologlara, şunlara bunlara sormuş soruşturmuş. Röportajların toplamından cinsel hayatın alacağı şekle dair, 2020 yılına yönelik tahminlerin yer aldığı kitabı oluşturmuş.

Neler öngörülüyor derseniz; efendim, sanal seks olanakları daha da genişletilecekmiş; bilgisayarlardaki simülasyon araçlarıyla ’gerçek’ seksten farklı olmayan duygular yaratılacakmış. (Woody Allen bunu ’100 Yıl Uyuyan Adam’da, teee onyıllar önce öngörmüştü netekim. Diane Keaton’ın orgazm makinesinden çıkan hálini hatırlayanlar elini kaldırsın.)

Sonracığıma, bilgisayardan bağımsız olabilmek için insanlar beyinlerine ’orgazm çipleri’ taktıracakmış. Veee, yüzyıllardır sorulan soruya da münasip bir cevap şey ettirilmiş: Evet efendim, gelecekte karın bölgesine rahim yerleştirilen erkekler de arzularına göre doğuracakmış. (Nah-a buraya da yazıyorum; o dediğiniz Türkiye’de 3020 yılında bile n’olmaz, n’olabilemez. Yurdum erkeğine karnına rahim yerleştireceğini söyleyeceksiniz de o da ameliyat masasını kafanıza ekleştirmeyeecek. Zooor... Hem bir de işyerine, kahveye mahveye karnı burnunda gidecek. Benim diyen fütüroloğu; ’Sen bana Rock Hudson mı dedin?’ diye deşerler mazallah.)

Haberde alıntılanan en saçma durum da şu ki: Efen’im, zenginler, gen teknolojisinin gelişmesi sayesinde ’ek cinsel organ’ taktıracakmış ve daha çok zevk alacakmış. Aritmetiği biraz şaşkın ve cinsellikten pek anlamayan bir ’sokaktaki adam’ tahmini olduğunu tahmin ediyorum ben bunun. Buğday tarlasında kafası kopmuş aç horoz modeli... Çift penisli dev cüce... Ne bu be? Ucubeye gel...

Kaldı ki Ayça’nın iddiasına göre, zaten o mánáda şimdiden ’ek cinsel organ’ taktırıyorlar zenginlerimiz. Kadınıyla-erkeğiyle hem de...

O gerçi, bunu dillendirirken, ciplerden bahsediyor. İstanbul gibi bir şehrin trafiğinde, üstelik de b.k gibi benzin parası ve çuvalla vergi bayılıp, park ettiğinde kaldırımları sıfır beden mankenlerin bile geçemeyeceği şekilde istila eden ciplere bakıp bakıp saydırmak gibi bir huyumuz var. O en sonunda adını böyle koydu: ’Takma penis bunlar abi...’ dedi... Ben de kendisine hak verdim. Zaten her zaman çaktırmasam da genelde veririm... Hak yani... Küstah ve güzel olduğun kadar zeki ve hatta biraz zorlasa bilge bir hanımefendi sanatçıkankadır.

İstirhamımızdır: Kullanmayınız o otomobil taklidi yapan tankları efen’im. Hani ne zaman tabakta yemek bıraksam "Etiyopya’daki açları düşün" diyen annem gibi konuşmuş da olmayayım ama Irak’ta ölen çocukların kanı sıçrıyor o panzer kılıklı şeylerin gıcır jantlarına...

(Bu salak günümde böyle sosyal bir yaraya da parmak bastım ya, kendi yanağımdan ’Afferin yumurcak’ diyerek kesme almak istiyorum.) (Aynı zamanda yanağımdan kesme almayan, boş kalan elimle, öbür yanağımı tokatlamak istiyorum.) (Diyeceksiniz ki; ’Tutan mı var?’; o da ayrı...) (Şu Klaus Bey’e bir mektup atıp, muayyen günlere ne olacak, onu da bir sormalı...) (Ha, şu doğurgan olma meraklısı adamlara, ayrıca "Bu konuda regl sancısı çekmeye de var mısın tatlım?" diye sormuşlar mı, bi de onu sormalı...) (Hadi sessizce dağılalım; ben kendimi (!) bi intihar edip gelicem.)
Yazının Devamını Oku

Bir başkadır, en başkadır...

11 Mart 2007
Havasına suyuna diye terennüm etmek isterim en Ayten Alpman tonunda: Hakikaten bir başkadır benim memleketim. Hele ki insanı... Başka bir şeyciklere benzemez kendinden gayrı... Yaşasın asimilasyon! Ruhu şad, toprağı bol, mekánı cennet olsun; rahmetli Selçuk Gerede’yle seneler önce ettiğimiz bir muhabbeti hatırlıyorum.

Selçuk Bey, yıllar, yıllarca Birleşmiş Milletler’in New York’taki hastanesinde çalışmıştı. Bir hastane düşünün ki doktordan yana da hemşireden yana da hastadan yana da her günü ayrı şekil bir dünya mozaiği oluşturuyor.

Selçuk Bey, mesleğini icra ederken, bir yandan da insan sarraflığı üzerine tabiri caizse ordinaryüs profesör olmak yolunda yazacağı tezle ilgili, ağız tadıyla inceleme yapıyor...

Leziz metaforlarla anlatıyordu: İşte, şu millet şuna benzer, bu millet buna benzer...

"Peki biz neye benzeriz?" diye sormuştum nihayetinde. E o hiç değinmeyince?..

