Cansu Çamlıbel

Yeni bir yanlış anlama olmasın da

9 Kasım 2018
Amerikalı din adamı Pastör Andrew Brunson’ın Türkiye’de iki yıl süren tutukluğunun Washington ile Ankara arasında derin bir krize döndüğü yaz aylarında Trump yönetimi arka kapılardan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sürekli olarak şu mesajı gönderdi: ‘Brunson bırakılırsa, Başkan Türkiye’ye bir dizi jest yapacak.’

İki ülke arasında yürütülen pazarlıklar, 25 Temmuz’daki duruşmadan Brunson’a tahliye yerine ev hapsi kararı çıkınca çökmüştü. Bundan sonraki süreçte gerçekleşen tüm resmi temaslarda ABD tarafı ‘Artık pazarlık da yok, takas da. Önce Brunson’ı bırakın, sizin taleplerinizi sonra konuşuruz’ diyordu. Zira Başkan Trump, Erdoğan’ın ricası üzerine o sırada İsrail’de gözaltında olan Ebru Özkan’ın serbest bırakılması için Netenyahu’yu aramış ancak karşılığında beklediği Brunson jesti gelmeyince de küplere binmişti. Başkan çok sinirliydi ve masasında duran Türkiye’ye yönelik yaptırımları imzalamasın diye kendisini zor tutuyorlardı.

Amerikalı yetkililerin o dönem görüştükleri Türk muhataplarına anlattıkları bu hikaye gerçekti. Ancak başka bir gerçek daha vardı; resmi görüşmelerde Türkiye’ye adeta ültimatom verilirken Trump arka kapılardan Beştepe’ye güven telkin etmeye dönük bazı mesajlar da yolluyordu.

Türkiye’nin Brunson’ın serbest bırakılması noktasına gelmesi epey zaman aldı. Nitekim arada Trump, önce iki bakana yönelik Magnitsky yaptırımlarını açıkladı, sonra da Türk çelik ve alüminyumuna gümrük vergisi iki katına çıkarttı.

Brunson’ın 12 Ekim günkü duruşmada serbest bırakılarak Türkiye’yi terk etmesiyle birlikte ise beklenen oldu. Brunson’ın tutukluğunun Türk-Amerikan ilişkilerine taktığı geçici prangalar kırılmaya başlandı. Cemal Kaşıkçı cinayeti de iki ülke yetkilileri arasında zaten yeniden başlaması beklenen üst düzey görüşme trafiğini hızlandırdı.

Temmuz başındaki NATO zirvesinden sonra yaklaşık 3.5 ay boyunca BM Genel Kurulu’ndaki iki dakikalık karşılaşmaları dışında herhangi bir temasları olmayan Erdoğan ve Trump son 20 gün içinde iki kez telefonda konuştu. Hem de bu görüşmelerin ikisi de son derece olumlu geçti. Hatta buzları eriten 21 Ekim görüşmesinde Trump’ın Erdoğan’a ‘Bu aralar burada da televizyonlar devamlı seni gösteriyor, ne kadar da yakışıklısın’ türünden iltifatlar ettiği kulağıma gelenler arasında.

İki lider düzeyindeki ilişkide normalleşme başlayınca, gerisi hızlı geldi. ABD Başkanı Trump, Brunson krizinin en sıcak günlerinde arka kapılardan gönderdiği mesajlarda dediği gibi Türkiye’ye bir dizi jest yapılması için düğmeye bastı.

Zaten uzun süredir hazırlığı devam eden Menbiç’te Türk-Amerikan askerlerinin ortak devriyesi 1 Kasım’da başladı. 2 Kasım’da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül yaptırım listesinden çıkartıldı. Bu iki adım atılırken Türk Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal, Brunson krizi sonrasındaki ilk kapsamlı görüşmeler için Washington’daydı.

Büyükelçi Sedat Önal ile yapılan görüşmelerde Trump yönetiminin Türkiye’ye yeni bir Patriot teklifi vermeye hazırlandığı yönünde mesajlar verilecekti.

Yazının Devamını Oku

Haspel’in Türkiye ziyareti ve çıplak gerçekler

27 Ekim 2018
Amerika Birleşik Devletleri’nde gazeteci olarak istihbarat kurumlarının faaliyetleriyle ilgili soru sorduğunuzda kameralar önünde alacağınız yanıt standarttır; ‘İstihbarat alanına giren konularda yorum yapmıyoruz’.

