Dr. Gülseren Budayıcıoğlu
Dr. Gülseren Budayıcıoğlu
Dr. Gülseren BudayıcıoğluYazarın Tüm Yazıları

Öznur’a sorular

Sevgili okuyucularım, Geçen hafta sizlere Öznur’un acılı hikâyesini yazmıştım. Hatırlarsınız, Öznur henüz çok genç bir kızımız. Üniversite öğrencisi. Ne yaparsa yapsın büyük şehirde, okulda kendini arkadaşlarına kabul ettirememiş, hep dışlanmış ve çok mutsuz. Ondan önceki hafta da size geçmişimizin geleceğimizi nasıl etkilediğini yazmış ve sizlere kaderle ilgili pek çok soru sormuştum. Ve demiştim ki “İşte kaderiniz sizlere sorduğum ve bu sorulara verdiğiniz cevaplarda gizli”.

Haberin Devamı

Şimdi de gelin bu soruları Öznur’a soralım. O daha genç, nasıl bir kader onu bekliyor bilmiyoruz ama hep birlikte bazı tahminler ve çıkarımlar yapalım diyorum. Bunu bir çeşit kendimizin ya da çocuklarımızın geleceğini bir kâhin gibi aşağı yukarı tahmin edebilmek için yaptığımız bir egzersiz olarak da kabul edebilirsiniz.

ANA DİLİMİZ ŞİDDET DEĞİL ŞEFKAT OLSA

İlk sorumuz, nasıl bir coğrafyada dünyaya geldiğinizle ilgiliydi. Öznur, Güneydoğu Anadolu bölgemizin önemli illerinden birinde dünyaya gelmiş. Ben o bölgedeki pek çok ilimizi gidip gördüm. Bazılarında imza günlerine katıldım. Her yeri ayrı güzel, her yeri tarih kokuyor bu bölgemizin. Gezmelere, bakmalara doyamıyor insan. Bir de orada yaşayan kadınlı-erkekli tanıştığım pek çok insan var. Her biri nasıl misafirperver, nasıl sıcacık insanlar anlatamam. Sizi adeta başlarında taşıyor, nasıl ağırlayacaklarını bilemiyorlar. Özellikle gençlerin elleri, kolları kitap dolu... Pek çok kitapçı dükkânı, hatta kütüphaneler var. Sanatın her türlüsüne, özellikle müziğe de çok meraklılar, kimi çalıyor, kimi söylüyor.

Haberin Devamı

Öznur’a sorular

HÜZÜN KOKUYORLARDI

Dikkatimi çeken bir şey daha vardı yaptığım bu gezilerde... Belki de ülkemizin en güzel kızları, en yakışıklı erkekleri oralarda yaşıyor. Annem eskiden birini beğendiği zaman, “Allah’tan sürmeli” derdi. Gerçekten de doğuştan sürmeli hepsi. Kaşlar, gözler her birinde dikkat çekecek kadar güzeldi.

Bir başka özellikleri de hemen hepsinin derin duygulara sahip olmasıydı ama bu duygular sanki en çok hüzün kokuyordu. Ve ben her birine baktıkça, gülerken bile, gözlerindeki bu derin hüznü hep hissettim.

Peki ama sen bunu nasıl hissettin diye soracak olursanız, hüznü tanımayan insan nasıl hissetsin bunu... Demek ki ben de bu duyguyu çok iyi tanıyorum.

‘BU MÜZİĞİ ANLAMIYORUM’

Böyle yazınca aklıma öyle bir şey geldi ki, birkaç satır da olsa Öznur’a ara verip mutlaka onu yazmak istedim.

Haberin Devamı

Bir akşam bir dost toplantısına yıllarca Amerika’da yaşamış biri de katılmıştı. Aramızda ünlü müzisyenlerimizden biri de vardı. Söz bizim ülkemizdeki hüzünlü, bol acılı şarkılara, türkülere geldi. Durdu, durdu, sonra şöyle dedi: “Ben bu ülkede yapılan pek çok müzik türünü çok beğeniyorum ama bir kısmı bana hiç hitap etmiyor. Siz onlardan ne anlıyorsunuz, onu da bilemiyorum.”