Çalışmadığı yerden sormuşum gibi değil de hayatında içinden çıkamadığı yegáne problemin altını çizmişimcesine başını, o güzelim ve yakışıklı başını kaşıyarak yanıtlamıştı: "Biz bize benzeriz. Adını koymak zor. Üstelik biliyor musun; dönüşmeyen bir tür olduğumuz gibi, dibimizde biten her şeyi de kendimize benzetiyoruz öyle ya da böyle..."

MİLLİ GELİN HAYDAR

Geçen gün zap maratonu sırasında Buzda Dans’ta mola verdim. Ve Selçuk Bey’i yad ettim...

Bülent Polat’ın partneri Olga Bestandigova olsun, Zeynep Tokuş’un partneri Robert Beauchamp olsun (Bizim Bobby), eğitmenler Stephan Morel ile Tamara Sharp olsun; baktım baktım; "Hah" dedim; "Bunları da direkt bizleştirdik. Selçuk Bey; Allah da sizi güldürsün..."

Ben zihnimde geriye gittiğimde -daha geçenlerde arkadaşlarla aramızda geyiği döndü- en eski Christine Haydar’ı hatırlıyorum. O zamanlar adına geyik çevirmek denmiyordu ama o zamanlar da hayat geyikten ibaretti ve Christine Haydar’ın, "Haydar Paşa’nın geliniymiş abi, milli gelinimizdir" diye geyiği çevrilirdi. Her hafta Haftasonu gazetesini aldığında kapağında frikik veren bir Milli Gelin Haydar fotosu görürdün.

Eurovision insanı Johnny Logan da sonradan, milli damadımız olmuştu.

Birileri sınırdan içeri ayağını basmaya görsün. Ağzına kebap ve Törkiş lokum tıkıştırıp, kafasına mizansen fesi takıp eline mizansen nargilesi tutuşturup, bir de bir vatan evladıyla baş göz etmeden ya da en azından dedikodusunu çıkarıp polemiğini şey ettirmeden şuradan şuraya bırakmayız evelallah...

YA FUTBOLCULAR

Gönül işi olmazsa, kavga çıkarttırırız. Olmadı, yolsuzluğa bulaştırtırız. Şimdilerde de, nedir işte, en bi değerli ve ıstakozcu ve botoksçu işkadınmız Sema Çelebi’yle, car car car, sen mi körsün, ben mi sersemim tadında laf yarıştıran Olga Bestandigova örneğinde gördüğümüz üzre, jüriyle kapıştırırsın...

Steve Komphela, bu ülkenin televizyonunda Akın Akın Kompela diye talk-show yaptı, üstüne de dolandırıcılıktan tutuklandı be; ötesi var mı?!.

Pierre Van Hooijdonk’un takma bıyıklı reklamlarına, Christoph Daum’un bu ülkede geçirdiği onca yılın ardından kalkıp da bir röportaj esnasında kafasına fes takılmaya çalışılmasına "Atatürk böyle bir şey istemezdi" diye karşı çıkmasına değinmiyorum yani bunun yanında...

Her gelen de bir şekilde "kariyerine" burada devam etmek istediğini söyleyip öööyle kalıyor bildiğiniz üzre.

Şimdi de belki Beauchamp, Zeynep Tokuş’un açmayı planladığı buz dansı okulunda eğitmen olacak. Asena’nın partneri Jan Luggenholgher mankenlik teklifleri alıyormuş, burada kalıp oyuncu olmayı planlıyormuş...

Jürileriyle, sunucularıyla, bilmem nesiyle, İngilizce yetkinliği bir meseledir giden Buzda Dans’ta Türkçe tartışmalar sürerken, bütün yabancı ekip ne konuşulduğunu anlayıp öne arkaya ya da sağa sola kafa sallamaya başladı ya siz ona bakın...

"Havasına suyuna" diye terennüm etmek isterim en Ayten Alpman tonunda: Hakikaten bir başkadır benim memleketim. Hele ki insanı... Başka bir şeyciklere benzemez kendinden gayrı... Yaşasın asimilasyon!
Yazının Devamını Oku

Aşkın gözü kör olabilir ama inanın bana, karnı açtır

10 Mart 2007
Yazının selámetine uyduruyorsam, iki gözüm önüme, nah-a tam şuraya aksın. (Muharrire, sağ elinin işaret parmağıyla ayağındaki papilerinin ucuna işaret eder.) Uzun zamandır rastlaşmadığım bir tanışla karşılaştık. Laflarken, uzun zamandır ilk kez doğru dürüst bir ilişki yaşıyor olduğunu söyledi. Manital faaliyetten yana vurkaç politikasına prim veren biri olduğu hálde, taaastamam altı aydır hem de...

Hani piyango bileti reklamlarında "Size de çıkabilir" deniyormuş ya, başına gelmese güler geçermiş ama aha: Ona da çıkmış. Yanisi doğru adamı bulmuş olabilirmiş... Öyleymiş; doğru adam diye bir şey varmış. Gözüyle görmese valla billa o da inanmazmış ama işte; iman cilalamış...

"Ne güzel" dedim; "Allah sonuna erdirsin. Sen şimdi ürersin de..." Zannetmiyormuş. "Niye ki? Yanlış adamla yanlış kadınların üreyip durmasından memleket açık tımarhaneye döndü kızım. Toplumsal sorumluluktur bir yerde. Üre, sen üre..."

"Üremek şöyle dursun; muhtemelen ayrılacağız" dedi.

"Lost dizisi taklidi mi yapıyorsun kardeşim? Anladık gerilim tırmandırmaya çalışıyorsun da senin muhabbet biraz Aliye tonundan çalıyor. Niye ayrılıyormuşsunuz? Rahat battı da herifi terk mi edeceksin?"