Neyse ki Oval Ofis gündeminin en mahrem dosyalarını dahi uluorta konuşmaya bayılan Başkan Trump var. CIA Direktörü Gina Haspel’in Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ölümü konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bütün gerçekleri kamuoyuyla paylaşmayı vaat ettiği 23 Ekim tarihinden hemen bir gün önce Türkiye’de olduğunu Başkan Trump sayesinde öğrendik.

Haspel ve beraberindeki heyet Türkiye’deki temaslarına henüz başlarken Trump, ‘En üst düzey istihbaratçılarımız Türkiye’de. Döndüklerinde elimizde ne var göreceğiz’ dedi. Başkan tüyoyu verdikten bir saat sonra kastettiği üst düzey istihbaratçının Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA’in ilk kadın Direktörü Haspel olduğu ortaya çıktı.

Bilebildiğimiz kadarıyla bu, beş ay önce göreve başlayan Haspel’in CIA’in bir numarası sıfatıyla Türkiye’ye yaptığı ilk ziyaret. 2000’lerin başında Türkiye’de görev yapan ve Türkçeye hakim olan Haspel’in Türkiye’deki muhatabı belli. Türk basınında çıkan haberlerde dikkatimi çeken ‘MİT Başkanı Hakan Fidan’la görüşmüş olabilir de olmayabilir de’ havası oldu.

Mesele buraya kadar geldikten sonra hala olağanüstü bir sır perdesi arkasında iş yapılıyor havası yaratmak için epey geç!

Dünya kamuoyu zaten Suudi katliam timinin Cemal Kaşıkçı’yı nasıl öldürdüğüne dair en ince detaylara vakıf. Haspel’in Türkiye’ye - hepimizin Türk yetkililerden çıkan sızdırma haberler sayesinde Ankara’nın elinde olduğunu anladığımız - delilleri görmek/dinlemek ve hatta mümkünse birer kopyasını almak için gittiği aşikar. Bu kadar kritik bir görüşmeyi de Hakan Fidan dışında kimseyle yapmayacağını söylemeye dahi gerek yok.

Washington Post da, Reuters da CIA Direktörü Haspel’in Kaşıkçı cinayetine dair Türk istihbaratının elindeki ses kayıtları dinlediğini yazdı.

Madem gündem o kayıtlar, yeri gelmişken hatırlatmakta fayda var. Türkiye’deki Kaşıkçı soruşturmasının ilk haftasında dünya medyasına sızdırılan ‘Kaşıkçı’nın kolundaki Apple Watch her şeyi kaydetmiş, dışarda nişanlısı Hatice Cengiz’de bıraktığı iphone ile senkronize olmuş’ şeklindeki zayıf anlatı unutuldu gitti.

Bugün neredeyse herkes Türk istihbaratının Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nu zaten öteden beri dinlediği için bu kayıtlara sahip olduğu ön kabulü içinde. Ancak cinayetin kendisi o kadar vahim ki Türkiye’nin kayıtları nasıl elde ettiği üzerine normalde olmasını bekleyebileceğimiz türden bir tartışma yürümüyor. Son bir kaç haftadır işin bu boyutunu sorduğum (çoğu Batılı ülkelerden) altı ayrı diplomattan ‘Zaten herkes herkesi dinliyor’ yanıtını aldım. Sanırım diplomasi camiasında herkesin bildiği bu sırrı bir tek Suudiler bilmiyordu!

Yazının Devamını Oku

Bu kez hikayenin ‘kötü adamı’ Türkiye değil

19 Ekim 2018
Washington’da çok uzun zamandır ilk kez gündemdeki hikayenin ‘kötü adamı’ Türkiye değil. Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’da Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’ın parmak izlerini taşıyan bir operasyonla katledilmiş olması Ankara’ya, Amerikan kamuoyunda kendi haklı davaları nedeniyle bir türlü kazanamadığı moral üstünlüğü sağladı.

Ankara resmi açıklamalarda temkini elden bırakmadan ‘güvenilir kaynaklar’ ya da ‘güvenlik kaynakları’ gibi mahlaslar kullanarak Batı basınının - doğal ve haklı olarak - üzerine atladığı anlatıyı kurmayı da, bunu ABD ile ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak masaya getirmeyi de başardı.

