Abdullah Gül, benim de cumhurbaşkanım olmayabilir...

Evden çıktım, gazeteye gideceğim. Arabam, her zaman olduğu gibi, trafiğin akışını hiçbir şekilde etkilemeyen yerinde. Daha doğrusu, öyle olması gerekiyordu. Yok. Arabamın olması gereken kaldırımın üzerinde bir grubun, yola enlemesine bir pankart asma hazırlığında olduğunu görüyorum. Üzerinde “Halkın Evladı Hoş geldin” yazıyor.

Haberin Devamı

Sağda-solda, polis araçları, polisler mevzilenmiş. Zihnimden hızla geçenin, başıma geldiğini çok geçmeden anlayıverdim. Cumhurbaşkanı geçecekmiş, güzergahındaki bütün araçlar kaldırılmış, çekilmiş götürülmüş.

Başıma geleni, daha önce de gelmiş olduğu için, derhal anladım. Üstelik, “o başıma gelen”den Abdullah Gül’ü haberdar da etmiştim. Onun, benim hayatımı doğrudan etkileyecek “ilk icraatı”nın beni arabasız bırakmak olacağını, başıma gelen o olayı anlattığım vakit aklıma hiç getirmemiştim.

Haziran ayında bir gün, bir yurt dışı gezisinden eve döndüğüm vakit, arabamın yerinde yeller esiyordu. Her vakit bıraktığım yerde değildi. Çalınmış olduğunu düşündüm. Soruşturdum, bir gün önce çekilmiş olduğunu öğrendim. Cumhurbaşkanı (Ahmet Necdet Sezer) geçecekmiş. Başıma böyle bir durum ilk kez gelmişti. Oturduğum ev, İstanbul’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü sayılan Huber Köşkü’ne giden yol üzerinde olduğu için, yolda ne kadar araç varsa kaldırılmış. Ahmet Necdet Sezer’in böyle bir uygulamayı istemediğini duymuştum oysa. Demek ki, “devlet”, güvenlik ve “makam sahibinin rahatlığı” gereği “devlet başkanı”nın bile isteklerini yerine getirmeyebiliyordu. Bizim araba da o nedenle çekilmiş.

Haberin Devamı

Sezer, İstanbul’a pek gelmediği için, benim başıma da Haziran ayına dek arabamı yitirme durumu hiç gelmemişti. Kavurucu sıcak altında arabamın izini aradım. Aldım, getirdim; çekildiği yerin tam karşısına park ettim.

Sabah uyandığımda arabanın yeni yerinde de yeller esiyordu. Cumhurbaşkanı bu kez ters yönde geçiş yapacakmış, bizim araba yine uçmuş gitmiş. 24 saat içinde, bir asgari ücretli olsam, ayın değil yılın sonunu getiremeyeceğim bir ceza bedeli ödeyip, arabayı yine kurtardım. O akşam, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile görüşecektim. Öyle randevulaşmıştık. Cumhurbaşkanı’nın Dolmabahçe Sarayı’ndaki yemeğinin bitiminde buluştuk. Ona ilk sorum, “Cumhurbaşkanı gitti mi? Ankara’ya döndü mü?” oldu. Merakımın nedenini anlattım. Sezer, İstanbul’da birkaç gün daha kalacak olsa, mesaimin tümünü çekilen arabamı kurtarmaya, aylık ücretimin önemli bir bölümünü ise ceza olarak ödemeye harcamış olacaktım.

Haberin Devamı

Sezer, neyse ki, Ankara’ya dönmüştü. Abdullah Gül’ün ise o sırada Cumhurbaşkanlık yolu kesilmişti. 22 Temmuz seçimlerine daha bir ay vardı. “Cumhurbaşkanı geçiş güzergahı”nın yol açtığı sorunlara ilişkin şikayetimi, “11. Cumhurbaşkanı”na anlatmakta olduğum duygusu ve düşüncesi içinde de değildim. Sezer’den ötürü başıma gelenin, onun yüzünden de başıma geleceğini görememişim.