"Yok," dedi; "muhtemelen o beni terk edecek. Hakikaten rahat batmış olsa gerek ki gittim adamı üç kuruşluk bir gerzekle aldattım. Dürüst davranmazsam içim de rahat etmez şimdi. Konuşup anlatacağım; cesaret toplamaya çalışıyorum."

"Tırstın di mi mutlu olmaktan?" dedim.

"Hı hı" dedi, başka bişi demedi.

Ben de başvurmuştum vaktiyle bu yönteme. İlişkiyi bitirmek için ihanete yönelmeye... Gerçi ben zaten ayrılmaya niyetli olduğum bir adamla, uğraş didin, bir türlü münasip bir nokta koya koyamadığım, boka sarmış bir ilişkiden sıyırmaya çalışıyordum. Adam o kadar kıskançtı ki, gayet edepli uslu ve de sadık olduğum onca zaman boyunca mütemadiyen beni ihanetle suçlamıştı. Hayatında bir kere bile bir kadınla yatmamış gay arkadaşlarımdan tut, kız arkadaşlarıma kadar, çevremde kim varsa, peşinen onunla yattığıma hükmediyor, hikáye üzerine hikáye yazıyordu. Paranoyanın boyutlarını zorluyordu. E ben de ne yapayım, 40 kere söylersen olurmuş; bu kadar çağırdığına göre istediği de bu olsa gerek; madem öyle gel böyle tadında aldatmıştım. Birkaç kez... İşe de yaramıştı... Bugüne bugün bir an için bile vicdanım sızlamadı üstelik.

Neyse... Bu arkadaşın durumu başka... Ben mutsuzluktan kırılıyordum; onunsa mutlu olacak diye ödü patlıyor. Ve ben bunu da misler gibi anlayabiliyorum. Bizi hangi doktorlara emanet etmeli bilemem artık...

TAŞ GİBİ ROCK

Malt’ın da Aşkın Gözü’nde demiş olduğu gibi:

"Aşkın gözü kör olabilir ama inan bana karnı açtır / İyi sindirilmemiş bir aşk üçüncü tekillere muhtaçtır."

Cenk Durmazel (vokal), Cenk Turanlı (bas), Barış Ertunç (gitar) Güray Gürsoy’dan (davul) oluşan Malt’ın "Kendi İsmini Taşıyan İlk Albüm" adlı albümü (Kendileri her ne kadar müzikle mizahı karıştırmadıklarını söyleseler de grubun kurucusu ve söz yazarı Cenk ve Erdem Beyler’in Cenk Bey’i olunca, konunun içinden kaçınılmaz olarak habire espri geçiyor tabii...) yakın bir tarihte huzura geldi.

Çok da iyi oldu. Taş gibi müzik yapıyorlar...

Cenk Durmazel’i eski grubu Badluck ile sahnede izlemişliğimiz vardı zaten. Geyikten yana istihap haddini aşmış ve hafiften sıkılmış, ayrıca müziği de özlemiş olsa gerek ki sahnede izleyip performansını takdir ettiği Turanlı ile Ertunç’u ayaklandırmış.

Turanlı ile Ertunç’u biz de takdir ederiz ezelden ebede... Kendilerini başka müzisyenlerle birlikte sahnede bolca izlemişliğimiz vardır. Şu aralar Barda’nın soundtrack’inden, filmden görüntülerin aktarıldığı klibiyle izlediğimiz Dediler Ki’yi icra eden Üçnoktabir’in de hastasıyız. Ki Turanlı ve Ertunç aynı zamanda bu grubun da elemanları.

Blue Jean dergisinin 20. Yıl partisinde (Nice 20 senelere inşallah arkadaşlar. Bu ülke ve bu şişko sizinle gurur duyuyor!) Selim Demirdelen’le karşılaştık. Prodüktörlüğünü üstlenmiş olduğunu öğrendiğimiz Üçnoktabir albümünün iki haftaya kadar piyasaya çıkacağını müjdeledi. Sevindirik olduk nitekim... (Şaka değil, çerçöpten dolayı mide fesadı geçirmekte olduğumuz için iyi bir iş çıktığında basbayağı seviniyorum. Hálimi anlayın yani...) Hem yetenekli bir müzisyen, hem de başarılı bir yönetmen olduğu için, albümün ilk klibini de o çeker zannediyorum.

KORKMAYIN E Mİ KUZUCUKLARIM

Malt’ın keyfi bu aralar yerinde. Cenk Turanlı, akademibulteni.net’te yer alan bir röportajında durumu şöyle özetliyor: "Ben ve Barış müzik dışında yine müzikle uğraşıyoruz. Üçnoktabir albümü miks aşamasında. Barda filminin soundtrack’inin başarısı bizi çok mutlu etti; en kısa zamanda Üçnoktabir albümünü yayınlamak istiyoruz. İki süper grubumuz olduğu için keyfimize diyecek yok. Cenk Bey, sevgili asistanı Erdem Bey’le Kanal 24’te HÖTK programında şabalaklığa devam ediyor. Güray da izlediğiniz birçok reklam ve filmin infernolarını yapmak ve ’baget kırmadan nasıl davul çalınır’ üzerine kafa patlatmakla meşgûl."