 

ABD Başkanı Donald Trump’ın Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’yu apar topar önce Riyad’a sonra da Ankara’ya göndermesinin kalbinde bu pazarlık yatıyor. Pompeo’nun uçağı henüz Riyad’dan Ankara’ya havalanmadan Suudi Arabistan Başkonsolosu Muhammed El Uteybi’nin Türkiye’den ayrılmasına göz yumulmasının pazarlığın bir unsuru olması ihtimali hayli kuvvetli.

 

Trump yönetiminin derdi, tarafları hızla Suudi Krallığı’nın Kaşıkçı soruşturmasını en az hasarla atlatmasını sağlayacak ortak bir anlatı üzerinde uzlaştırmak. Mesele sadece Başkan Trump’ın her gün en az bir tur ‘vazgeçmem’ dediği 110 milyar dolarlık savunma sanayii anlaşmaları değil. Trump’ın güvenlik bürokrasisi içindeki şahinler en büyük takıntıları olan İran’a panzehir olarak Suudi Arabistan’ı seçmiş durumda.

 

Veliaht Prens Selman’ı Trump yönetimi için ‘mükemmel ortak’ haline getiren Ortadoğu’daki radikal akımların defterini dürme taahhüdüydü. Bu unsur Suudi Arabistan’ı Trump yönetiminin bir numaralı stratejik ortağı haline getirdi. Dolayısıyla ABD güvenlik bürokrasisi Kaşıkçı krizini Veliaht Prens Muhammed Bin Selman’a mesafe koyarak işleri bir süre Kral Selman üzerinden götürecek bir formülle aşmaya çalışacak.

 

Yazının Devamını Oku

Trump’ın Cemal Kaşıkçı olayındaki ahlaki ve siyasi sorumluluğu

12 Ekim 2018
Trump yönetimi, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ülkesinin İstanbul’daki konsolosluğunda ortadan kaybedilişinin ancak birinci haftasında panik emareleri göstermeye başlayabildi.

Başkan Trump’ın kafayı öbür yana çevirmekten vazgeçmek zorunda kalmasında en büyük rolü başta Kaşıkçı’nın yazdığı Washington Post gazetesi olmak üzere tüm Amerikan medyası oynadı. Türk yetkililerin Kaşıkçı soruşturmasına dair kritik ipuçlarını hem yerel hem uluslararası basınla kontrollü bir biçimde paylaşma taktiğinin işe yaradığını teslim etmek lazım. 

Başkan Trump her ne kadar sürekli ‘yalan haber medyası’ diye saldırsa da her sabah satır satır okuduğu gazetelerin başında Washington Post’un geldiğini biliyoruz. Ve o gazetede dün üç ayrı Cemal Kaşıkçı haberi, üç de Cemal Kaşıkçı yazısı vardı. Başyazıda Başkan Trump’ın Suudi yönetimine gereken cevabı vermekte aciz kalması durumunda Kongre’nin yaptırımlar için bastırması gerektiği vurgulanıyordu.

Akıllara zarar bir kumpasla muhtemeldir ki katledilmiş olan meslektaşımızın durumuna Amerikan gazetelerinin zaruri ilgiyi göstermiş olması pek çoğunun daha düne kadar Suudi Arabistan’ın Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’ı ‘reformcu lider’ diyerek parlatmış olduğu gerçeğini değiştirmiyor maalesef. Uzun zamandır ilk kez Suudi Krallığı’nın PR için yüzlerce milyon dolar akıttığı Washington’daki lobi şirketlerinin kifayetsiz kaldığına tanık oluyoruz.

Başkan Donald Trump ve ailesi, Suudi rejimiyle olan yakın ilişkileri nedeniyle ilk defa bu kadar güçlü bir bombardıman altında. Özellikle de Veliaht Prens Muhammed Bin Selman ile özel bir ilişki geliştiren ve ‘off the record’ görüşmekten kaçınmayan Trump’ın damadı Jared Kushner.