 

***                      ***              ***

 

İstanbul’da, önceki gün, Cuma günü hava sıcaklığı gölgede 36 derece idi. “Halkın evladı hoş geldin” pankartının asılacağı yerdeki arabamı göremedim. Biraz ileriye, bir pankart daha, Huber Köşkü yakınına ise “Cumhurbaşkanımız Mahallemize Hoşgeldiniz” yazılı pankart asılıyordu.

Haberin Devamı

Yine bir Cumhurbaşkanı, bizim mahalleye geliyordu ve yine bizim araba uçmuş gitmişti. Üstelik, bu Cumhurbaşkanı’nın, yani 11.sinin, iki günde bir mahallemize geleceğini sezdim. 10.su pek gelmezdi. Rahattık.

Fehmi Koru, önceki gün Londra’da aynı evi paylaştıkları öğrencilik günlerine atıf yaparak, Abdullah Gül’den “Bizim evden bir Cumhurbaşkanı çıktı” diye yazmıştı. Ben de, “İstanbul’da mahallelimizden biri, komşumuz Cumhurbaşkanı” düşüncesini aklımdan geçirdim. Geçirdiğim anda da dehşete düştüm. Cumhurbaşkanı ile bu komşuluk ilişkisi, benim yazın kavurucu sıcağında ya da İstanbul’da yağmur yağıp ortalığı seller bastığında veya kış-kıyamette hababam arabasız kalmam anlamına gelecekti. Arabanın peşine düşüp çekildiği yeri bulmak, bulduktan sonra para ödeyip kurtarmak için harcayacağım çaba ise cabası.

Haberin Devamı

Acaba, Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanlığına taşıyan “halk iradesi” ya da onun “demokratik hakkı”, benim çıkarlarıma ne kadar uygun düşüyor diye de düşündüm.

Yazılarımdan anlaşılıyor olmalı, benim, “Türkiye’de şeriat devleti kurulacak”, “bütün kadınlar türban takmaya mecbur edilecek” gibi kaygılarım yok. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını hiç bu tür kaygı ve korkularla karşılamadım. Tam tersine, gayet olumlu yaklaştım. Şimdi ise, daha Cumhurbaşkanı sıfatını kazanalı 72 saat olmadan, “yaşam tarzım”ın olumsuz etkilendiğini fark ediyorum.

Acaba, Marksist anlamdaki “sınıf çıkarım” –özellikle 36 derece sıcaklıkta arabamın peşine düştüğüm bir sırada- bana, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına karşı çıkmamı mı emretmeliydi diye de düşünmedim değil,.

Haberin Devamı

Karımın aklına cince bir fikir düştü. “Cumhurbaşkanlığı’nın örtülü ödeneği var mı?” diye sordu. Sıcaktan kavrulmuş halde arabamı aranırken, “Bana ne olsa ya da olmasa; şu andaki sorunumun çözümü ile ne ilgisi var bunun?” diye tepki gösterdim. “Belki” dedi, “Cumhurbaşkanı’nın vatandaşa verdiği zararı karşılamak bakımından, arabanın çekilme parası oradan karşılanabilir.“Bir başvur bakalım” diye de hafiften beni ti’ye aldı.

Samimi kanaatim, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül çok sıklıkla İstanbul’a gelirse, benim arabamın çekilmesi üzerine ödeyeceğim paranın “örtülü ödenek”le de karşılanamayacağı, buna bütçeden pay ayrılması gerektiği.

Ama, “başvur” sözcüğü zihnimde yankılandı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yeni makamında ayağının tozu ile “yaşam tarzım”a verdiği ilk zararı duyurmak için, “başvuru hakkı”mı Cumhurbaşkanlığı Koruma Müdürü Osman Çangal’a durumu bildirerek kullanmak istedim.

Bir yandan arabamın peşine düşmüştüm, bir yandan da Osman Çangal’ı telefonla arıyordum. Sürekli meşgul çaldıkça, sıcağın altında terden gömleğim bedenime yapışıyordu.