Allah artırsın ve tamamına erdirsin. Mutluluklar daim olsun. Rahat kimsenin kıçına batmasın. Ayrıca Türkiye çöl olmasın. Diyooor, inşallah tez vakitte Üçnoktabir’in klibinde buluşmak üzere huzurdan ikiliyorum. Sonracığıma, aşkı ziftlenirken çok çok çiğneyin, iyice sindirin. Üçüncü tekillere muhtaç kalmayın. Mutlu olmaktan korkmayın e mi kuzucuklarım? (Adile Naşit’i Özlemek isminde tuğla kalınlığında bir roman döşenmek istiyorum.)
Yazının Devamını Oku

Evinde oturanın ayağının altını öpeyim

9 Mart 2007
Bu yıl kendimi hazırladığımı sanıyordum oysa. Her zamanki salaklığımla...

Yok efendim; <B>bir 8 Mart daha, asabımın tellerine parmak attı geçti... </B>Hani benim asap death metal konserinde sahne almış bir gitarsa, 8 Mart’ın bil-er-kişi beyanatları, distortion meraklısı virtüöz; öyle söyleyeyim...

Kıllı tüylü ve pek bıyıklı nice vatan evladı, hede de hödö de, kadınlarımızın borcu nasıl ödenir; daha doğrusu nasıl da ödenemez (E dolayısıyla denemeye bile değmez?); hele o analar, ah o analar filan şeklinde dile geldi.

İş hamasete gelince, kop gitsin tabii. İki satır analarımız de... Üç hamle de el, hatta Başbakan örneğinde gördüğümüz üzre ayak, -hem de altından maltından- öpmece muhabbeti çevirmece...

Öptük mü; hah, tamam... Hadi annem; seneye görüşürüz!!!

Son 8 Mart’ta yine en şairane ciğerparelerinden kopup gelen belágatla şöyle buyurdular meselá: "Cennet annelerin ayaklarının altındadır, babaların ayaklarının altında değil. Bu ne demek; ananın ayağının altı öpülür. Onun için biz, analarımızın ayaklarının altını öperiz. Ben öperim, başkaları öper mi bilmem."

Cennet babaların ayaklarının altında olsaydı, durum farklı olabilirdi. O zaman belki şöyle derdik: Bu ne demek? Ayak yıkatma meraklısı kimi türkücülerimizin kadrini kıymetini bileceğiz. Ayağının altını öpmeden geçmeyeceğiz."

Vayya annemi, Başbakan’ın annesini sevdiğinden daha az sevdiğimi ya da değer verdiğimi zannetmiyorum... Yine de ne yalan söyleyeyim; ben öpmem. Üstelik annemin böyle bir şey isteyeceğini de zannetmem.

Onun yerine meselá, sırf kendi annemi değil, o konuşmanın yapıldığı sırada, locada, başı örtülü hemcinsleriyle, erkeklerden ayrı bir yerde, harem-selámlık mantığıyla oturtulan kadınları da, biraz daha farklı bir düzende ağırlardım. Ha, sırf cennet ayaklarının altında hesabına <B>annemi de değil, kızım ve hatta dış kapının dış mandalının halasının kızı falan da olsa, onu da o şekilde oturtmazdım. </B>(Gün gelecek, o da anne olacak di mi ama? Ayağının altını öpeceğine, yanyana otursana? Nasıl fikir? Hani benimdir diye demiyorum, ampul kadar parlak (!) olduğunu düşünüyorum...)

Yazının Devamını Oku

Sevgili

8 Mart 2007
Sen yaştakilerin hayatında bir yeri var mıdır bilmem; bugün 8 Mart Kadınlar Günü... Hani 14 Şubat’ın Manitalar Günü olduğunu biliyor olmandan yola çıkıyorum ve e bu da hasbelkader dikkatini çekmiştir diye tahmin ediyorum.

Ne de olsa, özellikle son senelerde, resmen Sevgililer Günü kakofonisine benzer bir şekilde algılanır ve yaşanır oldu hadise...

Meselá, birkaç yıl önce, kadın hakları için yürüyen kadınların polis tarafından saçlarından sürüklenmesinin ve yer misin yemez misin diye cop ve biber gazı manyağı edilmesinin yarattığı infial sağolsun, geçtiğimiz yıl, bu kez kadın polisler, hemcinsi eylemcilere çiçek miçek vermişti.

Böyle bir bilincimiz gelişti; daha doğrusu tribimiz oldu son zamanlarda çok şükür... Sanki Öğretmenler Günü, ne bileyim Anneler Günü, işte, Sevgililer Günü tadında; zarif arkadaşlarımızdan çiçek falan alıyoruz resmen...

Yine de benim tüm bu mevzuat içinde şahsi favorim, vaktiyle bir belediye başkanının "şıklığı"dır ki, Hıncal Uluç’un her sene Sevgililer ve Anneler günlerinde aynı yazıyı yayımlatması tadında, 8 Mart geldi miydi, anmadan edemem:

Adam, belediyeden bir kadın çalışanı, 23 Nisan afacanı modelinde, makam koltuğuna oturtmuştu; iyi mi!!!

Herkesin bir takıntısı vardır; ben de maalesef bu konuda şaka, mümkün değil, bünyeyi zorlasam da kaldıramıyorum.

Kadınlara karşı uygulanan ayrımcılığın, bu dünyanın en vahşi, en vulgar, en vandal ve en vahim belásı olduğuna taş gibi inanıyorum.

Bu dünyada pozitif ayrımcılık diye bir şeye ihtiyaç duyulmasının ne mene bir vahamet, kadınlar için "özel" bir günün "kutlanması"nın nasıl utanç verici bir sakalet olduğunu, gün gelir seninle tartışırız elbet... (Yanlış anlama; 8 Mart’ın varlığı, her şeye rağmen iyidir; bir güzelliktir. Senenin geri kalan günlerinin tapusunu erkeklerin üzerine yapan kim fakat; işte onu bir bulursam, çok fena benzeteceğim!)