Başkan Trump’ın medya baskısı nedeniyle iki gün önce ‘işin peşini bırakmayacağız’ demiş olmasının ya da damat Kushner ile Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’ın Muhammed Bin Selman’ı arayarak izahat istemiş olmasının gerçekte çok da bir anlamı yok. Zira Trump yönetiminin pozisyonunu ahlaki ve siyasi açıdan böylesine sorunlu kılan bugün ne yapıldığından ziyade bugüne ne kadar ne yapılmadığı.

Önceki Başkan Obama’nın mesafe koyduğu Suudi rejimi  başkanlığının ilk gününden itibaren Ortadoğu’da İsrail’den sonraki sevgilisi oluverdi. İlk yurt dışı ziyaretini Riyad’a yapan Trump, Suriye savaşında kendine finansör olarak Suudi rejimini seçti. Bir işadamı olarak hesabını yapmıştı. Amerikan savunma sanayiini ihya edecek para Suudilerdeydi.

Trump, yaklaşık altı ay önce Beyaz Saray’da ağırladığı Veliaht Prens yanındayken, Suudilere sattığı savaş uçaklarını ve silahlarını gösteren panoyu kameralara doğru gururla sallıyordu. Suudi Arabistan’dan alacağı 200 milyar dolar sayesinde Amerikalılara 40 bin yeni iş yaratacaktı. ‘Amerika’yı yeniden büyük yapacak’ formüllerden birisi de buydu!

O görüntülerden beş ay sonra Suudi Krallığı muhalif aktivistleri tutukladığı için kendisini eleştiren Kanada büyükelçisini istenmeyen kişi ilan edip kovduğunda Başkan Trump tabii ki sesini çıkartmadı. Bırakın onu geçen sene Lübnan Başbakanı Saad Hariri, Riyad’da ev hapsinde tutulup istifaya zorlandığında da sesini çıkartmamıştı.

Yazının Devamını Oku

12 Ekim’e kadar şapkadan tavşan çıkar mı?

29 Eylül 2018
Her yıl Eylül ayında New York’ta yapılan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantıları sadece Türkiye için değil tüm dünya ülkeleri için ikili plandaki diplomatik meselelerini muhataplarıyla görüşmek için altın bir fırsattır.

Hafta boyunca aynı yemek ve toplantı salonlarında vakit geçiren liderler, sınırları ve süresi belli resmi toplantı formatını aşıp filtresiz ve samimi sohbetlerde buluşma fırsatı yakalar. İşte tam da bu yüzden, New York’ta resmi randevuları olmasa da, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump’ın BM çalışmaları sırasında son aylarda aralarında cereyan eden gerilimi aşacak bir diyalog içine girip girmeyecekleri merak ediliyordu.

Olmadı.

Genel kurula hitapları Trump’ın programa geç kalması nedeniyle arka arkaya denk gelince iki lider karşılaştı ve el sıkıştılar. Ancak bu karşılaşmaya selamlaşmanın ötesinde bir anlam yüklenemeyeceğini Cumhurbaşkanı Erdoğan bizzat kendisi de açıkladı. Aynı günkü öğle yemeğinde ise yanında Mısır Devlet Başkanı Sisi oturduğu için sohbet için yanına gitmeyi aklından dahi geçirmediğini de ekledi.

Türk kamuoyunda biraz da yanlış iletişim stratejisi nedeniyle gereksiz bir biçimde gündemde tutulan ‘görüşürlerse rahip krizi çözülür’ beklentisi geldiğimiz nokta itibarıyla tamamen boşa düşmüş durumda.

Edindiğim bilgilere göre Ankara her şeye rağmen, Erdoğan’ın New York ziyareti öncesinde iki lider arasında bir görüşme olup olamayacağı konusunda zemin yokladı ve olumsuz yanıt aldı.

Gayri resmi bir sohbetin dahi gerçekleşmemiş olması da sadece denk gelmemelerinden kaynaklanmıyor. Amerikan tarafı son haftalardaki diplomatik temaslarda Ankara’ya defaatle şu mesajı verdi: ‘Eğer Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan koşulsuz şartsız Türkiye’de tutuklu Amerikalı Pastör Andrew Brunson’ın serbest kalacağı müjdesini vermeyecekse konuşmalarının bir anlamı yok.’ Türk tarafı böyle bir taahhütte bulunmadığı gibi meselenin geçen Temmuz ayındaki gibi Mehmet Hakan Atilla’ın iadesi ile Halkbank’a yönelik olası cezadan vazgeçilmesini de kapsayacak şekilde müzakere edilmesi gerektiği yönündeki tavrını korudu.

