Yayın ilkelerimize aykırı bir iş mi yaptım?

Kim bana hediye almaktan hoşlanmadığını söylerse yalan söylemiş olur. Ben mesela, utanırım, mayışırım, kaykılırım... Ama bayılırım!

Haz alma duygusuyla uzaktan yakından ilgili her fiil yüzümden sırayla geçiverir, izleyebilirsiniz.

Tabii ki herkes hediye almaktan hoşlanır...

Da...

Yayın ilkelerimizin 4.'sünü ne yapacağız?

- Yayına konu edilen veya edilmesi düşünülen kişi ve kurumlardan gelen, meslek gelenek ve etiklerine aykırı hiçbir hediye kabul edilemez!

Hadi buyrun. Çaresi yok. Bu belgenin altında ‘‘Gücümüz ilkelerimizdir’’ yazıyor.

Hediye almaktan hoşlanırım ama işten atılmaktan hoşlandığım söylenemez!

O yüzden de kusura bakmayın hediye mediye alamam...

*

Ama...

(Anladınız tehlikeli bir cümle geliyor.)

Geçen gün bir okurum öyle bir hediye gönderdi ki... E yani bu kadar olur! Meslek hayatım boyunca aldığım en güzel hediyeydi. Çarpıldım, vuruldum, içimin yağları eridi (bu faydalı bir faaliyet, kilo veriyorsunuz!) o kadar beğendim, sahiplendim ki ‘‘Yok arkadaş’’ dedim, ‘‘Yayın Konseyi değil, Aydın Doğan bizzat gelse, bu hediyemi asla geri vermem’’.

O benim! Benim kalacak...

Kanımın son damlasına kadar kendimi ve hediyemi savunacağım. Meslek ahlakına aykırı bir şey midir, değil midir bilemem. Yollayan kişiyi tanımıyorum. Bu hediyeyi alarak çıkar sağlamıyorum. Gönüllü olarak yayına konu ediyorum.

*

Gelin burada küçük bir tartışma açalım.

Biri size kiymetli bir şey gönderir.

Amacı sizi etkilemektir.

Hatta daha açık söyleyelim, satın almak ve istediğini yazdırmaktır. Siz de bunu fark edersiniz. Eylem o kadar alenidir yani. Yayın ilkelerinizi hatırlarsınız, pahalı hediyeyi alır geri gönderirsiniz, o yazıyı da yazmazsınız.

Ama aradan biri çıkar, hiç tanımadığınız biri, öyle orijinal, öyle yaratıcı bir şey bulur buluşturur, gönderir ki, pahalı-mahalı olmamasına karşılık, sizi baştan çıkarır, etkiler... Satın alır, satın! Amaç oysa eğer, size istediğini yazdırtır...

Yani herkesin bir fiyatı vardır.

Benimki de elimdeki!

*

Sarı büyük, kalın bir zarfla geldi.

Görünüşü merak uyandırıcıydı.

Ortasındaki kabarıklığın içinden çıkabilecek olanı tahmin etmek beceri gerektiriyordu.

Ben beceriksizim, tahmin edemedim!

Dahası yanına iliştirilmiş mektubu da görmedim.

Doğrudan zarfı parçaladım.

İçinden ne çıktı biliyor musunuz?

Kahverengi ciltli bir defter.

Yeşil-kahve küçük balonlar var üzerinde.

Son derece ‘‘pop’’ duruyor.

Ama bazı yerleri yıpranmış.

Bir yaşanmışlık, yaşarken eskimişlik duygusu da veriyor insana.

Kapağını açıyorsun ve...

İri harflerle ‘‘Hatıra’’ yazıyor.

Sayfanın çaprazına, boydan boya.

Dolma kalemle, itinalı bir el yazısıyla...

İmza da var: Selmin.

Ama en ilginci tarihi: 1930.

Kimbilir bindokuzyüzlerin ilk yarısında, Hususi Işık Lisesi'nde okumuş hangi Selmin'in hatıra defteri!

İnanılır gibi değil yani, 70 yıllık bir şey.

Kokluyorum, hiçbir şey kokmuyor.

