Yaşasın Çinliler geliyor ben güneyde İstanbul’a ağlıyorum

Sevgili Serhat Ayan bir aylığına eve kapanmış, dış dünyayla tek bağlantısını İnternet ve diğer teknolojiler aracılığıyla kurarak yaşayacak ve deneyimlerini gazetesi Akşam’da tefrika edecekmiş.

Alışveriş dahil tüm ihtiyaçlarını İnternet aracılığıyla karşılayacak, sosyal ilişkilerini İnternet üzerinden devam ettirecek, işini evden yapacak, yani yazılarını evinde yazıp gazeteye İnternet üzerinden gönderecekmiş.

Şimdi belki Serhat’a nazire gibi olacak ama ben de bu yazımı Fethiye, Ölüdeniz’de birkaç gündür kapandığım nefis bir otelin plajında yazıyorum. Tatil köyü ve otelden oluşan LykiaWorld’ün plajında, çam ağaçlarının gölgesinde, cırcır böceği korosunun eşliğinde, önümde dizüstü bilgisayarım, sağımda kahvem, solumda dondurmamla yazımı yazıyorum.

Serhat bir ay sonunda, uzak kaldığı güç odaklarının yakınında kalanlarca altı oyulmazsa, ev ofis kavramının Türkiye’de de uygulanabileceğini kanıtlamış olacak... Benim tatil ofis kavramını kanıtlamak gibi bir amacım yok. Siz bu yazıyı okurken gazeteye dönmüş olacağım.

Aslında yazıyı burada yazmam da şart değildi. Bugün pazar, yarın gazeteye dönmüş olacağım ve yazımı da aslında pazartesi günü yazmam gerekiyor. Ama cennet gibi bir yerde tatil yapıyor olunca ve tatilde olmama rağmen ilginç bilgiler edinip ve gözlemlerde bulununca, oturup keyifle yazı yazmadan duramıyorum.

LykiaWorld, eski Club Robinson. Mülk sahibi Silahtaroğlu ailesi, tatil köyü kompleksini kiracısı olan Club Robinson’dan 1997 yılında devralıp kendi işletmeye başlamış. LykiaWorld her yıl 30 bin turisti ağırlıyor. LykiaWorld’ün güneydeki diğer tatil köylerimizden en önemli farkı daha kaliteli bir turist kitlesine hitap etmesi. Bunu da turizmimizi esir almış ‘her şey dahil’ politikasından uzak durarak, fiyatlarını ve kalitesini biraz yukarıda tutarak başarıyor.

Fiyat farkının karşılığında müşterilerine çok zengin aktivite olanakları ve çocuklu aileler için cenneti aratmayan olanaklar sunuyor. LykiaWorld’ün leziz mutfağını da unutmamak lazım. Günde 1,5 ton et tüketilen ve her gün 600 çeşit sıcak yemek sunulan tesiste gıda güvenliği ve temizliğine büyük önem gösteriliyor.

Gıda Güvenliği ve Sağlığı Sorumlusu Ezgi İnam’dan, mönünün hazırlanmasında uyguladıkları güvenlik önlemlerini dinlerken başım dönüyor. LykiaWorld’de diğer çoğu tatil köyündeki gibi açık şarap (bu aynı zamanda sulandırılmış şarap demek) değil şişeli ve markalı şarap sunulması da çok önemli bir farklılık.

Lykia World’ün Yönetim Kurulu Üyesi ve Pazarlama Koordinatörü Zeynep Silahtaroğlu, tatil köyüne en çok Almanların, İngilizlerin ve Rusların ilgi gösterdiğini söylüyor. Ancak sayıları her yıl artan Ruslar hem daha uzun konaklıyorlar, hem de diğer ülkelerden gelenlere göre çok daha fazla para harcıyorlarmış. Silahtaroğlu, Rusların turizm sektörümüzdeki artan önemine dikkat çekiyor ve yakında başlayacak olan Çinli turist akınına da hazırlıklı olmamız gerektiğini söylüyor.

Tatil köyü turizmi tabii ki çok önemli. Lykia World gibi ‘her şey dahil’ ucuzculuğundan uzaklaşabilmeyi başaran otellerin sayısının artması da çok olumlu bir gelişme. Ama Türkiye’nin bir Paris’i, Roma’sı, Londra’sı, Prag’ı olmadıkça ister Rus, ister Çinli, ister tüm dünya Türkiye’ye aksın dünya turizm pastasından büyükçe bir dilim kapmamızın olanağı yok. Ve ne yazık ki İstanbul bu şekilde pazarlanabilecek niteliklerin çoğuna sahip değil.

Emre Aköz geçen gün bir yazısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, Uluslararası Mimarlık Kongresi’ne katılan konuklara dağıttığı şehir rehberinde yer alan ‘Cumhuriyet’in ilanı, kentin tarihi statüsünü ve prestijini zayıflattı’ gibi ifadelerin eleştirilmesini saçma ve vıcık vıcık ideolojik bulduğunu yazmıştı. Kısaca İstanbul’un gerçekten de Cumhuriyet döneminde önemini yitirdiğini söylüyordu.

İstanbul’un 1900’lü yılların başlangıcından itibaren önemini yitirdiği doğru, ama asıl bunun nedenini Cumhuriyet’in ilanına bağlamak vıcık vıcık ideoloji kokuyor. Cumhuriyet’in ilanının İstanbul’un önemini yitirme sürecindeki payı, tarihi konjonktürden gelen nedenlerin yanında çok küçük. Bu nedenler de bir başka yazının konusu olsun.

Uçakta iyi şarap haram

Ertuğrul Özkök’ün Başbakan’ın uçağında şarap içip içmeyeceği merak konusuydu. Ben içeceğinden emindim zaten. Asıl merakım Başbakanlık uçağında ikram edilecek şarabın, şarap konusunda zevk sahibi Özkök’ü memnun edip etmeyeceğiydi. Benzer bir deneyimimden dolayı sunulacak şarabın kalitesinden şüpheliydim.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın verdiği ve tek bir davetlinin şarap sipariş etmeye yanaşmadığı bir yemek davetinde garsondan kırmızı şarap istediğimi, gelen şarabı çok kötü olduğu, üstelik yanlış ısıda sunulduğu için bir yudum içip bıraktığımı bu sütunlarda yazmıştım. Şarap sunumu ve seçiminin, iktidar kadroları tarafından yönetilen Türk Hava Yolları’ndaki özensizliği de şüphemi kuvvetlendiriyordu.

Özkök, Başbakanlık uçağında şarap içtiğini ancak beğenmediği için iki yudum alıp bıraktığını yazdı. Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan da olayın ayrıntılarını yazdı. Uçaktaki misafirlere sunulan şarap listesi çok zayıfmış. Özkök, listedeki tek umut vaat eden seçeneği istemiş. Ama o da kötü bir şarap çıkmış.

Şarap kültüründen uzak olanların, düzgün şarap sunabilmesi için empati sahibi olmaları gerekir. AKP iktidarının astronomik vergilerle Türk şarapçılığını komaya sokması ve yoğun eleştirilere rağmen bu icraatinden vazgeçmemesi, inanç üzerine politika yaptıkları kuşkusunu her geçen gün daha da artırıyor.

Türk şarapçılığını öldürmeye kararlı olanlardan, misafirlerine kaliteli şarap sunmalarını beklemek safdillilik olurdu.
Yazarın Tüm Yazıları