Erdoğan’ın New York ziyaretinde önce hava yine böyle bulutluyken ziyaretten bir gün önce ABD’nin etkili gazetelerinden Wall Street Journal’da (WSJ) çıkan bir haber kafaları karıştırdı. Türk heyetinin New York’a gelmesinden bir gün önce yayınlanan haberde Andrew Brunson’ın 12 Ekim’deki duruşmada serbest kalabileceğini öne sürülüyordu. Bir ABD’li yetkili gazeteye şunu söylemişti: ‘Ekim ayındaki duruşma öncesinde en iyi strateji biraz sakin olmak.’

Bizler haberin aslı astarı olup olmadığını anlamaya çalışırken WSJ’a konuşan yetkilinin işaret ettiği ‘sessiz kalarak meseleyi bir süre kamuoyu gündeminden düşürme’ stratejisiyle taban tabana çelişen bir açıklama yüksek bir yerden geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM mesaisine henüz başladığı saatlerde Pompeo da, Brunson’ın önümüzdeki ay içinde bırakılabileceğini söylüyordu. Bunu söylerken bir vurgusu daha vardı ki Türk tarafında kaşların kalkmasına neden oldu. ‘Bu hafta bazı görüşmeler olabilir ama biz zaten onlara söyleyeceğimizi söyledik’ diyordu. Yani Pompeo, herhangi bir pazarlığa kapalı olduklarını üst perdeden hem de kamuoyu önünde ilan ediyordu.

Yazının Devamını Oku

Nuri Bilge Ceylan’la geçen hafta Amerika’da

22 Eylül 2018
Amerika Birleşik Devletleri’nin başkenti Washington’a taşınalı yaklaşık bir buçuk sene oldu. İlk geldiğim günden beri, bizzat Türkiye’nin konu edildiği ya da içinden Türkiye geçen tartışmalara ev sahipliği yapan pek çok salonda bulundum.

O toplantıların istisnasız her birinde konuşmalar Türkiye’nin ne kadar güvenilmez bir ortağa dönüştüğü ya da batının değer sisteminden nasıl hızla koparak otoriterleşmeye teslim olduğu temasına bağlanır. Türk ya da Türkiye’ye sempatiyle bakan konuşmacıların Amerika’nın da son dönemde Ankara ile ilişkilerde müttefikliğin gerektirdiği hiçbir adımı atmadığı hatırlatması sağır duvarlara çarpar. Tarafların müsabakada skor telaşının ötesine geçip birbirini anlamak gibi bir derdinin olmadığı hissiyle ve ağzınızda kekremsi bir tatla ayrılırsınız beyaz floresanla aydınlatılmış o ruhsuz salonlardan.

Geçen pazar günü, zamanın bu sevimsiz ruhuna direnen bir salonda buldum kendimi. Meşhur Smithsonian Enstitüsü’ne bağlı 19 müze ve galeriden biri olan Freer Gallery of Art, üçüncüsü düzenlenen Washington DC Türk Film Festivali’ne ev sahipliği yaptı. Festivalin büyük sürprizi bu sene Cannes Film Festivali’nde finale kalan ‘Ahlat Ağacı’nın Amerika prömiyeri için sessiz sedasız Washington’a gelen yönetmen Nuri Bilge Ceylan’dı.

Filmi Nuri Bilge Ceylan ile birlikte izleme fırsatını kaçırmak istemeyen Amerikalılar üç yüz kişilik Meyer Oditoryumu’nun kapısında gösterimden saatler önce sıraya girdi. Dahası, teknik aksaklıklar nedeniyle üç saat sekiz dakikadan üç buçuk saate uzayan gösterim süresince gıklarını çıkartmadılar. Seyircinin büyük bölümü gösterim sonunda Nuri Bilge Ceylan’ın sahneye çıkarak soruları yanıtlayacağı bölümü merakla bekledi. Genelde herhangi bir film iki saati aştı mı fenalık geçiren Amerikan sinemaseverler için rekor bir sabır denemesiydi diyebiliriz.