Ne tarih ne küf!

Bir evin kitaplığında 70 yıl boyunca uykuya yatmış gibi.

Anlatamayacağım kadar seviniyorum.

Selmin'i tanımıyorum, kim o kadın, nasıl bir hayat sürdü bilmiyorum, o deftere siyah-beyaz fotoğraflarını yapıştıran, dolmakalemle hatıralarını yazan arkadaşları nasıl insanlardı, hiçbir fikrim yok, ama 70 yıl sonra onlar birdenbire hayatıma giriyor.

Ve Doğan Grubu Yayın İlkeleri'ni ihlal etme pahasına kendime söz veriyorum.

Selmin ve arkadaşları hayatımdan çıkmayacak.

Bu anı defteri artık benimdir, benim kalacak!

*

Eve geliyorum.

Hediyemi büyük bir gururla sevgilime gösteriyorum.

Onun da hoşuna gidiyor.

Ama sonra, biraz da kuşkuyla, havaya asılmak üzere bırakılmış incelikli bir cümle sarfediyor:

- Kim yollamış ki?

Estağfurullah o sormuyor, siz anlıyorsunuz, acaba gönderen erkek mi?

Herhangi biri mi? Bildik biri mi?

Defterle o kadar meşgulüm ki, yanına iliştirilmiş mektubu görmediğimi farkediyorum.

- Bilmem ki, beni seven bir okur galiba diyorum.

Soru değişiyor:

- Erkek okur mu?

- Ne bileyim canım, ne önemi var ki?
diyorum.

- Olur mu? Bir erkektir diyor. Bir kadına bu kadar zarif ve şık hediyeyi ancak bir erkek gönderir...

Acilen mektubu buluyoruz, birlikte okuyoruz:

‘‘Aşklarını, kedisini, regl dönemindeki ruh halini, Nepal'den döndükten sonraki psikolojisini, annesini, ablasını, anneannesini, Adana'da resitale gelmeyen protokolü, değiştirdiği evleri, en son Bebek'teki evin terasını... Kel tutkusundan tutun da, beğenmediği ayaklarına kadar herşeyini biliyordum... Ve Ayşe Arman'a onu sevdiğimi söylemek istiyordum. Çünkü o benim olmak istediğim benliğimdi! İşte bu yüzdendir ki, benim farkıma varmalıydı. Önce ona bir faks çektim. Sonuç? Tssssss. Ama benden kaçar mı? Ben onunla mutlaka tanışacak, kahve içecektim. Nasıl mı? Onu duygusal yönden tavlayacaktım. Ona bir şey yollamalıydım. Ne alacağımı bilmiyordum ki, nereden bulacağımı bileyim! Sonra bir gün sahaflara gitim. Öylesine, amaçsız dolanıyordum ki... Kalbim hızla atmaya başladı. Aradığımı bulmuştum. 70 yıllık bir anı defteri! Eve gelip, gramofonda Zeki Müren nostaljisi eşliğinde başladım okumaya. Ve ona yollamaya karar verdim. Bizlerin çoktan unuttuğu o dolmakalemlerle yazılmış, ‘maddiyat'a değil, ‘hissiyat'a endeksli hatıra defteri, Ayşe Arman'ı damardan etkilemezse ben ne olayım! (Aşkın Önal)’’

Mektubun doğrudan iki sonucu oldu.

1. Erkek değil kadındı.

2. Gerçekten iddia ettiği gibi aklımı başımdan almıştı.

*

Yayın ilkelerinde okurlarla içilecek kahve hakkında herhangi bir madde yok. O yüzden sevgili Aşkın, evet hediyeni çok beğendim, evet amacına ulaştın, evet beni satın aldın, evet seninle kahve içeceğim...

Bu hafta sonu Londra'dayım.

Önümüzdeki hafta Indianapolis'te.

Döner dönmez, senin için bir sakıncası yoksa benim terasımda görüşmek üzere...

HAMİŞ: Size tavsiyem şudur, kimse mağrur olmasın, herkesin satın alınacağı bir fiyatı vardır!
Yazarın Tüm Yazıları