Amatör dekoratör kendini geliştiriyor!

ŞÜKRÜ Küçükşahin, dün Hürriyet’te çok ilgimi çeken bir yazı yazdı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül, Dolmabahçe Sarayı’nın deposundaki bazı eşyaları çok beğenmiş.

Bu eşyaların, restorasyon tamamlandıktan sonra Çankaya Köşkü’ne gönderilmesini istemiş.

İstenen eşyalar arasında halılar, biblo, soba, avize, koltuk takımları, şezlonglar gibi objeler var.

Hayrünnisa Hanım’ın dekorasyon yeteneğini bilmeyen yok.

Kendisi daha önce de Dışişleri Konutu’nu halletmişti.

Öyle görünüyor ki şimdi mesleğin bir ileri aşaması, Çankaya Köşkü’nde sahnelenecek.

Dışişleri Konutu’nun dekorasyonu ile ilgili söyleyebileceğim tek şey var:

Kitsch!

Bu Almanca bir kelime, "kiç" diye okunuyor.

Ticari kaygılarla üretilmiş; banal ürünleri sınıflandırmak için kullanılıyor. Sanatta ve mimaride ise, var olan bir akımın daha aşağı kopyasını tanımlamak için kullanıyoruz.

Dışişleri Konutu’nda "kitsch" diye tanımlayabileceğimiz çok sayıda "ürün" gördüğümü hatırlıyorum.

Oymalı-kakmalı mobilyalar, antika süsü verilmiş objeler, rengárenk desenler taşıyan halılar, ağır kadife perdeler ve hatta plastik çiçekler!

Ne modern olmayı, ne de klasik olmayı başarabilmiş bir anlayış içinde bir mobilya dükkánı!

Mesleğin ileri aşaması derken bunu kastediyorum:
Şimdi "eserlerin" orijinallerine yöneldiklerine göre "zevklerle ilgili" bir gelişme var demektir!

Şükrü Küçükşahin, dünkü yazısında "Yapmayın bunu, eşinize sıkıntıya sokmayın diyebilecek birilerine" seslenmeye de çalışıyordu.

İşte bunun umutsuz bir çaba olduğunu düşünüyorum.

Köşk’te Hayrünnisa Hanım’ın taleplerine karşı çıkabilecek kimse yok bence.

Sadece Abdullah Gül’ün gümüşi papyonu bile bunun işaretini veriyor.

Ve bence daha da önemlisi Hayrünnisa Hanım, her şeyi en iyi kendisinin bildiğine o kadar inanıyor ki, böyle birisini ikna edebilecek kimsenin çıkabileceğine inanmıyorum.

48 yılı idrak ettik, demokrasiyi değil!

CUMHURİYET tarihimizin ilk askeri darbesinin 48. yılını bugün idrak ediyoruz ama aradan geçen bunca yıldan sonra demokrasiyi idrak edebildiğimizi söyleyemeyeceğim.

Ülkemizde hálá bir askeri darbe hayaliyle yaşayanlar var, üstelik sayıları hiç de az değil.

Öte yandan demokrasiyi sadece kendi söz söyleme hakkından ibaret gören zihniyet de 48 yıl önceki gücünden bir şey kaybetmiş değil.

Sanki zaman donmuş, bu 48 yıl içinde hiçbir şey değişmemiş gibi bir durumumuz var.

Bugün gazetelerde "demokrasi şehitleri" üzerine yazılmış birçok ağıt okuyacağımıza eminim.

Adnan Menderes ve arkadaşlarının trajik sonlarına, kendine "insanım" diyen herkesin üzülmesi gerekiyor elbette.

Ama bugün ezberleri bozma çabama izin verin: Adnan Menderes ve arkadaşları, kendilerinin siyasi rakipleri için kurmak isteyip de başaramadıkları gibi bir "olağanüstü mahkemede" yargılanıp mahkûm edildiler.

Partilerinin adı "demokrat"tı belki ama kendileri ne yazık ki gerçek demokratlar olamadılar.

Söz ve ifade özürlüğünü savunmadılar, örgütlenme hakkının karşısına çıktılar. Onların döneminde de Türkiye hapishaneleri "düşünce suçluları" ile doluydu.

Sadece onlar değil, onların günümüze gelene kadarki siyasi uzantıları da demokrat olmayı başaramadılar.

Bugün 48 yıl öncesinden bir adım ileri değilsek, temel nedeni bu.

Onlar da bugünküler gibi "kendilerine demokrat"tılar.

Siyasi tarihimizin karanlık bir sayfasının kurbanlarını rahmetle analım ama hatalarını bugün tekrarlamayalım!

Yarışmada hedef birinci olmaktır

EUROVISION Şarkı Yarışması’nda 7. olan Mor ve Ötesi grubu üyeleri "şarkılarını Türkçe söylemekten gururlu olduklarını" söylemişler.

"Fransa bile İngilizce söylerken, biz Türkçe söylediğimiz için mutluyuz" demişler.

İnsanın gözü yaşarıyor, Türkçe sevgisinin böylesini görünce.

Dilimizi yabancı sözcüklerin saldırısından korumak, dilimizi geliştirmek elbette çok önemli!

Ancak Eurovision söz konusu olunca, mesele biraz özünden koparılıyor gibi geliyor bana.

Sonuç itibarıyla bu bir şarkı yarışması!

Bir duyguyu, müzik yoluyla izleyicilere geçireceksiniz ki oy versinler, birinci olun, ülkenizin tanıtımını böylece daha iyi yapın vs.


Müzik yoluyla bir duyguyu iletirken, o müziğin dili de önemli.

Şuna kuşku yok: Türkçe, bilmeyen birisinde o kadar kıvrak ve narin bir izlenim bırakmıyor.

Biz İsveççe, Hollandaca, Hintçe, Slavca bir şey duyduğumuzda nasıl kulağımız tırmalanıyorsa, aynı şey Türkçe ile hiç ya da çok az karşılaşmış insanlar için de geçerli olmalı.

Onun için ilkokul düzeyindeki bir milliyetçilikle bakınca o şarkıyı Türkçe duymak belki güzeldi ama işe yaramadı!

İngilizce söyleyerek birinci olan Abba’nın, İsveç’in tanıtımına katkısını unutabilir miyiz?

İngilizce söyleyerek birinci olan Sertab Erener mi daha yararlı oldu bu ülke için, Türkçe söyleyip dereceye giremeyenler mi?

Unutmayalım ki böyle yarışmalara "birinci olmak için" giriliyor, "hoş duygular yaşamak için" değil.
Yazarın Tüm Yazıları