Seninle aynı işi yapan adamlardan çok daha düşük maaşa çalıştığını fark ettiğinde, hem evde, hem işte, hem cemiyette taşıdığın sorumluluğun yüküyle, her şeye yetişmeye çalışırken, nasıl da satır altlarında yine de kendini eksikli hissetmene neden olabildiklerine hayret ettiğinde, dertleşiriz elbet... (Sen gerçi, bizim sülalede nadir rastlandığı üzre, ilginç bir şekilde ’kız çocuğu’ tipi çıktın. Üzerinde Beşiktaş formanla harala gürele futbol oynarken bile, saçının boncuğunu moncuğunu ihmal etmeyen bir süslü taze...)

Ve şimdi, 12 buçuk yaşında, abladan ziyade, bir küçük anne olmak üzeresin tabiri caizse... Senin annen, benim de buçuktan annem sayılır biliyor musun?

Banu’yla aramızda beş yaş olduğu için, beni beslemeye çalışırken, suratına çok papara püskürtmüşlüğüm vardır. Sonra ben çocukken o ergen oldu, ben ergenken, o yetişkinliğe adım attı. Bununla birlikte, leş gibi canı sıkılan bir çocuk olan kardeşinin kıçını bir ömür toparlamayı bir gün bile ihmal etmedi. O okula gidiyor, benim evde canım sıkılıyor diye kıskanç ve küskün bezerken, kalktı bana okuma yazma öğretti. Banu’nun hatırı bende 29 harf çarpı 40 yıldır anlayacağın.

Ve işte şimdi bir tekne kazıntısı geliyor. Kardeşlik müessesesinin nasıl şahane bir şey olduğunu tecrübe edecek, en güzeli de bizim oğlanı, şiddetle umuyor ve çok içimden inanıyorum ki kadınlara saygı duymayı bilen bir erkek olarak yetiştireceksin.

İnsan geleceğe inanmazsa, nasıl yaşar? Ben sana inanıyorum. Álem adam gibi adamdan öte, insan gibi adamlar da görecek inşallah... Müsterihim... (Bu arada aklımda birkaç isim birikti, müşkülpesent haspam; bakalım bunları beğenecek misin?)

Seni seviyorum; ilk göz ağrım; Kara Muço’m; Elifim; öperim, çevirir bi’ daha öperim...
Yazının Devamını Oku

Üşütük imaj

4 Mart 2007
O şehir senin, bu şehir benim, tekme tokat sürüle sürüle bir hál olan, sürgünde bir dizimiz var biliyorsunuz. Töre baskılarının işlendiği Yaralı Yürek dizisinin ekibine, seti basan yaklaşık 30 kişi saldırdı. Ya bu ülkenin imajdan anladığı ele güne karşı ehemmiyeti kendinden menkul bir saçma şekilcilikten ibaret, ya da benim muhakememde ciddi bir yamukluk var.

Meselá şu Alinur Velidedeoğlu’nun tek kişilik şövalye ordusu gibi sağı solu tırmalayıp, bundan bin yıl evvel Cannes’da, Midnight Express filmine ilham kaynağı olan Bill Hayes ile yaptığı röportajın youtube’da daha çok tıklanmasını sağlamak yolunda başlattığı bir seferberlik var.

Bill Hayes, bildiğiniz üzre, hapisten çıktığından beri en az "Hello" dediği kadar, "O filmde anlatılanlar gerçek değil" de diyor. Bunun yanında yönetmen Alan Parker da çektiği filmle Türkiye’ye haksızlık ettiğini, gerçekleri çarpıttığını itiraf edeli çok oluyor.

Bill Hayes’in hikáyesinin Midnight Express’te anlatılanlarla örtüşmemesi, "yalan çıktı"dan yana, haber değeri taşımaz yani...

Yine de tebrik ederiz, asil bir çabadır elbet... Akmasa damlar... Da?..

CEZAEVİ FELAKETİ

Meselá, F tipi hücre sistemine geçişi engellemek amacıyla tutukluların başlattıkları açlık grevlerini ölüm orucuna dönüştürmeleri üzerine, 19 Aralık 2000’de, 20 cezaevinde düzenlenen, dalga geçermiş gibi adına da Hayata Dönüş Operasyonu denilen ve ikisi asker, 30’u tutuklu, 32 kişinin hayatına mal olan, yüzlerce kişinin yaralanmasına, birçoklarının cayır cayır yanmasına yol açan operasyonları düşününce?..

Bu facianın üzerinden yedi yıl geçti. Cezaevlerinde yaşanan feláketler silsilesi dinmedi. F tipi cezaevlerindeki ağır şartların birazcık olsun hafifletilmesi için Şişli’deki evinde ölüm orucuna yatan avukat Behiç Aşçı’nın çığlığı ancak 294. gününde bir karşılık bulabildi.

Adalet Bakanlığı, F tipi cezaevlerindeki sorunları gidermek amacıyla genelge yayınladı. Genelgeyle, tutuklu ve hükümlülerin ortak alanları kullanma hakkı 10 saate çıkarıldı.

Bu dediğimiz 22 Ocak; daha geçen ay yani...

Demem o ki durum bu durumken, yemişim Bill Hayes’in hikáyesini...

YARALI YÜREK’İN CEFASI

Bunun yanında, elimizde o şehir senin, bu şehir benim, tekme tokat sürüle sürüle bir hál olan, sürgünde bir dizimiz var biliyorsunuz.