Osman Çangal ile aramdaki “özel hukuk”a güveniyordum. Geçen yıl, Mekke’de bir gece sabaha karşı “11.Cumhurbaşkanımız” ile Umre yaptığımızda, ilk Umre yapanlara uygulanan “saç kesme” işini, o dönemdeki Dışişleri Bakanımızın talimatı ile o yerine getirmişti. Bakan’ın, eşinin ve o sırada Dışişleri Sözcüsü sıfatını taşıyan Tel Aviv Büyükelçimiz Namık Tan’ın (onun üçüncü Umre’si imiş) tanıklığında, Osman Çangal, saçımı kesmişti.

Osman Çangal, nihayet telefonuma çıktı. Kendimi tanıttıktan sonra, önce yeni görevini kutladım. Tam asıl derdimi anlatmaya girişecek, yani sadede gelecektim ki, “Abi” dedi, “Şu sırada Hava Harp Okulu’nda törendeyiz. Ben seni sonra ararım.” Telefonu kapattı.

 

***               ***           ***

 

Uzun bir aramadan ve İstanbul’daki mesafeler tasavvur edilirse epey bir gereksiz vakit harcadıktan sonra, arabamın izini buldum. Parayı ödeyip, kurtardım. İş yerime geldim. Odama girip, bilgisayarda gezinmeye başladım. Günün haberlerini okuyordum. Birden gözüme, “Cumhurbaşkanı Gül, İstanbul’da” haber başlığı ilişti.

Altında aynen şöyle yazıyordu:

“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Tarabya'daki Huber Köşkü'ne gelişinde vatandaşlar tarafından sevgi gösterileriyle karşılandı. Gül, Hava Harp Okulu'ndaki mezuniyet töreninin ardından Huber Köşkü'ne giderken, Tarabya Meydanı'nda ellerinde Türk bayrakları ve çiçeklerle bekleyen bir grup vatandaş tarafından karşılandı. Makam aracından inmeyen Gül, camı açarak kendisine kırmızı güller ve karanfiller veren vatandaşları selamladı.”

Bu satırları okuduğumda çıkarttığım sonuçlar şunlar:

  1. Osman Çangal, bana geri dönmedi. Ne onun, ne Cumhurbaşkanımızın, İstanbul’a geliş nedenlerinden ötürü, bana verdikleri zarardan haberleri olmadı.
  2. Cumhurbaşkanımızı, meydanda ellerinde kırmızı güller ve karanfiller ile bekleyen bir grup vatandaş arasında yer alsaydım da, şikayetimi iletecek şansım olamayacakmış; çünkü Gül, “makam aracından inmeyerek” vatandaşları selamlamış.

“Makam aracından inmediği” için, şikayet iletmek bir yana, “kucaklaşmak” imkanı da olmayacakmış. Bu, benim açımdan çok önemli bir sorun değil ama Cumhurbaşkanı’nın, daha hemen görevinin başında “herkesi kucaklamak” vaadini yerine getirmediği ortaya çıkıyor.Tutarlılığı ve “imajı” açısından, kendisi için bir sorun.

Bu noktayı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e “ilk eleştiri” olarak kayda geçirmeliyim.

Herşeye rağmen, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla İstanbul’a ilk gelişinin benim için çok yararlı olduğunu da söylemeliyim. Çünkü:

  1. Cumhurbaşkanı ile İstanbul’daki “aynı mahalle”ye mensubiyetimin ve “komşuluk konumum”un, benim “yaşam tarzı”ma “sürekli müdahale” anlamı taşıyacağını ve “sınıf çıkarım”ın Cumhurbaşkanı ile uyuşmadığını anlamış bulundum.

Bekir Coşkun gibi “O, benim Cumhurbaşkanım değil” demem gerekiyor mu, ona henüz karar veremedim.

  1. Bu sayede, “bugün ne yazacağım?” derdinden kurtuldum. Bu yazıyı yazmam mümkün oldu.
Yazarın Tüm Yazıları