2014’te Cannes’da ‘Altın Palmiye’yi kaldıran meşhur smokinli fotoğrafından hayli farklı, spor kıyafetli ve biraz da jet lag etkisinde bir Nuri Bilge Ceylan buldular karşılarında. Spotların altına kendisi geçince başta biraz gerilen Ceylan, çekingenliğini hızlı attı ve yanında getirdiği çevirmen yerine kendisi İngilizce olarak yanıtladı soruları. Onu tanıyanların iyi bildiği mütevazı ve sahicilikten taviz vermeyen üslubuyla seyircinin gönül tellerine dokundu. Bu arada Ceylan salonun yarısını Amerikalıların, yarısını ise Türk asıllı Amerikalıların doldurduğunu oracıkta yaptığı mini kamuoyu araştırmasıyla bizzat kendisi tespit etmiş oldu.

Bu buluşmanın benim açımdan en şaşırtıcı yanı seyirciler arasından bir kişinin bile Nuri Bilge Ceylan’a Türkiye’deki siyasi ortamla ilgili tek bir soru yöneltmemesi oldu. O kadar alışığız ki entelektüel Amerikalıların her karşılaştıkları Türk’ü güncel durumla test etmelerine, Nuri Bilge Ceylan’a sadece yazdığı karakterlerin ruh haline ve filmin finalindeki mesajı kavramaya dönük sorular sormaları eminim ki organizasyona emek verenleri epey rahatlatmıştır. Yeri gelmişken Washington Türk Film Festivali’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün desteği ve Washington Kültür ve Tanıtma Müşavirliği tarafından düzenlediğini hatırlatayım. Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Serdar Kılıç ve eşi de ‘Ahlat Ağacı’nı o gün o salonda izleyenler arasındaydı. Büyükelçi Kılıç gösterimin ertesi günü ise Nuri Bilge Ceylan’ı yemekte ağırladı.

Belki de Amerikalı seyircinin Nuri Bilge Ceylan’ı politik sorularla sıkıştırmamasının sebebi yönetmenin politik duruşunu yazıp yönettiği hikayeyle zaten son derece net bir biçimde ortaya koymuş olmasıdır. Pek çok sinema eleştirmeni ‘Ahlat Ağacı’nın Ceylan’ın en iyi filmi olduğunu yazdı. Sinematografik anlamda onlarla aşık atacak bir yorumda bulunamam ancak bana kalırsa ‘Ahlat Ağacı’ Nuri Bilge Ceylan’ın en politik filmi. Daha doğrusu, politik mesajlarını diğer filmlerine kıyasla daha direkt veren filmi.

Filmi izleyenler sinema salonundan baba-oğul ilişkisindeki duygusal kırılmalara yoğunlaşmış bir halde çıksa da ‘Ahlat Ağacı’ aslında Türkiye’nin bugünkü siyasal ve sosyal düzenine ‘atanamayan öğretmenler’ meselesi merkeze konularak getirilen sağlam bir eleştiri. İşsiz gençleri polis olmaya özendiren düzen, bir köy imamını ezan okuyup namaz kıldırmaktan ziyade müftüyle ilişkisini sağlam tutma derdinde olmaya itmektedir. Nefis kontrolü kaygısının yakınından geçmeyen imamın, neoliberalizme tam teslim ve yeni mezun başka bir imama ayar veren halleri güncele dönük hayli yüklü göndermeler.

Meyer Oditoryumu’ndaki ‘soru cevap’ sırasında Ceylan, filmdeki İdris öğretmene Washington’a birlikte geldiği ve senaryoda imzası olan Akın Aksu’nun babasının can verdiğini anlattı.

Yazının Devamını Oku

Ankara'nın Trump realitesi ile imtihanı

8 Eylül 2018
Son 15 yıldır Türkiye’de görev yapan Amerikan büyükelçilerinin hiçbiri için Ankara dikensiz gül bahçesi olmadı ama bazıları neredeyse ‘persona non grata’ (istenmeyen adam) ilan edildiler.

O isimlerin başında 1 Mart tezkeresi ve Süleymaniye’deki çuval vakası gibi iki önemli krizin ardından Ağustos 2003’te Ankara’ya gönderilen Eric Edelman gelir.