Töre baskılarının işlendiği Yaralı Yürek dizisinin ekibi, "Şehrimizi yanlış tanıtıyorsunuz, yer misiniz yemez misiniz" diye seti basan yaklaşık 30 kişi tarafından darba uğradı málûmunuz. Yönetmen Özer Kızıltan ve Yönetmen Yardımcısı Celal Çimen, hastanelik oldu.

Bu hadisenin üzerine, setin Şanlıurfa’dan taşımasına karar verildi.

Ne oldu şimdi? Şanlıurfa’nın şanına yakışmaz, orda sümme haşa töre belásı diye bir şey yoktur sonucuna mı vardık? Valla, ben bundan sonra, Şanlıurfa’yı, bir de set basılan ve odunlarla tekbir getirip sanatçı pataklanan şehir olarak da anacağım? Buyrun bakalım?

Bunların üzerine hafif tertip sevinir gibi olmaya kalmadı... Yurdum imaj ve şan/namus kumkumaları bizi yine şaşırtmadı.

Şöyle ki Yaralı Yürek ekibinin Urfa’dan taşınma kararı üzerine Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Asım Güzelbey, onları aynı zamanda Yabancı Damat ve Ezo Gelin dizilerinin de çekildiği kendi şehrine davet etti. Gelin görün ki Gaziantep Olay Gazetesi, bu durumun üzerine Ezo Gelin dizisinin de bölge örf ve adetlerini hiçe saydığını duyurarak Gaziantepli linççilere şöyle bir ihbarda bulundu: "Şanlıurfalılar bizden daha duyarlıymış ki, örfleri ve adetleri ile oynatmıyorlar. Ancak, aylardır Gaziantep’te Ezo Gelin dizisinin sanal bir ortamda gerçekle ilgisi olmayan bir senaryo ile oynatılması bizleri küçük düşürüyor. Bu nedenle bu dizinin bir an önce durdurulmasını ve Gaziantep’te çekilmemesini istiyoruz."

Allah’tan Gaziantep Valisi Süleyman Kamçı, aklı selim sahibi biri ki ortada ciddi bir tehdit bulunmadığını, onun yerine maalesef "memlekette kafayı üşütmüş insanlar bulunduğunu" söyledi. Doğru söze ne denir?

Aşık değilim olabilirim

İpek Tuzcuoğlu, bildiğiniz üzre, son zamanlarda yemeyip içmeyip kanal kanal, program program dolaşıp şiir kitabının promosyonunu yapmakla meşgûl.

Sonsuz bir yaratıcılıkla 14 Şubat Manitalar Günü’nde piyasaya sunulan kitap elde, o magazin mikrofonu senin, bu magazin kamerası benim, durmaksızın ne mene bir aşk kompetanı, ombudsmanı, bilirhanımefendisanatçıkişisi olduğunu anlatıyor.

Hani bir çeyrek fırın ekmek filan daha hüpletse, Allah muhafaza, başımıza -bir tanesi yetmezmiş gibi- İlhan Uçkan kesilecek.

Gelirini, yine müthiş bir yücekalplilik örneği ve yaratıcılık şey ederek Türk Kalp Vakfı’na bağışlayacağını açıkladığı kitabıyla ilgili beyanat verirken; "Aşk benim için bir tanrısallık, madette yaşamak gibidir. Ben aşkın beyazlığıyım" şeklinde cümleler eşliğinde, şöyle dile geliyor: "Güzel bir sosyal sorumluluk kampanyası içine ben de duygularımı katayım istedim. Bu yola kitaptan elde edeceğim geliri vermek üzere çıktım. Aşk deyince kalp geldi aklıma. (Bak sen şu Allah’in işine? Genelde aşk denilince 12 parmak bağırsağı gelir sıradan fanilerin aklına oysa?) O zaman Türk Kalp Vakfı’na bağışlayayım elde ettiğim geliri dedim. Onların da sloganı zaten ’İyi kalpli ol...’ Aslında aşkta da biraz iyi kalpli olmak gerekiyor."

İPEK’İN ŞİİRLERİ

Ben her zamanki hırtlığımla, şiirin sokağı, mahallesi, semti kalsın, gezegenine uğramadığı muhakkak da, hanımefendi aynı zamanda hayatında ya hiç aşık olmamış, ya da hiç dayak yememiş, filan şeklinde düşünedurayım...

Kendileri geçtiğimiz günlerde katıldığı Dobra Dobra programında hepten kopmuş: Efendim, Tuzcuoğlu, o şiirleri sevgilisi Nuri Öztaşkın’a yazmamış. Zira ona aşık değilmiş ama onu seviyormuş. Sevmek ve aşık olmak onun için ayrı şeylermiş.

Hafif geç idrakten mustarip, ne hissettiğini anlaması için belediyeden icazet alması gereken hanımefendinin çevirdiği geyik şu minvalde ilerliyor: "Beraberliğimiz başlayalı bir yıl oldu. Aşık mıyım bilmiyorum. Bana seviyor musun dese, seviyorum derdim. Bir insanla evlenirsem ve çocuğum olursa aşık olduğumu o zaman anlarım. Şu anda evliliği ikimiz de düşünmüyoruz. Aşkıma’yı bütün sevenler birbirlerine hediye edebilsinler diye yazdım. ’Nuri Bey’e aşk şiirleri yazdı’ benim için çok ağır bir cümle. Çok değer verdiğim kitabımın böylesine çöp olmasını istemem. Nuri’ye, Ali’ye, Veli’ye yazılmış bir kitap değil."

Valla ağırdan ne anladığınıza bakar. Ben Nuri Bey’in yerinde olsam, "biraz" ağırıma giderdi bu sözler herhálde. Han’fendi, bey’fendiye çok değer verdiği kitabı kadar değer vermiyor olsa gerek ki kendisine şiir yazma ihtimalinin bahis konusu olmasını, kitabın "çöp" olması olarak addediyor; iyi mi...

