Kime oy vereceğiz?

İLK kez 1977 genel seçimlerinde oy kullandım. 5 Haziran 1977 gecesi de "kaç kişi olduğumuzu" öğrendim. 20 bin 565 kişiydik o seçimde TİP’e oy veren.

O yıllarda seçim dönemlerinde kimse başkasına "nereye oy vereceksin" diye sormazdı.

Ya zaten nereye oy vereceğinizi kolaylıkla tahmin ediyor olurlardı ya da sormaya çekinirlerdi. Zaten o yıllar, insanların okudukları gazeteyi bile saklamaya çalıştığı yıllardı.

12 Eylül sonrası seçimleri, genel bir depolitizasyonun etkisi altında geçti hep.

Belki de insanlar zaten oylarını nereye verecekleriyle ilgili bir sorunları olmadığı için günlük konuşmalarda böyle sorular sorulmazdı.

İlk kez "kime oy vereceksin" sorusunu duyduğumda da 1991 seçimleri yapılmak üzereydi.

Ben yine "sayımız belli olsun" diye kullandım oyumu. Baktım, pek bir artış olmamıştı.

İlk kez bu seçimde sorunun öznesinin değiştiğine tanık oluyorum.

"Kime oy vereceksin" sorusu, "kime oy vereceğiz"e dönüşmüş durumda.

Ve ilk kez bu seçimde, bu soruyla bu kadar çok karşılaşıyorum.

Neredeyse otobüste ilk kez tanıştığınız insan bile bu soruyu soruyor: Kime oy vereceğiz?

"Ben biliyorum ama siz kime verirsiniz nereden bileyim"
demek geliyor içimden, ayıp olmasın diye susuyorum.

Halkın politik konulara bu kadar ilgili olduğu bir seçim döneminde herkesin birbirine "kime oy vereceğiz" diye sormasında büyük bir tuhaflık olduğunu düşünüyorum.

Üstelik hayatı boyunca bir miting alanına gitmemiş insanların bile meydanlara çıktığı, politik tavır sergilediği bir seçim öncesi yaşıyoruz.

Öyle görünüyor ki bu seçimleri, başkasına neden oy verilmemesi gerektiğini anlatanlar değil, kendilerine neden oy verilmesi gerektiğini anlatanlar kazanacak.

Partilerin seçim kampanyalarını hazırlayan uzmanlar bunu dikkate almalı.

Polise kutlama

TÜRKİYE’de Emniyet teşkilatı en çok eleştirilen kurumların başında gelir.

Ben de zaman zaman bu köşede polisin yanlış uygulamalarını eleştiriyorum.

Eleştirinin bir işe yaramasının yolu, eleştirdiğiniz kişi ve kurumları iyi bir iş başardıklarında alkışlamaktan geçer diye düşünürüm.

Ankara’daki patlama olayının failinin kimliğinin olayın üzerinden birkaç saat geçtikten sonra tespit edilebilmiş olması, polisin kutlanması gereken bir başarısıdır.

Bu konuda hızla ortaya konan başarının caydırıcı etkileri olacağına da kuşkum yok.

Son aylarda kentlerde terör estirmek üzere yola çıkan canilerin, ellerindeki bombalarla birlikte ardı ardına yakalanmaları da aynı şekilde polisin başarısıdır.

Demek ki polisimiz bu konuda ciddi ve son derece hassas çalışıyor.

Emniyet mensuplarımızı kutluyorum.

Irkçılık yapanın ayıbıdır

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul’da TÜSİAD üyeleriyle konuşurken kendisine yapılan "hakaretlere" de değindi.

"Benim için Rum çocuğu diyorlar, yok Musa’nın çocuğu diyorlar. Gül için olmadık iddialarda bulunuyorlar. Ben bu ülkenin evladıyım. 14 milyon vatandaşın oyuyla buraya geldim. Milletvekili olma yeterliliğine sahip bizlere bu tür hakaretler kabul edilemez" dedi.

Bu ülkede "Türk çocukları" ve "Kürt çocukları" gibi artık sayıları azalmış da olsa "Rum çocukları", "Ermeni çocukları" ve "Musa’nın çocukları" da yaşıyor.

Vergi ödüyor, askerlik yapıyor, kendilerini bu ülkenin bir parçası olarak görüyorlar. Milletvekili seçilme yeterliliğine Recep Tayyip Erdoğan kadar sahipler.

Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı oldukları için de etnik kökenlerine bakılmaksızın "Türk üst kimliği ile" tanımlanıyorlar.

Bugüne kadar bir arada yaşayabiliyor olmamızı sağlayan şey bu.

Farklı bir peygambere inanıyor olmaları, etnik kimliklerinin bir "hakaret unsuru" olarak algılanmasına nasıl yol açabilir?

Başbakan ne kadar "bu ülkenin evladı" ise onlar da o kadar "bu ülkenin evladı".

Etnik kimlikleri bir hakaret vesilesi yapmak, buna maruz kalanları küçültmez. Tam tersine bunu yapanların en aşağılık ırkçılar olduğunu gösterir.

Ve bu ırkçı kafayla mücadele etmenin yolu da her şeyden önce "Rum çocuğu", "Ermeni çocuğu" ya da "Musa’nın çocuğu" olmanın, ayıplanacak bir şey olmadığını yüzlerine haykırmaktan geçer!
Yazarın Tüm Yazıları