Ben hariç herkes onu soru yağmuruna tuttu ama ben anladım onu. Anadolu’nun kokusunu içine çekmeyen, başka bir ülkenin kültürüyle harmanlanmış biri ne anlasın bizim bol acılı müziğimizden. Onlar hedefe keyfi, coşkuyu, mutluluğu koymuş artık. Kapı gıcırdasa, tencere tıkırdasa, büyük kalabalıklar hep birden eller havada yapıp avazları çıktığı kadar bağırıyor ve coşuyorlar. En çok bir aradayken eğleniyor, bütün kurtlarını döküyorlar.

Haberin Devamı

TEK DERTLERİ EĞLENMEK

Düşünüyorum da yine annemden sık duyduğum bir söz geliyor aklıma. Onlar ununu elemiş, eleğini de duvara asmış bir ülkenin çocukları. Dünyanın en zengin, en gelişmiş, hatta dünyaya patronluk eden ülkesinde dünyaya gelmişler. Tek bir dertleri var, o da eğlenmek. Ama derseniz ki, sen de orada doğmak, orada yaşamak ister miydin, cevabım kesinlikle hayır olurdu. Ben ülkemden de, yaşadığımız coğrafyadan da, bizim kültürümüzden de çok memnunum. Ancak keşke artık daha uygar bir ülke haline gelebilsek, birbirimize karşı sevgili olduğumuz kadar saygılı da olabilsek. Kimse bizim hakkımızı yemese, biz de kimsenin.

Yolda yürürken kaşları çatık değil, gülümseyen insanlar görsek, birbirimizle hep selamlaşsak. Bütün çocuklarımızı en iyi şekilde eğitebilsek, parası çok olanı değil, eğitimi yüksek, ülkeye faydalı insanları başımızda taşısak. Birbirimizi sürekli eleştiren, kıran, döken değil hep öven, yücelten insanlar olsak. Televizyonlarımızı açtığımızda, haberleri izlerken Büyük Millet Meclisi’mizden baş-
layarak, o gün yaşanan kavgaları, birbirlerine söyledikleri hakaret dolu, aşağılayıcı sözleri, bitmez tükenmez kazaları, vahşetleri, işlenen kadın cinayetlerini, tacizi, tecavüzü değil de, sevgiyi, barışı, ülkemizdeki insanlara dünyanın verdiği ödülleri, bilim insanlarımızın başarılarını, sanat hayatımızdan başlayarak ülkemizdeki yepyeni gelişmeleri görsek.

Haberin Devamı

Bunlar da benim hayallerim işte... Ama bu hayalleri yazarken bile yüzümdeki gülümsemeyi siz değilse bile ben fark ettim.

İÇİNE DOĞMAK FARKLI

Şimdi tekrar bizim Güneydoğu Anadolu bölgemize geri dönecek olursak, ben oralarda çok güzel şeyler gördüm ama demek ki kapalı kapılar arkasında işler değişiyor. İnsanın uzaktan gördüğüyle, içine doğması bir olmuyor. Teknoloji, oralarda da en üst seviyede kullanılsa da bazı alışkanlıklardan hâlâ vazgeçemiyor insanlar. Kadınlar ve çocuklar acımasızca dövülüyor, aşağılanıyor, kız çocuklara ise fazlalık gözüyle bakılıyor.

Ancak bu kadar aşağıladıkları kız çocuklarını da okutmaktan vazgeçmiyorlar. Bunu da biraz hayret biraz da sevinçle karşıladım doğrusu.