Aşkın kulağına su, gözüne çöp anca bu model kaçırılabilirdi, tebrikler mi desek; körolası çöpçüler aşkını süpürse de sen de kurtulsan biz de kurtulsak mı desek; ve hazır laf çöpten açılmışken, hadi aşk mefhumu murdar olalı çok oluyor ama bari şiiri rahat bırakın Allah aşkına mı desek?..
Yazının Devamını Oku

Şirketimiz Portecho’ya hayırlı uçuşlar diler

3 Mart 2007
Kliptoman yazısı için müzik kanalları arasında zaplarken zırt fırt karşıma çıkan bir abinin klibinden dem vurmaya karar vermiştim başta. Şöyle ki: Abimiz, çorapsız ayağına giydiği sivri burun mokasenleri, birkaç düğmesi açık desenli gömleğiyle kaykılmış oturmuş, bir "magazin güzeli"ne hitaben pek kinayeli sözler sarf ediyor, falan filan...

Aralarda da bir başka manken hatunla birlikte son zamanların "flaş... flaş... flaş..." ismi Tuğba Ekinci, dilini milini çıkarıp kirpiklerini kırpıştırıyor. Veee elbette ki kamera, sık sık merceğe doğru 9.0 Richter ölçeğinde sallanan kırmızı elbiseli bir popoya zumluyor.

Nedense bakarken bakarken, "Tuğba Ekinci poposunu sigortalatmış mıydı? Sigortalatmıştı di mi?" şeklinde bir soru düştü zihnime. Yapıyorlar ya öyle. Bilmemkim memelerini sigortalattırıyor... Şudur budur...

Merakıma mucip oldu; özel bir sigorta şirketinde yönetici olan ablamı aradım: "Banu be, şu uzuv sigortalatma işinin usulü nedir? Popo nasıl sigortalanıyor meselá? Müfettişler değer tespitini neye göre yapıyor? Mıncırıp ’Taş gibiymiş valla! En azından bi’ tektaş ederi tutar’ falan mı diyorlar?"

"Senin ateşin iyice başına vurmuş, anlaşıldı" dedi Banu: "Kızım, bir kere ben hasar bölümündeyim, o dediğin sağlık kapsamına girer. Şimdi onun da nasıl olduğunu detayıyla öğrenir geri arardım ama N’APACAKSIN? Beynini sigortalatmayı düşünüyorsan, sana kapik işlemez, o kadarını söyleyeyim. Popona hiç değinmiyorum; yerinden kaldırmadığın için nasılsa poponun başına bir şey de gelmez."

Bir an titredim ve kendime geldim. Evet, ya, başlarım bilmemkimin sigortalı mı sigortasız mı dert ettiğim poposuna...

Misler gibi müzik yapan elemanlar varken... Di mi?.. Meselá Portecho gibi...

KRAL TV’DE FALAN ARAMAYIN

2005 yılında kurulup, 2006’da ilk albümleri Undertone’u Elec-trip’ten çıkardıklarından beri (Ki muhabbet beslediğimiz, son derece iyi işler çıkaran bir şirkettir) şu klipleri de yayınlansın da yazmaya vesile olsun diye bekliyorum. Gerçi klip geçtiğimiz aylarda çekildi, bu zamana kadar tavsattık; üstelik lafa girene kadar yine lafı "popomuzdan dolandırdık" ya, o ayrı...

Gerçi, klibe rastlamam da muhtemelen ilk yayınından epey sonraya denk düşer; o da ayrı... Zira İngilizce söyleyen bir Türk grup oldukları için öyle Kral’da Power’da falan rastlamak pek mümkün olmuyor. Dream TV’de, MTV’de falan denk gelebiliyorsunuz.

Portecho, ilk kez şahsen Telecine albümünü (Nefistir...) çıkaran Maya projesiyle tanıdığım Deniz Cuylan ve suretiyle ilk kez Şapkadan Babam Çıktı dizisiyle müşerref olduğum Tan Tunçağ’dan oluşuyor. Her ikisi de yurtiçinde ve yurtdışında birçok kulüpte müzik yapmış, projelerde yer almış yetenekli müzisyenler... Hatta diyebiliriz ki, dışarıda, içeriden daha çok tanınıyorlar. Ve albümlerindeki şarkıları İngilizce seslendiriyorlar. Geçtiğimiz kasımda The New York Times tarafından "hızla yükselen, geleceği parlak" bir grup olarak tanımlanmışlar; öyle söyleyelim...

İsimlerinin nereden geldiğini Deniz Cuylan şöyle anlatıyor: "Tamamen rastlantısal bulduğumuz bir isim. Sevdiğimiz kelimeleri arka arkaya getiriyorduk bir gün Tan’la; ortaya ’port’ ve ’echo’ kelimeleri çıktı. İlk başlardaki ismimizin ’Absent Minded Prospector’ olduğu düşünülürse, sanırım daha akılda kalıcı ve müziğimizi anlatan bir kelime oldu ’Portecho.’ O kadar sevildi ki isim, ileride Portekiz’in başkentine de Portecho denilecek. Görüşmelerimiz sürüyor."

SALLA POPOYU ŞARKI OLSUN

Klibi yayınlanan Sympathy, hakikaten iyi parça... Şiirsel bir parça... Klip de gayet şahane bir iş...

Ki onu da kendileri çekmişler... Eküri, klipte bir uçak tasarlıyor, inşa ediyor ve uçaklarının kokpitine geçip şehrin üzerinde şöyle bir uçuyor.

