İmam-hatipten seri katil de çıkar

"SERİ katillerden biri imam-hatipte okumuş" başlıklı haberi okuyunca, bir imam-hatipli olarak herhangi bir alınganlığa kapılmadığımı fark ettim.

Oysa...

Geçmişte böyle bir haber başlığıyla hesaplaşma hevesine kapılabilirdim.

Katilin imam-hatipte okumuş olmasının haber değeri taşıyıp taşımadığını falan gündeme getirebilirdim.

Ya da...

Katilin imam-hatipte okuma süresini söz konusu edip, "cici mektebim"i bir töhmetten kurtarmanın yollarını arayabilirdim.

Ancak...

Meseleyi zorlamanın ve bir savunma geliştirmenin faydasız olduğunu görüyorum.

Çünkü:

Artık "mektep kutsaması" yapmanın saçma olduğunu düşünüyorum.

Mekteplerin insanın duruşunu, hayata bakışını kökten değiştirecek denli güçlü kurumlar olduğuna inanmıyorum.

Dahası...

Bir mektebe "İnsanlığı kurtaracak altın bir nesil yetiştirmek" gibi bir idealin yüklenemeyeceğini fark ettim.

Bu nedenle "seri katil" ve "imam-hatip" sözcüklerinin yan yana getirilmesini yeryüzünün en büyük günahı olarak algılayanlara bir çift sözüm var:

Bırakın bu imam-hatip marşlarını.

Bırakın şu mektep güzellemelerini.

Çünkü siz bu marşları söyledikçe, bu güzellemeleri yaptıkça...

Mektebinizden bir ırz düşmanı ya da bir seri katil çıktığında...

Apışıp kalırsınız.

Yani kurtuluş, bir mektebe boyundan büyük işlevler yüklememekten geçmektedir.

Eğer olaya böyle bakılırsa...

Bu tür başlıklar karşısında lüzumsuz alınganlıklar içine de girilmez.

Mumcu’nun bir sorunu var

ERKAN Mumcu’nun şöyle bir sorunu var: Sözün şehvetine kapılmak!

Haklıyken bile susmanın gerektiği yerler vardır.

Ya da şöyle söyleyelim: Yanlış anlaşılma kaygısının insanı durdurması gerektiği anlar vardır.

Mumcu, maalesef bunların farkında değil.

Mesela... "Bir zamanlar kabinede görev almış olmanın avantajı"nı kullanmanın, ilgi çekmek için bulunmaz bir fırsat olduğunu sanıyor.

Ama bir yandan da böyle bir tutumun kendisini "itirafçı" konumuna sürükleyeceğinin de farkında...

"İtirafçı" konumuna düşmemek için bir süre nefsine hákim olmayı, yani susmayı deniyor.

Ama sonra "sözün şehveti" ağır basıyor ve başlıyor konuşmaya.

"Hiç unutmam. Bir gün bakanlar kurulu toplantısındaydık. Bütün bakanlar susuyordu. Ben Başbakan’a döndüm dedim ki..." diye başlayan masalların, kulakların dikilmesine yol açacağının farkında.

Ancak...

Farkında olmadığı bir şey var: Bu tür yaklaşımlardan belki "geçici bir ilgi" çıkar ama "cesur bir siyasi lider" çıkmaz.

İşte bakın dünkü Hürriyet’te yayınlanan röportajından anlaşılıyor ki, yine sözün şehvetine kapılmış.

Önce sağlık üzerinden siyaset yapmanın yanlış olduğunu söylüyor ama her zamanki gibi yine dayanamıyor ve başlıyor sağlık üzerinden siyaset yapmaya.

Başbakan’ın hastaneden çıkış görüntülerini analiz ederek şu saptamayı yapıyor:

"El sallamaya bir bakın. Elini yavaş çekimmiş gibi sallayan birinin, gözü öyle hareket etmez. Hasta olduğu doğrudur ama hastaneden çıkarkenki hali gerçek değildir. Elini öyle zor sallayacak bir hastayı hiçbir doktor taburcu etmez."

Ne kadar spekülatif bir açıklama değil mi?

Diyelim ki Mumcu haklıdır. Gerçekten de Başbakan "numara" yapmıştır.

Kanıtı var mıdır bunun?

Hadi kanıtı da geçtik, doğru bile olsa bu saptamayı yapmak Mumcu’ya mı düşmeliydi?

Sözün özü şudur: Kendini bu kadar anti-Erdoğan bir çizgiye hapsedersen, o uğursuz "Ne işin vardı senin o adamla?" sorusundan kurtuluşun mümkün olur mu?

Bence Mumcu bu açmazlar üzerinde biraz düşünmeli.

İki dönüş nedeni

BİR: Adamlar, sırası geldiğinde en galiz küfürleri gazetelerindeki sütunlarına yazmaktan çekinmiyorlar. İftira atıyorlar, çarpıtıyorlar, açık haksızlıklar yapıyorlar.

Ne adına? Cihat adına, Allah adına, İslam adına. Ancak... Aynı adamlar, "balerin kıyafetli beş yaşındaki kız çocuğu"nun fotoğrafını sansürleyerek yayınlıyorlar. Yani... Galiz küfürleri sansür etmek akıllarının ucundan bile geçmezken... Beş yaşındaki kız çocuğunun minicik bacaklarına mozaik atmayı asla ihmal etmiyorlar. Çünkü... Beş yaşındaki kız çocuğunun bacağından nem kapacak denli kirli bir zihne sahiptir onlar. Eğer benim için ille de bir döneklikten söz edilecekse... Döndüğüm yer işte burasıdır!

İKİ:
Adam sözüm ona din adamı. İlahiyat falan bitirmiş. Çıkıp halka vaaz ü nasihatte bulunuyor. Diyor ki: "Anne, eş ve kızından başkasıyla tokalaşmanız caiz değildir. Bunu yaparsanız nikahınız düşer." Oysa... Günümüzün en büyük fıkıh alimlerinden Profesör Hayrettin Karaman, kadın ve erkeğin tokalaşmasının günah bile sayılmayacağını söylüyor. Yani sözüm ona din adamı, Allah’ın kulları için öngörmediği bir yasağı öngörüyor, helali haram yapıyor. Peki neden? Neden olacak: Bu din adamının zihin dünyası ile bugünün insanın zihin dünyası arasında uçurumlar var. Ve asıl mesele burada gizli! Eğer benim için ille de döneklikten söz edilecekse... Döndüğüm yer işte burasıdır!
Yazarın Tüm Yazıları