Haberin Devamı

Oradaki her evde durum böyle değil. Bundan eminim çünkü o bölgeden çok hastam oldu. Benim hastalarım bana her türlü acılarını anlatırlar. Bu derece vahşet her evde yaşanmıyor ama demek ki hâlâ bunu yaşayan evler var, o evlerde kadınlar, kızlı-erkekli çocuklar var.

ŞİDDET İLİĞE İŞLİYOR

Babası annesini öldüresiye ama gerçekten öldüresiye döverken bir çocuğun neler hissedebileceğini hiç düşündünüz mü? Düşünmediniz ise bile lütfen şimdi gelin hep birlikte düşünelim. Çocuksunuz, hem de kız çocuğusunuz. Yaşınız belki bir, belki iki, üç, dört, beş ya da altı. Belki biraz daha büyüksünüz. Zaten üniversiteye gidene kadar her yaşta o evdesiniz ve o sahnelere her yaşta tanık oldunuz.

Babanız arada bir sizi de dövüyor zaten yani şiddeti hem görerek, hem de bizzat yaşayarak tanıyor, öğreniyorsunuz. Şiddet iliklerinize kadar işliyor siz çocukların.

Benim babam ne bizi dövdü, ne de annemi. Hatta bize kötü söz bile hiç söylemedi. Her zaman rahmetle, sevgiyle, gururla anıyorum onu. Ben çocukken her evde babalar böyle zannederdim. Meğer bu, ne büyük bir şansmış!

Öznur’a sorular

KORKU HİÇ GİTMİYOR

Ben şiddeti hastalarımdan dinleye dinleye, onların yaşadığı acıları paylaşa paylaşa, televizyondaki şiddet haberlerini izleye izleye öğrendim. Ama kendim bunu yaşamadığım için şiddet bana çok yabancı. Belki de şiddet yaşayanları yakından tanıdıkça, onların yaşadığı acıyı, kalplerindeki kapanmaz yaraları gördükçe, o acıları hepsiyle tek tek paylaştıkça şiddete karşı kendi çapımda savaş açtım.

Şiddeti yaşayanın ya da çocukluğunda buna yakından tanıklık edenin kalbi yara alıyor.

Henüz çok çaresiz o çocuklar şiddet karşısında nasıl korkuyorlar, elleri ayakları nasıl titriyor, gözleri korkudan büyürken nasıl da saklanacak delik arıyorlar, biliyorum. Bu korku, bu çaresizlik hiç çıkmıyor içlerinden.

İTAAT ETMEYİ BİLECEKSİN

Düşünsenize onların hayatında şiddet çok tanıdık, çok alışıldık bir şey. Öznur bunu bize bütün açıklığıyla anlatmış. Erkek dediğin döver de, söver de... Sen işte böyle bir dünyaya geldin ve bununla yaşamayı öğreneceksin. Bak annen acıdan nasıl da inliyor ama yine de kaçmıyor.

Yine aynı erkek seni sever de, koruyup kollar da. Bak, seni okula o gönderdi, o yedirdi, içirdi, onun parasıyla giyindin kuşandın, sonra da seni üniversiteye yolladı. Evlenirken senin çeyizini o yapacak.

Dövse de sövse de ona itaat etmeyi bileceksin. Bazen çok korkarak, bazen acıdan ağlayıp inleyerek, bazen de bu ortamda mutlu olmayı başararak yaşamayı öğreneceksin.

Peki, kim bu adam, senin baban kim?

Belki de yaşadığınız şehirde sana şu beyin ya da şu ağanın kızı diyorlar. Belki de onun da sevenleri, sayanları var. Annen, bunca dayağa, hayatını tehlikeye atarak katlandı. Demek ki bir gün sevgilin ya da kocan da seni döverse, sen de buna katlanacaksın. Okusan da, meslek sahibi de olsan ne de olsa o senin kocan, o bir erkek. Seni hiç sevmiyor da değil hani, bazen seviyor... Üstelik çocuklarının da babası...