Elektronik müziğin müşterisi, özellikle de bu ülkede çok değildir belki ama olanı da sıkı fanatiktir. Ayrıca, dedik ya, dünya çapında kadri kıymeti de gayet iyi bilinir. Dolayısıyla Portecho’ya, uzun soluklu olacağını umut ve tahmin ettiğimiz müzik kariyerlerinde, daha nice uçuşlar dileriz... Memleketin iyi müziğe ihtiyacı var.

Yoksa, yani, bu "salla popoyu, döşe boruyu, adı şarkı olsun" diyarlarında, bizler iyice uçuracak, popoyu, pardon, kafayı hepten sıyıracağız.
Yazının Devamını Oku

Dönüşsüz ya da dönüşsiz

2 Mart 2007
Anlaşılan ikinci bir emre kadar kış ertelenmiş. Ya da belki hepten iptal edilmiştir, bir daha hiç gelmeyecektir... Küresel ısınmanın getirilerinden, daha doğrusu götürülerinden yana, hani bundan beş yıl önce filan da ha geldi ha geliyor şeklinde kaygılı bir bekleyiş içindeydik... De?... Bu kadar kısa sürede, bu denli dramatik bir şekilde farkı fark edebileceğimizi tahmin etmezmişiz meğer...

Günlerce yatak döşek yattıktan sonra iki gün önce nihayet sokağa çıktım. Misler gibi bir bahar havası... Dengeler bu denli şaşmış olmasa, aylardan nisan filan olsa, arada da olması gerektiği üzere kış görmüş olsak, insanın içi güler sevinçten. Ama bu havayı, henüz karın düşmediği bir şubat sonunda yaşayınca insan, uyuz oluyor háliyle...

Bugün işe gelirken baktım, havaların nihayet biraz soğuması neticesinde, şaşırıp da açmış olan bahardalları don yemekte...

Doğal felaketler, şu, bu, derken; barbarları beklercesine esas barbar insanoğlunun yediği hurmaların tırmalamasını beklerken; nurtopu gibi virütik salgınlarımız başgöstermeye başladı bile.

Geçtiğimiz hafta, pek fiyakalı bir ismi olan (Beta Zort muymuş ne haltmış; sağlık meselelerinde her daim konu cahili bir insan olarak, "Beta’sı böyleyse Allah Alfa’sından korusun" filan şeklinde sayıklamışım...) bir virüs güruhu, Okan Bayülgen dublajlı "Kötüyüm ben kötüyüm, kötüyüm, kötüyüm / Herkesi hasta ederim, ederim, ederim" şeklinde kanon yaparak geldi bünyeye tebelleş oldu.

Sırf benimkine de değil. Bu aralar kimin bahsi geçse hasta olduğunun haberi de paket program dahilinde geliyor. Álem sinek sürüsü misáli patır patır düşüyor.

Üstelik benimki anladığım kadarıyla, kendimi atlattığıma dair kandıra kandıra uzun süredir atlatamadığım bir virütik hál.

Son altı aydır filan, seneleeerdir tımarhaneye yatmamayı becerip ayakta çıldırmaya alışmışız ya, bu da öylesine bir şeydir zannedip, eften püften ilaçlarla geçiştirdiğim için bir türlü tamamen kurtulmaya muvaffak olamadığım, durup durup beni yatağa düşüren bir virüs.

Yerini beğenmiş olsa gerek adi; fena çöreklenmiş... Bir süre daha ihmal edecek olsam, gırtlak cenahıma kaçak elektrik hattı döşeyecek, televizyon filan zaplamaya koyulacaklar; o kıvam... Boy boy virücüklerce üreyip, virücanlar izdivaç eylediğinde otursunlar diye alın cenahına doğru kaçak kat filan çıkacaklar... Müstehaktır benim gibi ilaç olarak "geçince geçer" izanı kullanmayı, herhangi bir doktorun semtine uğramamayı gurur vesilesi sayan hıyara...

Herhálde son iki yılda, tüm ömrüm boyunca yatmadığım kadar hasta yatmışımdır.

Dilek’le konuşuyoruz telefonda. "Burada da herkes yatıyor; domuz gribi di mi" dedi. "Yok güzelim" dedim. "Anlaşılan son moda virüsler henüz İzmir’e gelmemiş. Metropol hastası olmak başka türden bir ayrıcalık tabii... Buralarda domuz gribi demode olalı çok oluyor. En az üç yıl öncenin modeli o dediğin. Bizimkisi Alfa... Pardon, Beta bilmem ne... İsmi bile şık di mi..."

Dün akşam 19:55-20:00 arasında küresel ısınmaya karşı ortak eylem çağrısına uyup, otomobildeyseniz kontaklarınızı kapattınız, evdeyseniz, şalterlerinizi indirdiniz mi bari?

Peki bu eylemi beş dakikayla sınırlandırmayıp da Allah ve Dünya aşkına, yatmadan önce elektrikli aletlerinizi fişten çekmecesine kapatmaya ne dersiniz?

Birleşmiş Millletler’in talebi üzerine hazırlanan ve çarşamba günü açıklanan 166 sayfalık rapor, yeryüzünde ortalama sıcaklığın son 100 yıl içinde 0.7 derece arttığını ortaya koyuyor. Bu yüzyıl içinde 2 derece daha artması ihtimali de kritik eşiğin aşılması anlamına geliyor. Türkçesi: Dönüş yok...

Bu arada, geçmiş olsun dilekleriniz için çok teşekkürler ve dahi, hoşbulduk...
Yazının Devamını Oku