 

Oğul Bush’ın Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in takımından bilinen ve Ankara’da ilk günden ‘azılı neo-con’ diye kodlanan Edelman’ın Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetiyle yıldızı hiç barışmadı. Nitekim görev süresi dolmadan Ankara’dan çekildi. Fakat Bush yönetimi bu kez ona daha kritik bir görev teslim etti; savunma politikasından sorumlu müsteşar sıfatıyla Pentagon’un tepe yönetimine girdi. 2009’da emekli olan Büyükelçi Edelman, o gün bugündür Washington’da başlı başına bir sektör olan düşünce kuruluşları camiasının gözde isimleri arasında.

 

Edelman geçenlerde John Hopkins Üniversitesi’nde düzenlenen bir panelde Türkiye’deki son ABD Büyükelçisi John Bass ile aralarındaki bir anektodu aktardı. Bass Ankara’ya tayin olduktan sonra Edelman’la diyaloglarında ‘Benim dönemim seninkinden daha kötü’ diye ısrar ediyor. Edelman da her seferinde ‘Hayır, benimki kadar kötü olamaz’ diye yanıt veriyor. Zamanla bu mevzu aralarında tatlı bir çekişmeye, hatta bir espri konusuna dönüşüyor.

 

Bass geçen sene konsolosluk görevlisi Metin Topuz’un tutuklanmasıyla başlayan krizin tam ortasında Türkiye’ye veda etmeye hazırlanırken bir Türk gazetesinde şu ifadeleri içeren bir makale yayınlanıyor; ‘Biz bugüne kadar en kötü Amerikan Büyükelçisi olarak Edelman’ı bilirdik. Ancak John Bass onu bile geride bıraktı’. Makaleyi e-postayla Edelman’a gönderen Bass üzerine de şu notu düşüyor: ‘Gördüğün gibi en kötü büyükelçi net biçimde benim. Sen de uzun süren birincilik dönemini hatırlayarak teselli bulabilirsin.’

 

Yazının Devamını Oku

Dört gün sonra 5 Eylül

1 Eylül 2018
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile Amerikalı muhatabı Mike Pompeo arasında 4 Haziran’da Washington’da gerçekleşen görüşmede PKK’nın Suriye kolu YPG’nin Menbiç’ten tamamen çekilmesine yönelik mutabakat onaylanmıştı. Siyasi literatüre ‘Menbiç Yol Haritası’ olarak geçen söz konusu mutabakatı izleyen günlerde Türk basınının geçtiği Ankara mahreçli haberlerde sıkça şu ifadelere rastladık:

‘5 Haziran’da uygulanmaya başlanacak olan yol haritası uyarınca Türk ve Amerikalı heyetler ilk 10 gün içinde ön hazırlıkları tamamlayacak. 11’inci günden 30’uncu güne kadarki süre içinde iki ülke yetkilileri YPG’nin çekilme süreci ve sonrasında atılacak ortak adımları belirlemek üzere toplanacaklar. 30’uncu günden itibaren YPG çekilmeye başlayacak ve tüm süreç 90’ıncı günde yani 5 Eylül’de sona erecek.’

 

Dahası ‘güvenilir kaynaklara’ dayandırılarak kaleme alınmış  bazı haberlerde Washington yönetiminin YPG’nin Menbiç’ten çekilmesi için 6 ay istediği ancak Ankara’nın 3 ayda ısrarcı olduğu ve kabul ettirdiği ileri sürülüyordu. Aynı kaynaklara göre ABD 3 aylık takvimi kabul etmesine rağmen olası bir kaç günlük sarkma durumunda basın enselerinde boza pişirmesin diye sürenin kamuoyuna açıklanmaması konusunda ricacı olmuştu. Ankara da yüce gönüllü olduğu için bu ricayı kabul etmişti.  

 

Nitekim Amerikan tarafı ilk günden itibaren net bir takvimden bahsetmekten imtina etti. Ne zaman sorsak uygulamanın Suriye’de sahadaki koşullara bağlı olacağını tekrarlayıp durdular.

 

Yol haritası metni kamuoyuna açıklanmadığı için detayları ancak iki taraftan kaynakların aksettirdiği kadarıyla biliyoruz. Ancak Amerikalı yetkililer de yol haritasının Türk yetkili ağızlar tarafından kamuoyuna açıklanan üç aşaması konusunda aşağı yukarı benzer şeyler söylediler.

 

Yazının Devamını Oku