NEDEN BÖYLE YAPIYORUZ

Hatta arada bir çocukları da dövebilir. Sen babandan dayak yerken annen nasıl sesini çıkarmıyorsa, senden küçük erkek kardeşin seni döverken annen nasıl senin elini tutup “Dur kızım, o erkek. Erkekler kızları döverek rahatlar, bırak dövsün” diyorsa, sen de hiç fark etmeden böyle yapacaksın. Ne de olsa hepimiz alışkanlıklarımızla yaşarız. Hep gördüğümüz, hep yaptığımız şeyi yine yaparken, “Neden böyle yapıyoruz?” diye sormak hiç aklımıza gelmez.

Alışkın olduğumuz şeyleri yerken, giyerken, hep aynı yoldan giderken, hep aynı şeylere güler, aynı şeylere ağlarken, hep aynı saatlerde yatıp kalkarken, televizyonda hep aynı programları seyrederken nasıl kendimize sormuyorsak, burada da sormayız.

O evden çıkıp başka çevrelere, başka insanların arasına girdiğimizde bizim gibi olmayanlar çok yabancı gelir bize. Kimine hayranlık duyarız, kiminden hiç hoşlanmayız.

Kalabalık bir davete gittiğimizde şöyle bir etrafımıza bakarız, kadınsak bazı erkekler, erkeksek bazı kadınlar çekici gelir bize. Hiç tanımasak da onlara kanımız kaynar. Hatta etrafta daha yakışıklı erkekler ya da daha güzel kadınlar dururken biz onları değil, bize tanıdık gelenleri çekici buluruz. Bunun nedenini de hiç sormayız kendimize.

BU SEÇİM NASIL OLUYOR

İsterseniz bu soruyu şimdi hep birlikte kendimize soralım. Bu seçimi nasıl yapıyoruz? Neden hepimiz kendi yaralarımızın bizi götürdüğü yerlere gidiyor, çocuklukta yaşadıklarımızı bize yeniden yaşatacak insanları gözünden tanıyor ve başkalarını değil, ısrarla onları seçiyor, onlara âşık oluyoruz?

Bunu başka somut örnekler üzerinden daha kolay tartışabiliriz. Diyelim ki yabancı bir ülkeye gittiniz. Hiç tanımadığınız bir meyve gördünüz ve tadına bakmak istediniz. Eğer o meyvenin tadı, sizin kendi ülkenizde bol bol severek yediğiniz bir meyveyi andırıyorsa, o yeni tanıştığınız meyveyi seversiniz ama hiç benzemiyorsa yüzünüzü buruşturur ve bir ısırıktan sonra yemeye devam etmezsiniz.

HERKES ALIŞTIĞINI ARAR

Geçmişte buna benzer bir şey ben de yaşamıştım. Yıllar önce İsviçre’ye gitmiştim. Oranın yemeklerinin çoğu yabancı geldi bana. En çok pizza yedim çünkü bizim ülkeden pizza yemeye alışkındım. Bir gün, bir manavın önünden geçerken orada “Gel beni al” diye bağıran, yemyeşil fasulyeler gördüm. Hadi dedim arkadaşıma, şunları alıp evde pişirelim. Aldık ve pişirdik ama ikimiz de özenle pişirdiğimiz o yemeği yiyemedik çünkü dıştan çok güzel görünse de tadı hiç bizim fasulyelere benzemiyordu.

Bu işler de böyledir işte. Herkes alıştığını arar.

Şiddette de durum böyledir. Öznur mutluluğu da, korkuyu da, dehşeti de, aşağılanmayı da, önemsiz ve değersiz olmayı da yıllarca o evde yaşayarak öğrendi. Onun dünyası o evdi. Başka dünyalar tanımadı ki...

Yani böyle yaşamak onun ana dili oldu.

Onun kendine biçtiği kimlik, korkmak, aşağılanmak, değersiz olduğunu bilmek, mutluluğu da buralarda bir yerlerde aramak oldu.

Biz şimdi Öznur’u bambaşka bir ortamda yaşatsak ne hisseder, ne yapar acaba?

Önce çok hoşuna gider. Benim manavdaki fasulyeyi çok beğendiğim gibi o da bundan çok hoşlanır, öyle değil mi? Onu çok seven, ona âşık, ona çok değer veren, hakkını yemeyen, onu her yerde öven, yücelten, koruyan, kollayan, onu dinleyen, dertlerine ortak olan, yorulduğu zaman yardımına koşan, onu mutlu etmeye çalışan bir eş mesela...

Bu kız ne yapar? Hadi önce çok hoşuna gitti diyelim ama sonra?

Onun hiç tanımadığı bir dil bu. Kendini bu ortamda çok yabancı hissetmez mi?

O benim kim olduğumu, nasıl aşağılık, nasıl değersiz biri olduğumu bilse beni asla sevmezdi, saymazdı demez mi? Kendini sahtekâr gibi hissetmez mi?

Benim gibi birini sevdiğine, değer verdiğine göre demek ki o benden de betermiş, bana göstermese de aşağılık herifin biriymiş demez mi? Kendi benden üstün olsa, bana böyle değer vermezdi demez mi?

Benimle dalga mı geçiyor, alay mı ediyor, ben ona gününü göstereyim de aklı başına gelsin demez mi?

Ona inanır mı, güvenir mi, onun yanında kendini mutlu hissedebilir mi yoksa yine gidip ona benzeyen birini mi bulur? Zaten kendi fark etmeden gidip öyle birine âşık olmaz mı?

Eğer terk etmez de onunla yaşamaya devam ederse, ilk fırsatta ona yapılan haksızlıkları, aşağılamaları bu sefer kendi o adama yapmaya kalkışmaz mı?

Ne de olsa kadın olduğu için adamı dövemese de – eğer erkek olsaydı, onu böylesine yücelten birini bir bahane bulur, kesin döverdi zaten – elinden geldiği kadar onu aşağılamaz mı?

Hayır, yapmaz diyenleri duyar gibiyim ama inanın yapar. Çünkü şiddet öyle yapışkan ve öyle bulaşıcı bir virüstür ki, bir kere aldınız mı ölene kadar kurtuluş yok ondan. Mümkünse o virüsü hiç almamaya, hele çocuklarınıza hiç bulaştırmamaya çalışın.

KURTULUŞ FARKINDALIKTA

Hiç mi kurtuluş yok diyorsanız, var tabii olmaz mı? Kurtuluş şansı olmasa ben bu kadar yazıyı neden yazıyorum.

Kurtuluş bu konuda farkındalık geliştirebilmekte...

“Psikiyatristler ne yapıyor?” diyorsanız, bizim ülkemizde inanın en çok bununla uğraşıyoruz. Keşke bunu verdiğimiz bir hapla filan düzeltebilsek ama öyle olmuyor. Hem bunun için gelenin hem de biz doktor ve psikologların bu virüsten kişiyi kurtarabilmek için canımız çıkıyor. Zor ve uzun oluyor bu tedaviler. Ama eğer başarır da kişiyi şiddet zincirinin boyunduruğundan kurtarabilirsek ne oluyor biliyor musunuz? Sadece o kişiyi, onun eşini, çocuklarını değil, gelecek kuşağın çocuklarını da kurtarmış oluyoruz bu şiddet zincirinin vahşetinden. Artık gelecek kuşakların ana dili değişiyor.

Ana dilimiz Öznur’dan başlayarak keşke şiddet değil de şefkat olabilse...

Bakın işte o zaman, yukarıda sözünü ettiğim ülkemle ilgili hayallerim vardı ya... Bunların sadece benim hayallerim olmadığını biliyorum. Bunlar ülkemizde yaşayan herkesin hayali.

İşte onlar bile hayal olmaktan çıkıp gerçek olur.

Haftaya görüşmek üzere, Hoşça kalın,

Sevgiyle kalın.

Yazarın Tüm Yazıları